9 Kasım 2019 Cumartesi

Mistizm ve iç görü.

Bir kişi ermiş veya basit olabilir ama onun mistik güçleri yoktur denmez.Ruhaniyet ve inanç sistemi (neye inanırsan İnan .isterse kişi inançsız olsun) vardır bana göre..Sadece içine bakmadığı için körelmiştir.Mistisizm tüm bilginin, bilimin, sanatın, felsefenin, dinin ve edebiyatın temeli ve esasıdır. Bütün bunlar mistisizm başlığı altında toplanır.
Günümüzde saf bilim olarak gelişmiş olan tıp bilimi kaynağına doğru izlenirse, kaynağının sezgide yattığı görülür. Bunu dünyaya kazandıran mistiklerdir. Mesela, büyük İranlı mistik İbni Sina tıbba tıp tarihindeki herkesten çok katkıda bulunmuştur. Bilimin anlamının akıl ve mantığa dayalı net bir bilgi olduğunu biliyoruz; fakat aynı zamanda bilim nerede başladı? Akılla mı, mantıkla mı? Önce sezgi vardı, sonra akıl geldi ve nihayet buna mantık uygulandı. Üstelik daha alt yaşamlarda doktor yoktur, yine de yaratıklar kendi kendilerinin doktorudurlar. Hayvanlar güneşin altında durarak mı, bir su birikintisinin içinde yıkanarak mı, açık havada koşarak mı, yoksa bir ağacın altında sessizce oturarak mı en iyi şekilde iyileşeceklerini bilirler. Bir keresinde her perşembe oruç tutarı duyarlı bir köpek tanımıştım. Şüphesiz Doğuda pek çok insan onun bir Brahmin’in enkamasyonu olduğunu söylerdi, fakat benim için bir köpeğin günlerden perşembe olduğunu bilmesi bir bilmecedir!
İnsanlar bir mistiğin bir hayalci, dünyevi meseleler hakkında hiçbir şey bilmeyen pratik olmayan bir insan olduğunu düşünürler. Fakat ben böyle bir mistiğe sadece yan mistik derim. Tam anlamıyla mistik olan kişinin dengesi vardır; ruhsal şeylerde olduğu kadar dünyevi konularda da akıllı olmalıdır. İnsanların bir mistiğin ne olduğuna dair pek çok yanlış anlayışı vardır. Bir falcıya da mistik derler, bir medyuma, bir kahine de mistik derler. Bir mistiğin bu niteliklere sahip olmadığını söylemek istemiyorum, fakat bu nitelikler bir insanı mistik yapmaz. Gerçek bir mistik esinlenmiş bir sanatkar, mükemmel bir bilim adamı, etkili bir devlet adamı olmalıdır. O da iş, endüstri, toplumsal ve politik yaşam konusunda maddeci zihinli insan kadar nitelik sahibi olmalıdır. İnsanlar bana, ‘Sen bir mistiksin, şuna buna aldırmayacağını sanırdım’ dediklerinde hoşuma gitmiyor. Neden aldırmayayım? Her küçük detaya dikkat ederim, fakat her küçük detay başka …

13 Eylül 2019 Cuma

Parlayan insanlar ..Ve korkunç son..


Karanlıkta Parlayan Radyum Kızları

Bundan yüz yıl kadar önce, karanlıkta parlayan kol saatleri karşı konulamaz ölçüdeki bir yenilikti. Kadranları özel bir boyayla kaplanmış bu saatler her daim parlıyor ve bunun için güneş ışığına da gereksinim duyulmuyordu.
Bu saatleri ilk üreten fabrikalardan birisi, 1916 yılında New Jersey’de açıldı. Fabrika, Amerika’da daha sonra açacağı pek çok yeni tesisinde çalışacak binlerce işçisinin ilk 70’ini, 70 genç kızı işe aldı.
Kazancı nispeten daha yüksek ve itibarlı bir işti. Bu nedenle bir çok genç kız bu fabrikalarda çalışmak istedi zamanla. İş öylesine havalıydı ki, fabrikada çalışan kadınlar kız kardeşlerini ve arkadaşlarını da burada çalışmaya teşvik ediyorlardı.
Fabrikada çalışan kızlara, bazıları sadece 3,5 cm genişliğinde olan minik kadranları boyama işini düzgünce yapabilmeleri için boya fırçasını dudakları arasında sivriltmeleri öğretilmişti. Bir zanaat öğrendiklerini düşünen bu kızlar fırçayı her ağızlarına aldıklarında bir miktar da bu boyadan yutuyorlardı elbette.
Bu genç kızlar ne olduğunu tam olarak bilemedikleri bu maddeyi ağızlarına sokmakta başta tereddüt etse de fabrika yöneticilerinin kendilerinden emin bir biçimde verdikleri zararsız cevabı ile işlerini yaptılar.

Kullanılan boya, Nobel ödüllü kimyager Marie Curie ve eşi Pierre Curie tarafından 1898’de keşfedilden radyoaktif bir elementi, radyumu içeriyordu.
Karanlıkta parıldayan bu mucizevi boya, çinko bir bileşim karıştırılmış radyoaktif radyum tuzlarından ibaretti. Bu karışımda, radyum atomlarından salınan parçacıklar, çinko atomlarının enerji seviyesini artırarak titreşmelerini sağlıyor, bu da ortama yeşilimsi bir ışık yayılmasını sağlıyordu. 
Parlayan elementin keşfedilmesinden bu yana, zarar verdiği aslında bilim çevresi tarafından biliniyordu. Marie Curie’nin kendisi de onu kullanması nedeniyle radyasyon yanıklarına maruz kalmıştı.
Fabrikadaki bu parlak toz, boyanın karıştırılması sırasında havaya da karışıyor devamında genç kızların saçlarına ve giysilerine yerleşiyordu. Fakat kızlar bu duruma bayılıyorlardı. İş çıkışı gidilen bir dans partisinde karanlıkta parlamayı kim istemez ki…
Bir kozmetik reklamı
Parlak rengin cazibesine sadece bu kızlar kapılmamıştı…
Bu karanlıkta parıldayan şey bir anda sağlıklı olmak ile eş tutulur olmuştu. Radyum, diş macunu, kozmetik malzemeler ve hatta yiyecek-içecek gibi ürünlerin katkı maddesi haline geldi.
“Radithor” adı verilen bu preparat, distile edilmiş suda çözünmüş küçük miktarlardaki radyumu içeriyordu. “Ölüyü dirilten ilaç” şeklinde ciddi biçimde reklamı yapılan karışım, pek çok sağlık sorununa çözüm olduğu vaadinde bulunuluyordu.
İnsanlar radyoaktivitenin enerji açığa çıkardığını biliyorlardı. Ve vücutlarına bu enerjiyi almalarının zararlı olabileceğini göremiyorlardı.
Golf oyuncusu ve sanayici olan Eben Byers, dört yıl boyunca her gün bir şişe radithor içmesiyle bilinirdi. 1932’de bu sebeple öldüğünde, Wall Street Journal gazetesi onun ölümünü, “Radyumlu su gayet güzeldi ta ki çenem eriyinceye kadar.” ifadeleriyle yazdı.
Radyum o zamanlarda çok pahalı bir madde idi doğal olarak endüstrilerini bu çerçevede kuran firmaların ve bu firmalarda görev alan bilim insanlarının gerçekleri halka anlatması sistemin çarkları içinde düşünülemezdi.
Radyasyon zehirlenmesi birden bire gerçekleşen bir durum değildi. Bu nedenle de fabrika işçilerindeki zehirlenme belirtilerinin ortaya çıkması yıllar aldı.
İlk ölüm 1922 yılında geldi…
1920’lerin başlarında, çalışan kızların bazılarında bitkinlik ve diş ağrısı gibi şikayetler oluşmaya başladı. Ve ilk ölüm olayı 1922 yılında gerçekleşti.
22 yaşındaki Mollie Maggia önce dişlerini yitirdi, devamında vücudunda enfeksiyonlar oluştu ve çene kemiği tamamen deforme oldu. Bir yıl devam eden acı dolu bir sürecin ardından öldü. Ölüm belgesinde frengi nedeniyle yaşamını yitirdiği yazıyordu.
Onu korkunç acılar içinde diğerleri izledi. 1924 yılı sonunda, fabrika işçilerinin yedisi bu gizemli hastalık nedeniyle ölmüştü bile
Artan ölüm ve hastalık vakaları dikkatleri çekmesine rağmen, kimse 19. yüzyılın mucizevi buluşu olan radyumun hastalıkların nedeni olduğuna inanmıyordu.
Saat fabrikasının sahibi olan US Radium şirketinin harekete geçerek bir soruşturma başlatması için iki yıl daha geçmesi gerekti. Ne var ki bu soruşturma da fabrikada çalışan kızların hastalıkları ve ölümleri radyum arasındaki ilişki doğrulansa da, şirketin patronu hemen karşıt bir araştırma başlattı. Sonuçlar kamuoyundan bir biçimde saklandı.
Neyse ki 1925’te Harrison Martland adında bir doktor, radyumun kadınları zehirlediğini yaptığı çalışmalar ile kanıtladı. Dr. Martland, yapılan incelemelerin sonucunda saat boyayan genç kızların esrarengiz hastalıkların nedeninin radyum olduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespit etmişti. Bulgularını 1925 yılında Journal of American Medical Association dergisinde yayınladı.
Fabrikanın çalışanlarından Grace Fryer, dört arkadaşı ile birlikte 1925 yılında şirketi dava etmeye karar verdi. Fakat iki yıl boyunca kendilerini savunacak bir avukat bulamadılar. Sonunda, 1927’de, Raymond Berry adında genç bir avukat davalarını kabul etti.
Bu dava ile birlikte haber dünya çapında yankı buldu. Cesaret alan başka kadınlar da şirket aleyhine dava açtı.
Çekişmeli geçen sürecin ardından, 1928 yılında dava sonuca bağlandı ve US Radium firmasının her bir davalıya 10.000 dolar tazminat ödemesine, ölene kadar da 600 dolar aylık bağlamasına ve tüm tıbbi bakım ücretlerini de üstlenmesine karar verildi.
1939 yılında Yüksek Mahkeme şirketin son itirazını da reddetti. Bundan bir yıl öncesinde de Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi radyum içeren ürünlerin yanıltıcı biçimde paketlenmesine yasak getirdi. Radyumlu boyanın kullanımı zaman içinde yavaş yavaş azaldı. 1968 yılından bu yana da saatlerde kullanılmıyor.
Radyum kızları yaşadıkları tüm acılara radyoaktivite alanındaki bilimsel birikimimiz konusunda kalıcı bir miras bıraktılar

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Hac ayrı Mısır Ankı ayrı..


ANKH NEDİR? NEDEN HAÇ İŞARETİNE BENZETİLİR....
Ankh (Ankh of Life) Kapital (büyük) "T" harfinin üzerine oturtulmuş küçük bir daireden ibaret olup, çoğunlukla haç'a benzetilen fakat Hristiyanlıkla pek alakası olmayan (hatta hiç denilebilir) en yaygın eski Mısır sembolüdür. James Churchward'a göre, daire Mu'da ilâhî bir semboldü; "T" sembolü (Tau) ise "Ta-Ha" diye okunurdu ki, an­lamı "yıldızlardan gelen sular" dır. Ezoterik bilgilere göre de su sembolü tesirleri ifade eden bir semboldür. Sembolün “T“ kısmı Maya, İnka, Hindu, Çin ve Kalde yazıtlarında rastlanan, birçok alfabede de kullanılan bir harftir.
İsis misterleri inisiyasyonunda kullanılan bu sembole birçok Mısır ilahının elinde rastlanmakla birlikte, en çok İsis’in elinde rastlanır.
Daire, Raul Emmanuel gibi kimi teozofi yazarlarına göre, görünmez hiye­rarşiyi simgelemektedir. T'nin yatay çiz­gisi ise görünmez hiyerarşi ile insanların birbirinden ayrıldığı bölgeyi gösterir. Bu durumda alt kısım , hür iradesiyle insana ayrılan yaşamı temsil eder. Sembolde aktif ve pasif, erkek ve di­şi, yer ve gök ikilemi­ nin ifade edildiğini düşünenler de vardır. Ejiptologlar ise sembolün dairesinin isa'yı temsil etti­ği kanısındadırlar ki, ezoterik bilgilere göre Ra'nın yıldızı fizi­ki güneş (Güneş) değil, "süptil güneş" yada "güneşin ardındaki güneş" olarak ifa­de edilen 'Sirius'tur . Bu durumda, sembol Sirius ile ilgili bir anlam taşımak­tadır. Nitekim Ankh'ın biraz değişik bir biçimi olan "İsis düğümü", Sirius'u tem­sil eden İsis'in (isis ve Osiris) adıyla anılır. İsis düğümü Dünya'daki tüm yaşam tezahürünün be­sin kaynağı olan 'ya­şamsal akışkan'in sonsuz özünü temsil ederdi ki bu, İsis'le özdeş kabul edilirdi. Ankh sembolü di­ğer semboller gibi, kullanıldığı yere göre farklı anlamları olan bir semboldü. Örne­ğin, alnın ortasında tutulduğu zaman 'misterler'e inisiye olmuş bulunmayı ve sırrı gizli tutmayı ifade ederdi. Yani, bu, inisiye olmayanlara (arkanlar`a) kapatan anahtardı. Psişik yetenekleri açığa çı­karak görünmez hiyerarşi ile vizyon veya sezgi yoluyla temasa geçen kimse, yani öte âlemin tülünü aralamış kimse, misteri kaybetmeksizin kimseye açıklayamazdı.
Mumyaların üzerine konulan Ankh sembolü ise mumyalananın, tanrılara (gö­rünmez hiyerarşiye) benzer duruma gele­ne kadar doğum-ölüm süreçlerinden (reenkarnasyon) defalarca geçeceğini ifade ediyordu,
Sembole "kulplu haç" (crux ansata) da denilmektedir.
Sözcük anlamı “yaşam” olan ankh işaretinin simgelediği 12 anlamdan 4’ü şöyle açıklanır:
*Ankh sembolü genel anlamıyla ya da semavi ve dünyevi alem arasındaki irtibata ilişkin anlamıyla kullanıldığında, daire Semavi Yönetim’i “T”nin yatay çizgisi olan kol yeryüzü ile semavi alemi ayıran sınırı simgeler; sütun sembolizmini içeren aşağı inen kol ise iki alem arasındaki, iki yönlü her türlü irtibat ve iletişimi temsil eder.
*Sembol inisiyenin alnının ortasında, iki gözünün arasında, yani üçüncü göz hizasında tutulduğunda, misterlere inisiye olmuş bulunmayı ve sırrı gizli tutmayı simgeler. Bu, arkan denilen sırlara açılan kapıları inisiye olmayanlara kapatan anahtardır. Yani bu, öte-alemin tülünü aralamış, durugörü gibi psişik yeteneklere sahip olmuş ve görünmez hiyerarşi ile vizyon veya sezgi yoluyla temasa geçmiş inisiyenin sırları kimseye açıklamaması gerektiği anlamına gelir.
*Ankh sembolünün kulpundan tutulan bir anahtar olarak kullanıldığı sembolizmlerde ise, bu anahtar, onu taşıyan kişinin İsis gizemleri (misterleri) inisiyasyonundan geçmiş biri olduğunu simgeler. O kimsenin göğün kapısının anahtarına sahip oluşu İsis ve Osiris’le temsil edilen semavi vazife organizasyonunda, artık şuurlu olarak hizmet edebilecek bir duruma gelmiş olmasını ifade eder.
*Mumyaların üzerine konulan ankh sembolü, mumyalananın, ilahlara benzer duruma gelene kadar doğum-ölüm süreçlerinden (reenkarnasyon) defalarca geçeceğini simgeler.
Sembol, haç kısmından tutulması, İsis’in elinde olması gibi farklı bağlamlarda daha farklı anlamlarda kullanılmaktadır.
Ansiklopedik bilgiden sıkılanlar için:
Ankh'ın şekil olarak neyi temsil ettiği egyptologlar tarafından sürekli tartışılmıştır.
Kimileri, şeklinin insan vücudu olduğunu söyler. En yaygın kanılardan biri de budur, çünkü ankh, ölümün ardından yaşamın sembolü, onun anahtarıdır. Şekil itibariyle cift cinsiyetli olduğu söylenir ki, bu da kadın veya erkek ayırt etmeksizin, köle ırk haric bütün insanlari temsil eder.
Kimileri ise seklinin nil nehri olduğunu savunur. Dogduğu yer ince ucu, döküldügü iskenderiye deltasi yuvarlak başi, sağa ve sola açılan kollar ise nil'in doğu ve batı yakasıdır.
Bir başka teoriye göre ise, ölüm ile bir tutulan çarmıh'ın üst bölümü yuvarlanmış şeklidir. Bilinmektedir ki çarmıha germe, yalnızca romalılar tarafından değil, o dönemde gerek yunanlılar, gerekse mısırlılar tarafından sürekli uygulanan bir cezalandırma yöntemiydi. Bu haç şeklinin tepesinin yuvarlanıp bir elips/halka şekli olusturmasının sebebi ise, sonsuz bir döngüyü işaret etmesi, böylece ölümden sonra yaşamı sembolize etmesidir.
Tabiki bunlar üç farklı teoridir.
Alıntıdır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

——— 2

Halayet (Ghost) filmi de KA hali hakkındadır. New York metro sisteminde hortlayan karanlık ruhu hatırlıyor musunuz? Deli hayalet, hortlanmış KA belki de ilelebet New York'un yeraltı Metro sisteminde tutsak kalmıştı. Bu patolojik varlığın Metroda intihar ettiği intiba veriliyor. KA'sı delirmiş olduğundan olayı tekrar ve tekrar yaşamaya mahkumdur. Ayrıca, Altıncı Duyu filimdeki Bruce Willi karakteri gibi, Hayalet filminin kahramanı Patrick Swayse'nin KA'sına da "düzeltme" fırsatı sunulmuştur.
Bu yıl diğer bir en iyi filim adayı Amerikan Güzeli (American Beauty) filminde, Kevin Spacey karakteri henüz yeni ölmüşken, kamera mahalleden uzaklaşırken, filmde sesini duyuyoruz. Şöyle demektir: "Bilir misiniz, öldüğünde tüm yaşamınızı tekrar yaşarsınız derler. Ama söylemedikleri bir şey vardır, aslında tüm yaşamınızı tekrar yaşarsınız, ama sonsuza dek. Ama merak etmeyiniz, bunu öğreneceksiniz." Bu KA hali konusunda popüler kültürde söylenmiş oldukça yerinde bir sözdür.
Aşkın Gücü (What Dreams May Come) filminde Robin Williams karakteri ölür ve tıpkı hayatayken çok sevdiği güzel resimlere benzeyen bir yere gider. Filmdeki karakterin KA halinde kendi sonsuzluğunu "yarattığını" ima edilir. Bu arada karısı intihar eder ve bir tür cehenneme gönderilir. Film KA'nın rüyamsı, sanrılı deneyimi kişinin yaşam şekli ve inanç sistemine bağlı olduğunu anlatmaktadır. Bu ayrıca, kadimlerin KA yönünün ölüm anında ayrılışına nasıl baktıklarını açık bir şekilde anlatmaktadır. Dünyasal yaşantınız olduğu gibi ölüm anından sonra belki de sonsuza dek KA halinde tekrarlanmakta.
Bu filmlerde, filmciler güncel seyircide psişik bir damara basmış bulunuyorlar. Kitleler için yaratıkları selüloit rüya ve illüzyonlar KA'nın yaşayabileceği çeşit çeşit deneyimlere kıyaslanabilir. Olası olarak bu senaryoları bilinçaltına aşılamakla hem KA halini öğretip, hem de ince bir şekilde onun yolculuğunu etkiliyorlar mı?
Kadim Mısırlıların inanç ve uygulamalarına geri dönemlerim ve bu fani KA halini daha yakından irdeleyelim. Öğretilerine göre KA halinin çeşitli yönlerini anlamak için bazı anahtarlar vardır. Onlar KA'nın oluşumu fiziksel şeklin oluşumu, deneyimleri ve kalıntıları ile derinden ilgili olduğunu inanıyorlardı. KA, ebeveyn ve atalarımızın bütün genetik malzemesini taşımaktadır. Mısırlılar, bütün atalarının kalıntıları kişisel KA'nın oluşumda payı olduklarını biliyorlardı. Dolayısıyla, uygulamalarında atalara saygı ve isimlerini anımsama önemli bir yer almaktaydı. Ataların KA'ları hepimizin içinde yaşadığını inanıyorlardı. Genleri nesilden nesle geçerek doğan her çocukta yaşamaktadır. Şu anda bütün atalarımız gözlerimizden bakıyor. Kadimler inanırdı ki sadece adlarını çağırmakla bütün bilgi ve bilgelikleriyle birlikte onları ortaya çıkarabiliriz.
Mısırlılar, ayrıca kişinin bu yaşamda sahip olduğu eşyalarının varolduğu sürece KA halinin bir kısmını tuttuğunu inanırlar. Bir zaman fiziksel forma nüfuz eden BA özüyle dolu olarak bu gücün bir enerji izini tutmaktadır. Bundan dolayı psişik hassas kişiler elleriyle tutukları cisimlerden bir zaman ona sahip olan kişilerin yaşam deneyimleri hakkında birçok şey sezebilirler. Pişik hassas bu kişiler KA enerjisinin izlerini algılama gücüne sahiptirler. Bundan dolayı kadimler bilinçli bir şekilde mümkün olduğu kadar az eşyaya sahip olmayı tercih etmişlerdir. Çünkü KA halini ölümden sonra kontrol edebilecekleri bir şekilde korumak istiyorlardı. KA'larını her tarafta dağıtmamak çok önemli sayılıyordu. Dolayısıyla, uygulamalarının önemli bir kısmı KA'yı muhafaza etmek üzerine odaklanıyordu.
Bunun başarabilmek için, KA ve BA'larının ölüm anında bölünmemesi için yapmaları gereken önemli işlemler vardı. Öldükleri zaman sahip oldukları az sayıda KA objeler aile ve dostları tarafından toplanıp bedenleri ile birlikte mezarlarına konulmaktaydı. Mumyalama ile bedenin muhafaza edilmesi de bu işlemin bir parçasıydı. Mısırlılar inanıyorlardı ki bedenin çürümesi yavaşlatıldığı sürece bedende de KA ve daha bütün bir şekilde muhafaza edilebilir.
Mezar hırsızları ve batılı hazine avcıları birçok eski Mısırlı mezara girdiklerinde tam yukarıda anlatılan şeyi buldular. Onlar mezara yatırılan kişinin sahip olduğu KA objelerini buldular. Ayrıca kişinin mumya kalıntılarını buldular. Genelde kapının üstüne mezarın huzurunu bozacak kişileri lanetleyen bir yazı bulunmaktaydı. KA objelerin ve KA bedenin rahatsız edilmemesi Mısırlıların ölüm ötesi bilimlerinin hayati bir parçasını içermekteydi. Hatta aşağıda göreceğimiz gibi KA'nın ve KA objelerinin rahatsız edilmeden korunması bir tür ölümsüzlüğün anahtarlarıydı. Formül şöyleydi: BA'nın tekrar bir reenkarnasyon durumuna düşmesini ve KA'nın daha önce yaşadığı hayatın fantezisini sürekli yeniden yaşayarak tekrarlamasını önlemek üzere, KA'yı rahatsız olmayacağa bir şekilde korumak gerekir. Bu BA'yı "topraklar" ve reekarne olup tekrar doğmasını önler. BA ve KA arasındaki ince bağ kopmadığı için BA'nın etrafımızı saran çeşitli görünmez alem ve boyutlarda Şamanik bir gezgin olarak dolaşması sağlanmış olur. Bu gezegenler, yıldızlar ve hatta galaksileri de içerir ama sadece onlarla sınırlı değildir.
KA'yı mezarda tutmak ve dünyaya bir hayalet olarak dolaşmasını önlemek için belirli ritüeller tasarlanmıştı. Bunun başarılı bir şekilde yerine getirilmesi durumunda BA da reekarnasyon çemberinden kurtulmuş olurdu. Bu durumda BA birçok değişik ölüm ötesi alemlere istek üzerine girebilecekti. Mısır mitolojisinde bu durumun başarıldığında BA'nın bir "ışık bedenine" veya gökyüzünde bir yıldıza dönüşebileceği açıkça belirtilmiştir. Bu bilimin dikkatli uygulanmasıyla ölüm anında şuurun ayrışması önlenir ve bir derece ölümsüzlük elde edilmiş olurdu.
Gördüğümüz gibi, kadim Mısırlıların bilimi şuurun ölümsüzlüğü bilimiydi. Hem KA'yı, hem de BA'yı muhaza etmeye yönelik bir ölüm ötesi bilimiydi. KA halinin daha önceki varlığın sürekli fantezilerini tekrar yaşamasını önlemeye yönelik uygulamalar içermekteydi. Hatta eski Mısırlılar ölüm anında bu garip süreci değiştirebilecek bir sistem yaratmışlardır ve araştırmalar diğer birçok farklı topluluğun da bu inançları paylaştığını göstermiştir. Hatta, Tibet Ölüler Kitabı da dahil olmak üzere Tibet Tantra'sında dönüşüm uygulamalarının da bireysel uygulayıcıyı bu aynı amaca doğru yönlendirmek için tasarlanmıştır.
Kadim Mısırda kutsal ölüm ötesi bilimi iki şey üzerinde odaklanmıştı. Biri BA'nın reenkarnasyon sürecine son vermektir. Diğeri de KA'nın fantastik, rüyamsı halini kaldırmaktır. Görünüşe göre bilim ölüm zamanında bir daha ayrılamayacak şekilde KA ve BA'nın özlerini yeniden birleştirmekti.
Ama dahası da var. Neredeyse ölümsüz varlık aynı zamanda dünyasal ruh aleminin bekçisi ve geliştiricisi olacaktı. O artık Dünyada olup biten olaylara etkisi olan, bütün dünyalıları daha yüksek bir ruhsal farkındalığa getirmek üzere yardımcı olabilecek kapasitede bir varlığa dönüşmekte.
Bu kutsal görevi yerine getirmek için kişinin yaşamını nasıl idame ettiği, nasıl bir yaşam sürdüğü hayati bir önem arz etmekteydi. Böylece kadim Mısırlılar yaşamda süregelen her karşılıklı etkileşim, karar ve güdü KA'nın bir yönünü içermekteydi. Varoluşun sonsuz olduğunu ve gelişmenin bedenin ölümden sonra devam ettiğini inandıkları için bu dünyada olacak şeylerin ölüm ötesine yansıyacağını biliyorlardı. Bu Uzak Doğudaki "karma" yasasına çok yakın bir kavramdır. Dolayısıyla, eski Mısırlılar kimle iletişim ve dostluk kurdukları, kiminle cinsel cinsel ilişkiye girdikleri ve iş yaptıkları konusunda çok dikkatli davranıyorlardı. Önemli olan erdem ve basiretli yaşam sürmek, kişisel KA'larının bu yaşamda negatif deneyimlerle kirlenmesiydi. Varoluşun esas anlamı ve kişinin çevre ile ilişkisi üzerinde sessizce tefekkür etmekle geçen saatler önemli bir yer işgal etmekteydi. Bu tür bir yaşamın hakikat, içsel görü ve idrak, bilgelik ve şefkatin oluşturduğu yüksek ruhsal vasıfların geliştirilmesi ve deneyimlenmesine yol açacağa inanılırdı.
Mısırlılar bizim yıldızların "tohumları" olduğunu inanırlardı. İnsanları yürüyen, konuşan, düşünen ve şuurlu "yıldız nesnesi" oldukları inanılırdı. Bu da gerçekten doğrudur. Bedenlerimiz kadim sönmüş yıldızlardan, kozmik artıklardan ve galaktik partiküllerden gelen uzay tozlarından oluşmuştur. Bu gezegende tarihimiz boyunca toz ve su mucizevi bir şekilde canlı yıldız nesnesini yaratmıştır.
Dolayısıyla, ölüm ötesi birçok aleme gezginlik kadim Mısırlı rahip/bilim adamlarının ritüel ve uygulamalarının önemli bir parçasıydı. Uygulama ve ritüellerini dikkatli bir şekilde yerine getirdiklerinde bile halen ölüm anında ayrışılan KA ve BA açısından şaşkınlık yaşandığını öğrendiler. Reenkarnasyon çemberinden kurutulan BA, halen çok yönlü ve anlaşılması zor ölüm ötesi alemlerinde yolunu bilmemekteydi. Bir haritaya danışmadan, yaşamdayken öğrenebileceği bir rehberin yardımı olmadan astral oyun sahası anlaşılması oldukça fazla karmaşık bir yerdir.
Bu kadim rahip/bilim adamları meditasyon, Şamanik maddeler ve kutsal ritüeller kullanarak etrafımızı görünmez bir ağ gibi saran yüksek diyarlarda Şamanik yolları gezdiler. Günümüzde "Ölüme yakın deneyimler" denilen hallere girerek bu kadim Şamanlar astral alemlerin sisli peçelerini aştılar. Ölüm ötesi sonsuz alemlerde yolculuk yapmak için uygulamalar veya bir dizi ritüel geliştirdiler.
Bütün bu Şamanik çeşitli yolculukları sınıflandırıp karşılaştırılırken Şaman veya ölümü deneyimleyen kişinin ölüm ötesi yaşamda neler olduğunu anlamasını ve nereye gidileceğini gösteren bir sistem inşa ettiler. Haritalarına "Hayat Ağacı" dediler. Bu ağacın amacı ölümde birleşen KA ve BA'nın astral yollarda seyahat etmesini sağlamaktı. Bu haritanın hayati önemi bu makalenin ikinci bölümünde açıklanacaktır.
Ayrıca, bu bilim, gezegenimizde hatlar döşeyen birçok kadim "ley" çizgilerle ilgili olabilir. Bu çizgiler İngiltere'den İrlanda'ya, dağlardan bozkırlara dek dünyanın her tarafında bulunmuştur. Ley çizgiler 6 bin metre yüksekliğinde Ant dağlarında bile bulunmuştur. Genelde mükemmel şekilde düz çizgilerdir. Anlamları uzun yıllardır bilinmemekteydi. Onların UFO pistleri olduğu veya kadim karayolları olduğu konusunda spekülasyonlar yürütülmüştür. Paul Devereuax'nın araştırmalarına göre onlar kadim Şamanik yollardır. Şamanik ruh yolları olarak gelişmiş ruhların hareket edip başka alemlere girmeleri sağlandığı iddia edilmekte. Bundan dolayı eski Şamanlar hem bu ley çizgilerin üzerinde gömülürlerdi. Böylece KA'ları kutsal bir yerde muhafaza edilmekteydi. Avrupa'daki Şamanik geleneğe göre krallar ve rahipler akan dere ve nehirlerin altında gömülmeleri ön görülmekteydi. Nehre baraj kurup küçük bir su geçidi yaparlardı, sonra cesedi nehir yatağında gömüp suyu serbest bırakırlardı. Böylece ceset bulunamayacağı bir şekilde muhafaza edilmiş olurdu ve nehir veya deredeki su akışı doğal bir ley çizgisi oluşturduğu kabul edilmekteydi. Hint geleneğindeki İndra'nın ağı gibi leyler gökyüzünde yıldızlar arasındaki yollar olarak yansımaktaydı. Mikrokozmos ve makrokozmosu birleştiren kutsal dili okuyabilenler için, daha büyük evren içinde dünya bütün taşları, ormanları, dereleri ve nehirleri ile yıldız ve gezegenlerin dünyadaki temsilcileriydi. Böylece dünyada dolaşan üstatlar sadece toprağın psişik motiflerini takip etmiyorlardı, ama aynı zamanda dünyayı aşarak yıldızların arasında yürüyorlardı. Avustralyalı yerliler taşların yıldızların şarksını söylediklerini inanırlardı. Dikkatli dinlerlerse gök kürelerinin müziğini duyabileceklerini inanırlardı.
Yaşadığımız ve üzerinde dolaştığımız bu dünya sayısız KA ruhların ruhsal kalıntılarıyla doludur. Toprağın kendisi ölü bitki, hayvan ve insan artıklarından oluşmuştur. Her biri toprağa KA'sını bağışlamıştır. Yediğimiz yemek geçmişte varolan sayısız yaşam formların kalıntılarını içeren toprakta yetişmiştir. Her biri toprağa bir o toprakta bir şarj kaydetmiştir ve o da yediğimiz yemeğe ve içtiğimiz suya ilave edilmektedir. Bundan dolayı bazı Tibet Budist uygulamalarda et yenmeden önce bazı mantralar zikredilir. Eğer uygulayıcı aydınlanma yoluna koyulmuşsa, tam şuurluluk ve farkındalıkla bir hayvanın etini yemekle onun gelecekte aydınlanmasına neden olacağı inanılmaktadır. Ruhsal açıdan ele alındığında uyanmış uygulayıcı kendi özünü hayvanın KA'sı ile iliştirmiştir.
KA özünün toprağa aktarılması ayrıca çağlar boyunca inanılan kan ve toprağın arasındaki bağın sebebidir. Soykırımı uygulandığında bile öldürülen halkın KA özü bir zaman yaşadıkları topraklarda mekan eder.
Bu bakış açısından, Amerikan yerlileri halen Amerika Birleşik Devletlerinin ruhsal manzarasına hakim durumdalar. Toprağı ne kadar kazıp doğayı tahrip etsek, sadece çevreyi değil, doğada mekan eden KA ruhları da tahrip etmiş oluruz. Poltergeist filmi bu cahil davranışın sonuçlarını açıkça gösterir. KA ruhu rahatsız olup kaçtıkça, bizim geleceğimiz de bozulur ve tahrip olur. Eski mezarlıkların kazılması, atalarımızın kutsal tabutların açılması, ley sistemin yok edilmesi nihai olarak ruhsal aydınlanmayı yok eder.
Giderek ruhsal mirasımızla irtibatımız azalıp betonlaşmış maddi dünyamızın çekiciliğine kapılmış hapsoldukça, giderek yaşantımızda açgözlülük, kibir, şehvet, kin ve şiddetin karanlık ihtirasları hakim olmaya başlar. Işık, ahenk ve güzelliğin ilahi alemine karşı kör olarak ruh ve tin; KA ve BA diyarlarının kutsal bilgisini feda etmekteyiz. Maddi kazanç için manevi değerlerimizi takas ederken, New York Metrosunda hortlayan kayıp ve öfkeli hayaletle farksız olmaktayız. Gezegenimize karşı saygısızlık, KA'ımızın menşei ve zilyedimize karşı saygısızlık ayrıca sonsuzluktaki konumumuza karşı saygısızlıktır. Kendi tasarım ürünümüz olan bir cehennem diyarını yaratmaktayız. Bu diyarda KA'ımız terk edilmiş bir şekilde sonsuza dek anlamsız yaşamlar sürecektir.
Dolayısıyla, görüyoruz ki "ruh" ve "tinin" çok farklı anlamları vardır. Biri enkarne olan ve reenkarne olan Tanrının izi BA'dır. Diğeri tinin dünyada maddi ve psişik tezahüratı KA'dır. Kumda bir iz gibi, kadimlerin dökülen harabeleri gibi KA sadece tinin veya Özün izini bırakır. Değişen değerlerin hükmettiği, ışık ve karanlığın güçleri mücadele ettiği bu günlerde atalarımızın bilgisini arayıp tanımak ve öğrenmek bize kalmıştır. Böylece ilahi diyarlara tekrar erişip rotamızı çizebilir ve yıldızlar arasında ölümsüz yerimizi alabiliriz.

Mısır ruh ve yeniden doğuş———1

——1Eski Mısırlılar bilinç ayrışımını iki kısıma ayırdılar. ilk bölümüne "BA" adı verdiler. Bu ölümsüz varolma halidir. Bilincin yeniden doğan tarafıdır. BA ölüm anında şuurdan ayrılır ve ruhlar alemine dönerek tekrar doğmayı bekler (reenkarnasyon). Yani BA=Ruh 
"Dünyayı kanunlar ve sözler değil, semboller ve işaretler yönetir." Konfüçyüs
İkinci bölüm ise “KA”, insan bilincinin dünyada kalan tarafıdır.Hiyerogliflerde bir ufuk önünde iki uzanmış kol olarak temsil edilir. Önceki şuurlu varlığın hayaletidir. Fiziksel bedenimizin işgal ettiği yerle,sahip olduğu eşyalar,tanıdığı insanlarla bağlantısını kurandır.
Mısır hiyerogliflerinde, ölünün üzerinde bir kuş tasvir edilmektedir. Bu kuş ölenin ruhunun göklere çekileceğini ve ruhun ait olduğu yere gideceğini işaret etmektedir. Yani Ba’nın (ruhun) göğe yükselişini tasvir eder. Bu insan kafalı kuşun adı “Ba”dır.
Tanrıça Nephthys ve İsis de hiyerogliflerde ruhun Ba ve Ka halleri tasvir edilirken resmedilmiştir. 
Ba ve Ka’dan oluşan ruh ölümsüzdür,tekrar " Yaşam Soluğu" denilen bu görülmeyen güç veya öz deneyim, arınma ve aydınlanma yolculuğunda bedenden bedene göçmektedir. Mısır’da kainatı hatta tanrıları yaratan, bedene ruhu üfleyen, kainata ve insana ruhunu veren güneş tanrısı “Ra”dır. 
Antik Mısır’da Tanrı Ra kendi ruhundan (Ba,Ka) üfleyerek kainatı yarattı. Kuran’da da “Allah’ın kendi ruhundan üflediğinden bahseder. Bakara Suresi’ni şimdilik bir kenara not edelim. Dünyayı işaretler & semboller yönetir. #Ba #Ka
Ölüm Ötesi Dönüşüm: Ka, Ba ve Kabala
Günlük kullanımda "ruh" ve "tin" esas itibarıyla aynı anlamı taşırlar. Bunlar etrafını saran somut fiziksel bedeni süren veya arkasında yatan dirilik gücü olan esrarengiz bir bilinç hali veya varlığı açıklamak için kullanılırlar. Önde gelen dünya dinlerinin öğretilerine göre mistik ruh veya tin bir şekilde ölümden sonra varlığını sürdürmektedir. Bu öğretilere göre biz nasıl maddi bir beden içinde yaşayan insanlar olarak lineer zaman çizgisi içinde büyüyüp öğreniyorsak, ruh veya tin de bir dizi yaşamda (enkarnsyon) bilgi ve deneyimde gelişmektedir. Ancak, ruh ve tin olarak tabir ettiğimiz bu iki kelime arkasında geçmiş zamanlarda daha karmaşık anlamlar olabileceği hakkında çok kanıt vardır. Bunların aynı anlama gelmediği konusunda belirgin bir olasılık vardır. Olası olarak geçmiş bir dönemde bu iki kelimelerin anlamları karıştırıldı ve esas manaları tarihin akışı içinde kayboldu. Bir bakıma bu iki kelimenin arasındaki anlam farkının kaybı günümüzde yaşanan ruhsal şaşkınlığın özünde yatabilir. Belki de bu iki kelimeye gerçek tarihsel anlamlarını aşılamanın zamanı gelmiştir.
Bu iki terimin inceliklerini daha net bir şekilde anlamak için, kadim Mısır'ın zengin ve karmaşık uygarlılığının öğretilerine göz atalım. Her şeyden önce eski Mısır halkının günümüzdeki insanlardan farklı bir yaşam sürdürdüğünü idrak etmemizde önem vardır. Kadim Mısırlılar her anı ve her yaşamı günlük yaşamımızı aşan ruh ve tin anlayışına sıkı bir bağlılık içinde geçiriyorlardı. Onlar için zaman bir saatin tıklamasıyla veya güvenli bir geleceğin ümitleriyle ölçülmezdi, ama sadece dünyasal zamanı değil öte alemi de kapsayan daha geniş bir kavram üzerine kuruluydu. Hatta, inanılmaz yapıları ve kutsal ilimleri dahil bütün kültürleri ölüm ötesi yaşam ve ölüm anında insan şuurunu diri tutan yaşamsal güce neler olduğu anlayışı üzerinde kuruluydu.
Bu kadim kutsal bilim alimleri şuurun bedenden ayrıldığı anda bir kafa karışıklığı yaşandığını öğrendiler. Bu kargaşalık halini irdelerken, bu önemli anda bir ayrışımın oluştuğunu idrak etiler. Şuur iki farklı hal veya varlığa ayrılmıştı. Bu iki hale değişik adlar verdiler.
Şuur ayrışımın ilk bölmesine "BA" adı verdiler. Bu ölümsüz varolma halidir. Bu şuurun yeniden doğan tarafıdır. BA ölüm anında şuurdan ayrılır ve ruhlar kuyusuna dönerek tekrar doğmayı bekler. Günümüzdeki terminolojide "ruh" ve "tin" aynı anlama gelmektedir. Ama daha yakın baktığımızda "ruh" kelimesinin BA'ya tekabül ettiğini görürüz, ruh ölümsüzdür, tekrar doğar ve tam aydınlanmaya doğru kutsal yolculuğunu devam eder. Dini edebiyatta hepimizin içinde bulunan ilahi kıvılcım, hayvani nefsimizi yenmemize ilham veren çok boyutlu varlığın bir yönü, ben merkezli egonun ihtiraslarının ötesine çıkıp evrensel realiteyle bağımızı yaşamamızı sağlayan unsur olarak açıklanmıştır. "Yaşam Soluğu" denilen bu görülmeyen güç veya öz büyük deneyim, arınma ve aydınlanma yolculuğunda bedenden bedene göçmektedir.
Kadim Mısır'ın hiyeroglifleri veya sembolik dilinde, BA bazen kanatlı bir insan başı ve bazen bir insan başlı bir kuş olarak gösterilir. O, ölüm anında dünyayı terk ettiğimizin farkında olan parçamızdır bundan dolayı kanatlı bir insan veya insan-kuşu olarak gösterilir. Kuş motifi bu yazının ikinci bölümünde daha daha iyi anlaşılır. Şu kadarını söyleyelim ki, BA'nın kuş sembolü Hayat Ağacından kendini serbest kılıp yer çekiminden ve maddi alemden kurtulup kozmosa uçabilen gücü temsil eder.
Ölüm anındaki büyük ayrışımın ikinci unsuruna "KA" denilirdi. KA, insan şuurunun Dünyada kalan tarafıdır ve hiyerogliflerde bir ufuk önünde iki uzanmış kol olarak temsil edilmektedir. Önceki şuurlu varlığın psişik tortusu veya "hayaleti" olarak tanımlanır. O ruhtur. O, fiziksel bedenimizin işgal ettiği yerle, sahip olduğu eşyalarla ve tanıdığı insanlarla bağlantısı olan tarafımızdır. O yaşam mekanına musallat olur. O halde, canlandırıcı güç olarak BA'nın bedeni terk ettiğinde KA, şuurun arda kalan unsurudur. O, gölge veya ruhsal şuurun psişik izidir, veya bir yere musallat olan ve tekrar tekrar beşeri yaşamını yaşandığı illüzyon nitelikte cennet ve cehennemlerde mekan eden "ruhtur". O halde, görülebilir ki bu bağlamda "ruh" sözcüğü "KA" anlamına gelmektedir.
Mısırlıların KA ve BA arasındaki yakın ilinti konusunda bilgi ve anlayışlarından dolayı ölüm ötesi bilimi, tin ve ruh, kan ve toprak, eşyalarımız ve ruhumuz, atalarımız ve kişisel varlığımız arasındaki yakın bağı bilmekteydiler.
Birçok filozoflar, Hinduizm, Budizm gibi dinler ve çeşitli ruhsal gelenekler BA hakkında açıkça söz etmişlerdir. Ancak KA hakkında anlayış bir kenara atılmıştır. Batıl inanç ve efsanelere karışan Mısırlıların ölüm ötesi bilimi modern dünyada unutulmuştur. Mısırın bu büyük bilimini yeniden irdelemekte önem vardır. Böylece arayış içinde günümüzün insanları olarak bizlerin daha geniş bir bakış açısından yeryüzünde yaşamımızın anlamını görme fırsatına sahip oluruz.
Bu ilginç konuyu irdelerken, birçok Hollywood filmin insan deneyimin bu esrarengiz yönü veya "Ka" hali üzerinde odaklamaya başlamaları ilginç bir husustur. Belki de KA konusunda kültürel şaşkınlığımız bu fenomenin kökünde yatar. Hatta, bu filmlerin senaryoları esrarengiz KA hali üzerinde düğümlenmektedir. Örneğin, 2000 yılının en iyi filmleri arasında seçilen Altıncı Duyu (The Sixth Sense) konu olarak sadece etrafındaki ruhları KA hallerinde görebilen bir çocuk hakkında değil, ama KA halinde yaşantısına yeni başlayan bir adam hakkındadır. Bu adam (Bruce Willis rolüyle) film boyunca, yaşamadığını ve KA halinde olduğunu anlayıncaya dek, zamanın çoğunu şaşkınlık içinde etrafında gördüğü muammaları çözme çabasında geçiriyor. Bir bedensiz ruh olarak fiziksel realite açısından artık yaşamamasına karşın, yaşam sırasında yaptığı hataları anlamak üzere - ve belki de düzeltmek üzere - rüyamsı bir senaryoda rol almaktadır. Görünürde gerçek olan, ama illüzyona dayalı drama içinde hareket ederek, önceki yaşamdan kalan izi KA bu hatalardan öğrenme fırsatı ile karşılaşmaktadır. Birçok ruhsal geleneklerde bu illüzyona dayalı manzaralara KA veya bedensiz ruha günahlarından arınma veya "iyi yaşantısı" için ödüllendiren ortamlar sağlayan cennet ve cehennem olarak tanımlanmaktadır.

30 Temmuz 2019 Salı

İnsanlığın renkleri

Mazlum`un Renkleri
Biliyorum, “ne çirkin bir adam” diyeceksiniz benim için.. Kiminiz alay edecek, kiminiz ürperecek, kiminiz acıyacaksınız belki de. Ne derseniz deyin, nasıl düşünürseniz düşünün hakkımda; ben renkleri anlatacağım size, ruhumun renklerini…
“Yıllardır çıkmıyorsun köyden, seni şehre götüreyim Mazlum” dedi bir komşum. “Gökyüzü, toprak ve dere yeter bana” dedim. “Yeni bir randevu evi açılmış, kadınların hepsi taş gibiymiş” dedi ve ekledi, “bir kere olsun seviş be adam!” Duymazdan geldim ve dalıp gittim öylece. Annemi düşündüm. Dört yaşındayken ben, koca dayağından bezmiş annem. Benden büyük üç kardeşimi alıp gitmiş bir gece yarısı köyden. “Aslında bir çocuk alabilirim ama kıyamadım diğer ikisine. Mazlum fazla gelir bana, o da nasiplenir bir gün elbet” demiş. Dört yaşımdan beri annemim kokusunu hayal ediyorum; her seferinde burnumun direği sızlıyor. “Tamam” dedim komşuma, geleceğim seninle şehre.” “Ha şöyle, yaşın geçti zaten, bir kez olsun kanıtla erkekliğini!” dedi gülerek. Sustum. Kamyonetiyle şehre götürdü beni ertesi gün. Randevu evinden girdik içeri. Bir salona aldılar bizi ilk önce. Tam altı kadın vardı salonda. Hepsi bana baktı bir anda, “müşteri mi lan bu!” dedi bir kadın şaşkınlıkla. “Sevişmek onun da hakkı” dedi komşum. Beş kadın gençti, biriyse ihtiyar. İhtiyar olan dedi ki, “gel benimle bakayım, seninle yatağa girmek sevaptır!” Güldü diğer kadınlar. “Helal sana Hicran Abla, cennetliksin ayol!” dediler. Küçücük, karanlık, rutubetli bir odaya girdik. Çift kişilik kir pas dolu bir yatak, sararmış iki yastık, belki de aylardır yıkanmadığı belli olan bir çarşaf vardı. Soyunmaya başladı Hicran. “Soyunma” dedim. “Başka fantezilerin mi var bebişim?” dedi kahkaha atarak. “Yatalım beraber, sarıl bana sadece “ dedim. “Ne yani, boşalmayacak mısın?” dedi. . “Sarılalım” dedim yine, “bir saat boyunca sarılalım. “ “Kafa mı buluyorsun benimle?” dedi öfkeyle. “Hayır” dedim, “seninle uyuruz belki de…” “Bana bak” dedi , “tarifede indirim yapmam , ona göre!” “Ne istediğimi söyledim sana “ dedim. Uzandık yatağa ikimiz de. Yanağını okşadım Hicran`ın. Sonra saçlarını okşadım usulca. “Ne ayaksın sen?” dedi. “Sarıl biraz” dedim. Sarıldı boynuma. Birkaç dakika içinde, benimle alay eden kadın gitti, yerine anne kokulu, şefkatli, naif bir kadın geldi. Annemi hayal ettim ona baktıkça. “Bana kimse böyle sarılmadı” dedi, “ne sevgililerim, ne de babam…” Sustum. “Anlat hikâyeni” dedi. “Annem…” dedim getiremedim gerisini.. “Kıyamam sana “ dedi. Bir saat boyunca sustuk birbirimize kederle bakarak ve sımsıkı sarılarak. “Gitme, biraz daha sarılalım” dedi. İki saat oldu, üç saat… Kapıyı vurmaya başladılar dışarıdan. Komşumun alaycı sesi duyuldu. “Mazlum ömrü hayatında ilk kez sevişiyor, yılların açlığı var tabi” dedi. Kadınlar bağırdılar, Kız Hicran Abla, adam seni parçalamadı değil mi?” İyiyim” dedi Hicran. “Biraz daha işimiz var.” Gülüşmeler, alaylar, iğnelemeler…Biraz daha sarıldık birbirimize. “Kalkalım Mazlum” dedi Hicran.. “İstediğin zaman gel, sarılırız birbirimize.” Cüzdanımı çıkardım arka cebimden. “Sakın ha” dedi, “bendensin…” Hicran`ın kara gözlerine baktım. Kara gözlerini öptüm onun, bir babanın yavrusunu öper gibi. “Sana bir şey söyleyeceğim Mazlum” dedi. “Söyle” dedim. “Benim gerçek adımı kimse bilmez” dedi. “Ben ruhunu bildim senin” dedim. “Benim adım Nebahat” dedi. “Adının anlamı ne?” diye sordum.. “Şeref” dedi, “bu işi yapıyorum diye şerefsiz bilme beni”. Benim renklerimden biri, şerefli bir fahişenin gözlerinin karasıdır. Bunu o biliyor sadece, siz de öğrenin istedim…
Babam üç kadınla evlendi annemden sonra, üçü de imam nikahlıydı. Toplam dört annem ve sekiz kardeşim oldu. Annelerimden birinin adı Fadime`ydi. Sekiz yaşındaydım. Bir gün dedi ki bana, “seni öz oğlum kadar seviyorum Mazlum”. İnanamadım duyduğuma. “Allah razı olsun” dedim. “Ama her gece ıslatıyorsun altını” derken kızgındı sesi. “Kusura bakma “ dedim. “Artık kendi çamaşırını kendin yıkayacaksın, yoksa döverim seni” dedi bağırarak. Korktum ben.“Babandan gizli döverim ve babandan daha çok yakarım canını” dediğinde bir kor düştü ruhuma. Babam alenen döverdi beni. Diğer annelerime ve onların çocuklarına vurduğunu bilmem. Sanırım bakılmak istiyordu babam ve onlara kızdıkça bütün hıncını benden çıkartıyordu. Sekiz yaşında başladım kendi çamaşırımı yıkamaya, kendi aşımı pişirmeye, kendi elimden tutmaya, kendi yolumda gitmeye… Sekiz yaşındaki bir çocuğun donundaki sarılıktır benim renklerimden biri de…
İlkokulu dışarıdan bitirdim tam on dokuz yaşımda. Evet, zeki biri değilim! Bütün çiçekleri, bütün ağaçları, bütün yıldızları biliyorum. Bunu bir zeka belirtisi olarak görmedi babam, öğretmenlerim, köylüler, imam, muhtar ve köyümüze bir kez gelen kaymakam. On beşimdeydim kaymakam köye geldiğinde. Muhtara dedi ki, “yazıktır, diploması olsun bu garibanın.” “Okuması var ama derslere kafası çalışmıyor” dedi muhtar. “Dikdörtgenin çevresi nasıl hesaplanır, söyle bakalım Mazlum” dedi kaymakam. “Dünyanın en yaşlı ağacı 9500 yaşında, İsveç`te ve adı “Yaşlı Tijkko, üstelik büyümeye devam ediyor.” dedim. Bir süre herkes bakakaldı yüzüme. Bana tokat attı muhtar. “Kafan çalışsa dikdörtgenin çevresini öğrenirdin” dedi. Kaymakam hiddetlendi. “Dikdörtgenin çevresi” dedi, “bu yaşında öğrenememek, eğer geri zekalı değilsen, affedilir gibi değil!” Yaşlı Tijkko`yu düşündüm. 9500 yaşında olup, hâlâ büyüyen bir ağacın o bitimsiz güzellikteki yapraklarının yeşilliğidir benim bir diğer rengim…
On sekizimdeydim. Köyde yaramazlık yapan çocukları, anne babalar benimle korkutuyordu, “uslu durmazsan seni Mazlum`a veririz” diye. Kaçıyordu çocuklar beni gördükleri yerde ve bu beni çok incitiyordu. Köye ilçeden bir kitapçı geliyordu hafta sonları. Adı Garo`ydu. Ermeniydi Garo. Köy okulunun kitaplığına bağış yapıyordu. Daha ilk gelişinde dost olduk onunla. Kimse ilgilenmemişti kitaplığa bağış yapışıyla. Adını sorana “Ali Osman” diyordu. Beraber kitapları sevdik Garo`yla, sevip okşayarak o güzelim Küçük Prens`i, Martı Jonathan`ı, Pinokyo`yu beraber dizdik raflara. Sırlar verdik birbirimize, sırlar tuttuk. “Köydekiler hor görüyor beni, sen sevdin” dedim. “Kokluyorsun kitapları Mazlum” dedi, “kitap kokuyorsun sen”. “Sen de kitap kokuyorsun” dedim. “Güvercin” dedi Garo, “ne çağrıştırıyor sana?” “Tedirginlik” dedim. “Sen beni anlıyorsun” dedi. “Sen de beni anlıyorsun” dedim. Her hafta sonu, köy okulunun küçücük sıralarında Garo`nun getirdiği kitapları okudum bir başıma. Bir gün kızıyla geldi köye Garo. Dokuz yaşındaki kızına dedi ki, “ Mazlum Amcan benim kardeşimdir, senin de öz amcandır.” Nasıl sevindim, bir bilseniz. Bir avuç beyaz leblebim vardı ikram edebileceğim o körpecik cana. Leblebiyi alıp, üçümüze eşitçe pay etmesi bir tanemin, bana sarılması, beni öpmesi “amcacım” diye… Ah, nasıl anlatmalı bunu size. Bir güzelim kız çocuğuna ikram ettiğim leblebideki beyazlıktır bilmeniz gereken renklerimden biri de…
Yirmi ikimde aşık oldum ilk kez. Köydekilerden birinin akrabaları gelmişti yurt dışından. Gelenlerden biri yirmili yaşlarda bir kadındı. Köyün içinde yürüyüş yaparken gördü beni. “Sen Mazlum musun?” dedi. “Evet” dedim. “Ben de Songül” dedi. “Merhaba “ dedim. Gülümsedi. “Çok anlatıyorlar seni” dedi. “Umurumda değil” dedim. Elini uzattı gülümseyerek. “Tokalaşalım mı?” dedi. Tokalaştık. “Kitap okumayı seviyorsun değil mi?” dedi. “Beni böyle anlatmazlar ki” dedim. “Ben duyumsadığımı söylüyorum” dedi, “anlatılanları değil.” Duygulandım o anda. Elimi uzattım Songül`e. “Bir daha tokalaşalım mı?” dedim. Gülümsedi yine. Küçük Prens üzerine saatlerce konuşup yedi sekiz kez de tokalaştık Songül`le. “Seni öpmeme izin verir misin Mazlum?” dedi. “Sahiden öpecek misin beni?” dedim. “Sen cansın” dedi bana, “iyi ki varsın canım benim” dedi ve yanaklarımdan öptü. Birkaç kez daha görüştük Songül`le. Köydekiler demiş, “kendi halindedir Mazlum, ama dikkat et yine de.” Bunun üzerine şakalar yaptık birbirimize. Dedim,“kendi halimdeyim ama Cervantes`i doğum gününde, -29 Eylül`de-, bir tek ben anıyorum Don Kişot`tan pasajlar okuyarak köyde!”. Elini omzuma attı Songül, “Ben de kendi halimdeyim aslında “ dedi. “Ama Peter Pan` ın, Guliver`in, Heidi`nin olduğu hayaller kurmak seninle, tarifsiz bir huzur” Gözlerim doluverdi birden. Çantasından bir defter çıkardı. Bir hatıra defteri, mor renkte. “Kabul edersen sevinirim Mazlum” dedi. Sesim titredi teşekkür ederken. “Canımsın sen” dedi, öptü yine yanaklarımdan. Yanaklarımda bir ıslaklık kaldı Songül`den; birkaç damla yağmur damlası gibi. Yurt dışına döndükten iki ay sonra evlenmiş. Ona özlem dolu mektuplar yazdığım defterin rengidir, mordur benim ömrüme işlenmiş bir diğer rengim, Songül`ü düşündükçe düşlerime yağan yağmurun rengi…
“Kadersizsin Mazlum, erken ihtiyarladın” diyorlar bana, İhtiyar görünmekle birlikte, otuzumdayım. Renklerle, doğayla, evrenle barışığım, ama çok küsüm insanlara. Hiç sevişmedim, evet; ama birçok ağaca hayranlıkla baktım. Altıma kaçırmıyorum da artık, sonbahar yapraklarının sarılığı da bir mucize benim için. Dikdörtgenin çevresini öğrenmeyi reddediyorum; bir kurbağanın tenindeki yeşillik üzerine şiirler yazabilirim. Garo`nun kızına, -yeğenime- beyaz leblebi ikram etmemin yanı sıra, ona yaptığım uçurtmaların beyazlığı da mutlu ediyor beni. Songül`ün hediyesi mor renkli deftere, şarap rengi, eflatun, lila ve turkuaz dolusu mektuplar yazıyorum…
Siz beni deli belleyin en iyisi; ben kendi dünyamdaki bir dolu renkle, sizin yozluklarla, kıyıcılıklarla, sevgisizliklerle dolu dünyanızdan, aldım başımı gidiyorum…

28 Temmuz 2019 Pazar

Musolini’yi dolandıran Türk 😀😁😁😁


Mussolini’yi dolandıran çılgın Türk komiser Halit....
Tarihimizde çok ilginç karakterler ve olaylar var. Genelde tarihin tozlu sayfalarında kalmış olan bu insanlardan biri olan Eyüplü Halit’in Mussolini’yi bile dolandırmıştır. Nasıl mı?
Eyüplü Halit Girit kökenlidir. Çok iyi Rumca ve Fransızca bilmektedir. O döneme göre çok şık ve zevkli denebilecek şekilde giyinirmiş.
Eyüplü Halit, komiser oluyor
İstanbul’un işgal altında olduğu dönemde Eyüplü Halit bir ev kiralıyor. Yalnız da değil. Bir arkadaşı da var yanında.
Evi kiraladıktan birkaç gün sonra Türk ordusu İstanbul’a giriyor. Ev arkadaşının adı Arap Abdullah… Feridiye semtinde kiraladıkları evi beraber bir karakola çeviriyorlar.
Şehir işgalden kurtulurken illaki bir otorite boşluğu oluyor. Bizim Eyüplü Halit de bu otorite boşluğundan yararlanıyor.
Karakola kendisini komiser, arkadaşı Abdullah’ı da bekçi tayin ediyor. Bulundukları bölgede bir hayli zengin Rumlar var.
Abdullah gidip Rumları karakola getiriyor ve nezarete atıyorlar. Sonrasında ise iyi paralar karşılığında serbest bırakıyorlar tabi.
Bu numara ile iyi para kaldırıyorlar. Bölgedeki zengin tüm Rumları dolandırmışlar. Türk ordusu gelmeden de karakolu kapatıp tüyüyorlar.
Eyüplü Halit Mussolini’yi dolandırıyor
Yaptığı alengirli işler sebebi ile sürekli cezaevinde girip çıkan Eyüplü Halit İtalyan bir suçlu ile tanışır. Yıl 1935. İtalyan suçlunun lakabı kasa hırsızı.
Eyüplü Halit çok geçmeden İtalyan suçluyu kafaya alır. Beraber İtalyanca bir mektup yazarlar ve Mussolini’ye yollarlar. Mektupta yer alan ifadeler şöyledir:
“ Sayın Mussolini ben fikirlerinize çok değer veren ve size hayran olan bir Türk’üm. Burada Antalya’nın sizin hakkınız olduğunu savunduğum için beni hapse attılar. Yardımınızı benden esirgemeyin…”
Aradan bir ay geçer. İtalyan Başkonsolosu İstanbul Valisi ile görüşür ve Eyüplü Halit ile görüşmek istediğini dile getirir.
Hapishaneye giden İtalyan başkonsolosuna Eyüplü Halit’in dolandırıcı biri olduğunu memurlar söylese de inanmaz.
Kendisine yüklü miktarda bir para bırakır. Üstüne de onun hapisten çıkmasını sağlar.
Tabi Eyüplü Halit’in dolandırıcılık hikâyeleri karakol oyunu ve Mussolini’yi dolandırmak ile bitmiyor.
Hapisten çıktıktan sonra tam 68 kadını evlenme vaadi ile kandırdığı ve paralarını aldığı iddia ediliyor.
Tabi yakalanması da uzun sürmez. Eyüplü Halit’e tekrar hapishane yolu gözükür.
Eyüplü Halit’in ölüm tarihi de yeri de belli değildir. Bir rivayete göre 1950’li yıllardan önce ölmüştür. Eyüplü Halit’in hayat hikâyesi ilginizi çekti ise “Öz Hakiki Karakol” filmini de izleyebilirsiniz....

27 Temmuz 2019 Cumartesi

Mısır ve tanrılar


ANANA PAPİRÜSÜ
FİRAVUN 2.SETİ’NİN BAŞVEZİRİ,YAZMAN,DANIŞMANI
TANRI AMON ‘UN BAŞRAHİBİ
19.HANEDANLIK
Ey insanoğlu; bu parşömende yazılı olanları iyi oku. 
Oku;
burada var olmadığın günleri bulacaksın, eğer tanrıların bahşettiği bilgeliğe sahipsen. Oku çocuğum; çok uzaklardan sana henüz ulaşan geçmişin ve geleceğin sırlarını oku.
İnsanoğlu ebediyetten bugüne sadece burada yaşamadı birçok yerde, birçok zamanda, birçok dünyada yaşadı, her birinin arasında karanlıklar perdesi vardı ve şimdi kapılar açılacak ve başlangıçtan beri var olan tüm karanlık tüneller aydınlanıp, görünecekler. İnancımız bize sonsuz yaşamı öğretti, şimdi ebediyeti, sonun ve başlangıcın olmadığını anladık.
Bu sonsuz bir dairedir. Bu nedenle çember yasasına göre eğer bir tek şey doğruysa öteki her şey de doğrudur. Öyle ki bizler daima yaşadık.
Yaratıcı, insanoğlunun gözlerine birçok yüzünü, çeşitli ahitlerle gösterdi, aslında O birdir, O istedi ki tek bir tanrı olarak bilinsin, çünkü henüz her şey yanlıştı, her şeyin doğru olması için.
Özümüz ki o bizim ruhsal bedenimizdir. Kendisini bize çeşitli yollarla gösterir.
Bilginin perdesi sonsuzluktan gelir ve bu perde herkeste gizlidir. Mucizelerin gücü ile bize gerçeğin bir an için görünmesi özellikle yapılanmıştır.
Mısırlılar arsında bilinen kara böcek tanrı değildir, sadece onun sembolüdür. Çünkü o böcek ayaklarıyla çamurları yuvarlar ve yumurtalarını yaptığı topların içine koyar, aynen Yaratıcının dünyaları yuvarlayıp üzerine yaşamı koyduğu gibi.
Bütün Tanrılar, bir olarak sevgi ödülünü dünyaya verdiler, hiçbir kesinti, duraksama olmaksızın. İnançlar bize açıkça öğretti, belki sizlere de. Yaşam ölümle son bulmuyor ve bilin ki, sevgi tüm yaşamın ruhudur. Sonsuzluk boyunca sürdürülmelidir.
Görünmeyen zamanların kudreti ruhların tümünü bağlayacak; dünya öldüğünde, sona gelindiğinde ve bu arada bütün ayrı geçmişler onlara açıklanmış olacak…
ANANA

Mısır ,ölümsüzlük ve arınma


BA ve KA Şuur Ayrışımının iki bölümüydü. 
Şuur ayrışımın ilk bölmesine "BA" adı verdiler. Bu ölümsüz varolma halidir. Bu şuurun yeniden doğan tarafıdır. 
BA ölüm anında şuurdan ayrılır ve ruhlar kuyusuna dönerek tekrar doğmayı bekler.
Günümüzdeki terminolojide "RUH" ve "TİN " aynı anlama gelmektedir.
Ama daha yakın baktığımızda "RUH" kelimesinin BA'ya karşılık geldiğini görürüz,
Ruh ölümsüzdür,
Tekrar doğar ve tam aydınlanmaya doğru kutsal yolculuğunu devam ettirir.
"YAŞAM SOLUĞU " denilen bu görülmeyen GÜÇ veya ÖZ büyük deneyim, arınma ve aydınlanma yolculuğunda bedenden bedene göçmekte olduğuna inanılır.
Kadim Mısır'ın hiyeroglifleri veya sembolik dilinde, BA bazen kanatlı bir insan başı ve bazen bir insan başlı bir kuş olarak gösterilir. 
O, ölüm anında dünyayı terk ettiğimizin farkında olan parçamızdır bundan dolayı Kanatlı bir İnsan veya İnsan-Kuşu olarak gösterilir. 
Kuş motifi BA'nın Kuş sembolü Hayat Ağacından kendini serbest kılıp yer çekiminden ve maddi alemden kurtulup Kozmosa Uçabilen Gücü temsil eder.
Ölüm anındaki büyük ayrışımın ikinci unsuruna "KA" denilirdi. KA, insan şuurunun Dünyada kalan tarafıdır ve hiyerogliflerde Ufuk önünde iki uzanmış kol olarak temsil edilmektedir.
Bir paylaşımda açıklanmıştır.
Önceki Şuurlu Varlığın Psişik Tortusu veya Hayaleti olarak tanımlanır.
O ruhtur. O, fiziksel bedenimizin işgal ettiği yerle, sahip olduğu eşyalarla ve tanıdığı insanlarla bağlantısı olan tarafımızdır.
O yaşam mekanına musallat olur. O halde, canlandırıcı güç olarak BA'nın bedeni terk ettiğinde KA, şuurun arda kalan unsurudur. O, gölge veya ruhsal şuurun psişik izidir, veya bir yere musallat olan ve tekrar tekrar beşeri yaşamını yaşandığı illüzyon nitelikte cennet ve cehennemlerde mekan eden "ruhtur". O halde, görülebilir ki bu bağlamda "ruh" sözcüğü "KA" anlamına da gelmektedir.
KA ve BA bir bütünün parçaları gibidir.

25 Temmuz 2019 Perşembe

Bildiğimiz yanlışlar...

KOCA KARI DEĞİL “KOCA KARIA” İLACI
Binlerce yıldır dilden dile gelen sözcük veya tabirlerin zamanla kulaktan kulağa değişime uğraması sık rastladığımız bir durumdur.
İşte böyle azizliğe uğramış olan bir tabir de “Koca karı ilaçları” deyimidir.
Bu tabirin aslı “Koca Karia"dır.
MÖ 5'nci yüzyıldı.
Aylardan Nisan.
Bahar, Akdeniz ile Ege'nin buluştuğu topraklara merhaba demişti.
Damıtılmış rüzgarlar binlerce otun ve çiçeğin aromalarından oluşan mis gibi bir koku yayıyordu havaya.
Knidoslular, bugün Deveboynu dediğimiz Kap Krio'da taze baharı kutluyordu.
Şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor, şaraplar içiliyordu.
Bir anda bir çığlık duyuldu.
Bir haykırış.
Knidos kralının kızıydı bu.
Yörenin en zehirli yılanı sokmuştu.
1,5 metre boyunda kurşuni renkli engerek.
Genç kız acı içinde yere yığıldı.
Güzeller güzeli bir kızdı.
Kralın en küçük kızı.
İki ablası yakın ülkelerin prensleriyle evlenip yuvadan ayrılmıştı.
Sarayın tek çocuğuydu.
O yüzden kralın canıydı.
Yüzü morarmış, ateşi yükselmiş, narin bedeni titriyordu.
Kan ter içindeydi.
Hemen hekimlere gösterildi.
Hekimler sonucu krala tek cümleyle özetlediler.
"Maalesef."
Knidos prensesi ölecekti.
Genç kız öleceğine anlayınca babasına yalvarmaya başladı.
"Baba ne olur bir şeyler yap. Yaşamak istiyorum baba. Kurtar beni."
O yalvardıkça, kral kahroluyordu.
Biricik kızı ölürken, onun elinden bir şey gelmiyordu.
Oysa ne kadar da iyilik yapmıştı.
Halkıyla ilgilenmiş, yoksullara yardım etmiş, hükmettiği topraklarda adaleti sağlamıştı.
Tanrılar neden onu cezalandırıyordu?
İsyan etti.
"Ey tanrılar, neden ben, neden kızım? Ne kötülük yaptık, hangi sözünüzü ezdik. Sizler bugünler için varsınız. Yoksa!.. Yok musunuz?"
Tanrılardan ses yoktu.
Knidos prensesi ateşler içinde geçirdi geceyi.
Yüzü gözü şişmişti.
Kral da çaresizliğin acılarıyla sabahladı.
Aynaya baktığında saçları bembeyazdı.
Hekimler genç kızın akşama kadar can vereceğini söylüyordu.
Kral kızının başında, Knidoslular da tapınaklarda dualar ediyordu.
O anda bir haber getirdiler.
"Kralım dışarıda bir balıkçı var, kızınızı kurtarabileceğini söylüyor."
Kral, "hemen alın içeri" dedi, "hemen"
Aldılar.
Simi'den gelen bir balıkçıydı.
Kralın yaşlarında, uzun boylu, iri omuzlu, yanık tenli, yeşil gözlü.
Hemen, boynundaki meşin keseden tahta bir kutu çıkardı, içindeki merhemi genç kızın tüm bedenine sürdü.
"Üzülmeyin kralım" dedi, "kızınız ölmeyecek, Şişlikleri yarın inecek, ertesi gün de ayağa kalkacak."
Simili balıkçı bu merhemi kendisi gibi balıkçı olan dedesinden öğrenmişti.
Yörenin endemik otlarıyla yosun karışımı bir merhemdi.
Çok zehirli balıkların soktuğu insanlarda kullanmışlar ve onları kurtarmışlardı.
Bir keresinde Simi koylarında denize giren bir soyluyu, kuyruğunda iğne gibi bir kemik olan çok zehirli bir balık sokmuştu.
O balık bu denizlerin en zehirlisiydi.
Bu merhem onu bile kurtarmıştı.
Ertesi gün balıkçının dediği oldu.
Genç kızın şişlikleri indi, ateşi düştü.
Artık o narin bedeni titremiyordu.
Bir sonraki gün ise tamamen iyileşti, ayağa kalktı.
Kızıyla birlikte Knidos kralı da hayata dönmüştü.
Hemen talimat verdi.
"Balıkçıyı bulun, ailesiyle birlikte saraya getirin. Artık burada kalacak."
Buldular.
Kral Simili balıkçıyı saray hekimleriyle tanıştırdı.
Ve ikinci talimatı verdi.
"Bu topraklardaki dağları, taşları, ormanları tarayın. Tüm çicekleri, otları bitkileri araştırın. Denizlerdeki yosunları inceleyin. İlaçlar yapın, insanları kurtarın. Krallığım bu konuda size her türlü desteği verecek. "
Derler ki, tarihin ilk bilimsel tıp adımı işte o gün atıldı.
Derler ki, tıbbın babası Hipokrat işte bu adımlardan yola çıktı.
Derler ki, tarihin ilk bilimsel farmakoloji merkezinin Anadolu'da kurulmasını nedeni işte bu Simili balıkçıdır.
Ve hatta derler ki, yüzlerce yıl Karia İmparatorluğu' nun topraklarıydı, bu şifa dolu topraklar. Karialılar şifalı otlardan yüzlerce ilaç yapıp, binlerce hasta iyileştirdiler.
İşte bu yüzden "Koca Karia İlacı" sözü yüz yıllardır Anadolu'da "Koca Karı İlacı" diye kullanılır.

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Yunus başlığı ve uzayda ki yıldız..

ORİON ÖYKÜSÜ VE KURANDAKİ YUNUS PEYGAMBER..! 
Heredotos'un anlattığı masallar arasında Arion'un masalı kadar sevimlisi yoktur.
Hem tarihçi onu bir masal gibi değil, gerçekten olmuş şaşılacak bir olay diye anlatır:
Şairler anası Lesbos'ta Arion adlı bir ozan yaşarmış. Dili öyle tatlı, çalgısı öyle 
dokunaklıymış ki ünü Midilli'den çok öteye yayılmış..
Günün birinde adası dar
gelmiş Arion'a dünya göreyim deyip Korinthos'a göçmüş. Ora halkını da büyülemiş,
üstelik Korinthos'un yöneticisi Periandros'u da dost edinmiş kendine. "Gitar
çalmakta eşi yoktu", diyor Herodot hemşehrimiz, "duyduğuma göre de Dithyrambos'u
ilk söyleyen odur." Dithyrambos, Tanrı Dionysos'a bir övgüdür, bu tür, Tragedya'nın
kaynağı sayılır. Arion onu yarattıysa, Tragedya'nın babası odur demek (Dionysos)..
Her neyse, Arion sanatıyla yalnız ün değil, çok da para kazanmış, İtalya'yı, Sicilya'yı
gezmek hevesine kapılmış. Orada da bir süre kalıp, servetler topladıktan sonra,
dost Periandros'un yanına dönecek olmuş. Taranto'dan gemiye binmiş,
yolculuk için Korinthos'lu bir geminin tayfasıyla pazarlığa girişmiş, çünkü en çok
bu şehir adamlarına güvenilmiş. Ne var ki denize açılınca, gemiciler onu suya
atıp paralarının üstüne oturmayı kurmuşlar..
Arion fiskoslarını duymuş ve vanmı
yoğumu alın, bana hayatımı bağışlayın diye yalvarmış. Bir gece önce düşünde
ApoIIon'u görmüşmüş Arion. Güvenmiş Tann'ya ve bakmış ki başka kurtuluş yok,
en güzel urbalarını giyip son bir kez güvertede denize karşı saz çalmayı dilemiş.
Sonra da denize atacakmış kendini. Öyle güzel çalmış, öyle dokunaklı söylemiş ki,
Apollon'un kutsal hayvanları, yunus balıklan belirmiş çevrede; toplanmış,
dinliyorlarmış ozanı..
Arion ezgisini bitirince denize atlamış, hemen yunus balığının
biri onu sırtına almış ve Yunanistan'a kadar götürmüş. Hain gemiciler Korinthos'a
varınca, Periandros şairin ne olduğunu sormuş, denize düşüp boğulduğunu
söylemişler. O sıra Arion birdenbire çıkıp gelmez mi! Periandros gemicileri çarmıha
gerdirmiş, Tanrı Apollon da Arion'un sazıyla üstünde yolculuk ettiği yunus balığını
gökte bir yıldıza dönüştürmüş..😔

16 Temmuz 2019 Salı

Mısır ve eski inançlar


412 yılında İskenderiye piskoposu Theophilus Cyril’di. Daha sonra Kilise tarafından Aziz mertebesine yükseltilecek olan Cyril, İskenderiye’de Yahudilere kan kusturuyordu. Yahudiler ta baştan beri İskenderiye’de herkes gibi yaşıyorlardı. Ama şimdi takip edilen kişilerdi. Sonunda Sinagoglar yıkıldı, Yahudiler yağmalandı ve kentten kovuldular.
413 yılında Theodosius II. Constantinopolis’in çevresini eskisinden daha sağlam surlarla çevirtti.
414 yılında İskenderiye’deki Yeni Platonculuk Okulu kapatıldı. Okulun son yöneticisi olan Hypatia Hıristiyanlarca (Hıristiyan keşiş gurubu tarafından) işkencelere maruz kalarak öldürüldü. Son filozoflar da kuvvetli olasılık ile Uzak Doğu’ya kaçtılar. Hypatia ünlü bir filozof ve matematikçiydi. Ayrıca akıllı ve güzel bir kadındı. Bu olay, 390 yılındaki İskenderiye kitaplığının yıkılması ile birleşince binlerce yıldır sürmüş olan Mısır dini inançlarının sonu olmuştur.
Zaten Hıristiyanlığın giderek daha güçlü bir biçimde yerleştiği M.S. 150 ile 450 yılları arasında, Mısır büyük siyasal ve dinsel belirsizlikler ve çeşitlilikler döneminden geçmişti. Artık Hermesçiler, Yeni Platoncular ve Gnostikler, Eski Mısır inançlarının bir ölçüde mirasçısı konumundaydılar. Bu mirasçılar Tanrı'ya bireysel olarak ya da ezoterik örgütlenmeler sayesinde ulaşılabileceği inancına eğilim gösteriyorlardı. Bunun için ise, gizemli ve çetin bir inisiyasyon sürecinden geçmek zorunluydu. Bu yöntemin kilit unsurlarından biri, her adayın içmek zorunda olduğu gizlilik andıydı. Söz konusu gruplar her türlü açıklığa düşmandılar, zira gerçek bilgeliğin ancak ezoterik bir dizi öğreti içinde ve uzun bir süreç sonunda elde edilebileceğine inanıyorlardı. Bu örgütler için en önemli unsur inançlarının içerdiği gizemlerdi. Bu gizemleri, başkalarına açıklamak inançlara kökten ihanet etmek anlamını taşırdı. Bu nedenle de bu inanç sistemlerinde olup bitenleri tam olarak bilmek olanak dışıdır. Tüm bu gizlilik örtüsüne rağmen, bu inançların ana hatlarını özetlemek mümkündür.(Geçtiğimiz günlerde mısır rahiplerinin yaptığı zorlu egitim sürecini paylaşmıştım)
Hatırlanacağı gibi, üçleme (teslis) saplantısı uzun zamandır, dünyanın her yerinde ama özellikle Mısır’da vardı. Sanıyoruz ki insanoğlu üç noktanın kararlı bir denge oluşturduğunu
fark ettiğinden beri, dini dayanağını da denge içinde götürmüş olmayı tercih etmiştir. Bu dengeyi, üçlemeyi sembolize eden şey de genel olarak bir üçgen olurdu. Hıristiyanlığın teslis inancında ve Hermes Trimegistos (Üç Kez Güçlü Hermes) geleneğinde bu olgu kolaylıkla görülebilir. Hermesçilerin, Yeni Platoncuların ve Gnostiklerin teslis uygulamasında iki temel uygulama vardı. Bunların ilkinde, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir baba Tanrı, babanın gücünü harekete geçiren bir oğul ve baba ile oğul arasında bir tür köprü işlevi gören bir güç bulunuyordu.
Daha yaygın olan ikinci üçleme (üçlü birlik, teslis) ise, yaratıcı gücün yani "Demiurgos"un ardında bir "Gizli Tanrı" olduğu inancına dayanıyordu. Bu iki Tanrı ya tamamen birbirinde ayrı, ya da gizemli bir biçimde birleşmiş olarak düşünülürdü. Plotinos’a göre tüm varlıklar, “ yayılma “ öğretisi uyarınca Tanrı’dan çıkmıştı. Bunlardan ilk ikisi, Plotinos’a göre, tanrısal varlıklardı. Bu “ İki “ bize Tanrısal yaşamı tanıtıp, ona uygun yaşamamızı sağlamışlardı. Bu “ İki “ ile “ Bir “, Hıristiyanların Teslisi gibi, üçlü oluşturuyordu. Bir'den ilk olarak Zihin (nous) çıkmıştı. Nous, Platon'un idealler âlemine denk geliyordu. Bir'in sadeliğini anlaşılır kılan Zihin (nous) du. Zihinsel bilgi, araştırma ve emek karşılığı olmadan, sezgisel olarak kazanılan bir şeydi. Zihin (nous) nasıl Bir'den çıkmışsa, Zihinden de Ruh (psyche) ortaya çıkmıştı. Böylece Yeni Platonculukta, yaratma işlemini gerçekleştiren “ Bir “ ile saf düşünce " Gizli Tanrı " yı oluşturuyordu. Teslis’in üçüncü üyesi büyük bir çeşitlilik gösteriyordu. " Dünyanın Ruhu " olabilirdi, " Tanrısal Akıl " da olabilirdi. Ancak temel işlevi, bir yandan üçlemenin (teslisin) diğer iki unsuru arasında köprü görevi görmek, diğer yandan da onları birbirinden ayırmaktı.
Hermesçilik, Yeni Platonculuk ve Gnostisizm öğretileri kademeli öğretilerdi. Birinci kademedeki büyük kitleler için sadece inançlar vardı. Üst kademedeki seçilmişler için ise bilgi yani " Gnosis " vardı. Ne var ki, Gnosis akılsal bir bilgi olmayıp, insanın kendini bilmesi demekti. Kendini bilmek ise sezgisel bir bilmeydi.
Seçkinler etik ve dinsel eğitim ve uygulamalar sayesinde Tanrı'ya (Bir’e, İlk Neden’e) yaklaşabilirlerdi. Kitleler ise Demiurgos'un ötesinde hiç bir şeyi göremezdi. İnsanın kendi içine dönüşü, ezoterizm ve seçkincilik, insanın fiilen ya da potansiyel olarak Tanrısal olduğu inancını da birlikte getiriyordu. Bunun kaynağını Osiris inancında aramak gerekir. Başlangıçta ölen firavun Osiris oluyordu. Sonraları, Mısır dininin geç dönemlerinde, bu inanç bir biçimde demokratikleşmiş ve halka açılmıştı. Her insan, kendini adama, iyi bir eğitim ve doğru bilgi sahibi olmakla, Osiris'e dönüşme ve böylece ölümsüzlüğü elde etme şansına kavuşmuştu. Mısır inancında Tanrı, insan da dâhil olmak üzere, her şeyde var olabilirdi.
Mısır dininin çöküşünden sonra ortaya kaotik bir durum çıkmıştı. Mısır dininin kalıntılarından doğan üç inanç akımı Hermesçi, Yeni Platoncu ve Gnostik akımlar formel bir örgütlenmeye sahip değildiler ve zaten insanın iç dünyasına yönelik yöntemler bireyselliği zorunlu kılıyordu. Hermesçiler, her şeye kafa tutarak, Mısırlı kaldılar. Yeni Platoncular Helenleşerek bağlılıklarını Platon düşüncesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Gnostikler ise kendilerini Hıristiyan olarak gördüler. Kuşkusuz bu üç akım arasında ayrılıklar ve rekabetler oldu. Yine de bu üç akım birbirlerine yalnızca biçimsel olarak benzemekle kalmıyorlar, aralarında ilişkiler kuruyorlardı.
Buradan Hıristiyanlığa gelirsek, Hermesçilik ile "Yuhanna İncili" ve "Aziz Pavlus'un Mektupları" arasında yakın bir benzerlik bulunmaktadır. Hermesçiliğin Hıristiyan teolojisini doğrudan etkilemiş olduğu belirtilmelidir. Hermetik metinler (Hermetica), başlangıçları itibarı ile Hıristiyanlık öncesine ait ve Mısır kökenlidirler. Hıristiyan teolojisinde sadece Helen ve Platon etkisi değil, aynı zamanda Mısır etkisi de vardır. Zaten diğer taraftan Platon ile Pythagoras'ın fikirleri Mısır kökenlidir.
Mısır inançlarının sonu konusunda kısa bir özet yapmak gerekirse, Yeni Platonculuk ve Gnostisizm öncelikle Mısır'da, büyük ölçüde Helenleşmiş Mısırlılar arasında, kurumsallaşmış Mısır dininin yıkılmasından sonra yayılmıştır. Bu akımların ve müritlerinin oluşmasında Hermesçi düşünceler önemli bir rol oynamış ve merkezi bir yer tutmaya devam etmiştir..

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Kazdağına ismini veren Sarıkız kim..

SARIKIZ KİMDİR ?
Sarıkız, Çanakkale iline bağlı Ayvacık’ın bir köyünde ailesi ile yaşarken, küçük yaşta annesi vefat eder. 
Babası Sarıkız’a “Biliyorsun anneni çok severdim, burada çok hatırası var, anneni unutmam zor oluyor. Buradan göçelim” der ve Kaz Dağları’nın eteğindeki Güre köyünün yakınlarındaki Kavurmacılar köyüne gelerek yerleşirler.
Burada çobanlık yaparak geçimlerini temin ederler. Köyde çok sevilirler. Köyün yaşlıları, gençleri Sarıkız’ın babasına akıl danışırlar. Köylüler onun ermiş olduğunu düşünürler. Aradan yıllar geçer Sarıkız büyür güzel bir kız olur. Babası da yaşlanır. 
Aklında hep hacca gitme fikri vardır. Hacca gidebilmek için namazında niyazında sürekli Allah’a yalvarır. Sarıkız babasının bu isteğini yerine getirmesi için onu teşvik eder. Babasına artık büyüdüğünü kendisine bakabileceğini, daha fazla yaşlanmadan hacca gitmesi gerektiğini söyler. Babası kızını komşusuna emanet eder, hacca gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi değil, belki altı ay, belki de daha fazla, yaya gidiliyor.
Babası hacca gittikten sonra, köyün delikanlıları, Sarıkıza talip olurlar. Sarıkız hiçbirine yüz vermez. Onlarda dedikodu yayarak Sarıkıza iftira ederler.
Baba hacdan dönünce kimse yüzüne bakmaz, selamını almazlar. Sarıkızı teslim ettiği komşusuna bunun sebebini sorduğunda, Sarıkızın kötü yola düştüğünü söyler. Baba günlerce düşünür. Adet olan hac hayrını da yapamaz. 
Köyde yaşayabilmesi için namusunu temizlemesi gerekmektedir. Fakat çok sevdiği kızını öldürmeye kıyamaz. Yanına aldığı birkaç kazla, kızını, Kaz Dağının zirvesine götürüp oraya bırakır. Orada yabani hayvanlara yem olacağını düşünür.
Aradan yıllar geçer. Bayramiç tarafından gelen yolcuların dağda yollarını kaybettiklerinde, darda kaldıklarında kendilerine sarı bir kızın yol gösterdiğini, yardım ettiğini söylerler. 
Kazlarının olduğunu, hatta bunların bir gün Bayramiç ovasına inerek çiftçilerin mahsülüne zarar verdiğini, köylülerin bu durumu sarıkıza söylemeleri üzerine, Sarıkızın eteğine doldurduğu taşları saçarak, bir avlu oluşturduğunu, kazlarında artık aşağılara inmediğini söylerler. Kaz avlusu diye anılan bu alanın duvar kalıntıları günümüzde bile gözükmektedir.
Bu hikayeleri dinleyen baba, bunun Sarıkız olabileceğini düşünür. Dağın yolunu tutar, zirveye vardığında, duvarlarla çevrili kazların bulunduğu bir alanla karşılaşır. Kızını bugün sarıkız tepe diye anılan yerde bulur. Sarıkız, babasını gördüğüne sevinir. Ona saygı gösterir, hürmet eder. 
Babası namaz kılmak için abdest almak ister. Sarıkız, abdest alması için babasının eline su döker. Babası suyun tuzlu olduğunu söyler. Sarıkız aceleden yanlışlıkla denizden aldığını söyler ve testisini vadilere doğru uzatır. Yeni doldurduğu suyu babasının eline döker. Babası buz gibi tatlı suyu tadınca kızının erdiğini anlar. 
O sırada siyah kara bir bulut gökyüzünü kaplar, Sarıkız kaybolur. Babası kızının erdiğine, sırrının açığa çıkması nedeniylede kaybolduğuna kanaat getirir. Kızına iftira edildiğini anlar ve köylülere beddua eder. Bugün Kavurmacılar köyünde yaşayan kimse kalmamış, muhtar, köy mührünü, yaşayan kimse kalmadığı için Kaymakamlığa teslim etmiş ve köyün adı kütükten silinmiştir. 
Sarıkızın babası üzüntü ile tepelerde dolaşırken bugün Baba tepe denilen yerde ölür. Yöre halkı Sarıkıza ve babasına dağın yassı taşlarını üst üste koyarak mezar yaparlar. Sarıkızın mezarının olduğu tepeye Sarıkız tepe, Babasının bulunduğu tepeye Baba tepe derler. Yöre halkı her yıl ağustos ayında Sarıkızı ve babasını anmak için buralara çıkarlar.