26 Mayıs 2018 Cumartesi
Psişik savaş ve zihin kontrolü.
Lanetli Ekmek Olayı!
1951 yılında Fransa’da yaşanılan bu olay, 300 kişinin delirmesine ve 7 kişininde ölmesine sebep oldu.
Fransa’nın Pont-St. Esprit köyünde herkes birbirini tanıyor ve mutlu bir şekilde yaşıyordu. Ancak tarih; 16 Ağustos 1951 yılını gösterdiğinde beklenmedik olaylar yaşanmaya başladı.
Bu küçük köy halkının insanları, sabah delirmiş bir şekilde uyanmışlar. Aynı zamanda mide rahatsızlığı ve fiziksel ağrılarda baş gösteren bu olayda; köy halkının neredeyse tamamı halüsinasyonların etkisi altındaymış.
Görgü tanıklarının anlattıklarına göre 11 yaşında bir çocuk büyükannesini boğmaya çalışmış, kimileri kendilerini ölü ve ejderha sanmış. Sadece sanmakla kalmayıp bir de hayali canavarlarla savaşmışlar.
Doktorlar bu olayı duymasıyla birlikte 250 kişiyi inceleme altına almış ve 50 kişide ağır akıl hastalığının başladığı gözlemlenmiş. Bununla birlikte bu 50 kişi de akıl hastanesine yatırılmış.
8 gün sonra hastaların durumları iyi'cene ağırlaşmış ve hastanede yatan bir hasta kendini uçak sanıp 3. kattan atlamış. Garip olansa bu hasta yerden kalkarak sağa-sola koşmaya başlamış. Son olarak; tedavi gören hastalardan 6’sı da intihar ederek yaşamlarına son vermişler.
Doktorlar incelemelerden sonra olayın başlangıç noktasının köydeki fırın olduğuna kanaat getirmiş. Çünkü fazla ekmek yiyen kişiler daha şiddetli halüsinasyonlar görmüş ve az yiyenlerse sadece fiziksel şikayetlerde bulunmuşlar.
Ekmeğin lanetli olmasının nedeni ise fırıncı olan Roch Briand’ın uyuşturucu etkisi olan ergot mantarını yanlışlıkla ekmek hamurunun içerisine karıştırmasıymış.
Olaylardan 2 yıl sonra köyden birisi intihar ederek yaşamına son vermiş ve bununla birlikte her şeyin sadece bir ekmekten kaynaklanmadığı düşüncesi ortaya çıkmış. Ortalığı daha da karıştıransa CIA’nin ortaya çıkan belgeleri olmuş.
Gittikçe sırlar dünyasına dönen bu olayı gazeteciler araştırmış ve bir ilaç firmasının, CIA ile arasında geçen görüşmeleri yayınlanmış. Belgelerde; köydeki insanların LSD sebebiyle delirdikleri yazıyormuş.
Bu haberlerin yayılması ardından, CIA’nin bu köydeki insanları kullanarak zihin kontrolü deneyi yaptığı vurgulandı. Tabii bu sadece bir iddia ve aradan geçen onca yıllara rağmen aydınlatılamamış. Son olarak; asıl bomba ise bu olaylar birileri tarafından ört bas edilmeye, yani unutturulmaya çalışılmış. Yani iddiaların doğru olma olasılığı yüksek gibi görünse de, unutturmayı başardıkları için bir daha ilgi konusu olmamış.
Bunu yapan medeni toplum dediğimiz batı.Bir çok konuda gelişmekte olantoplumlara insan hakları konusunda ders veren bugünki medeni dediğimizbatının aslında kimseye öğüt verecek yüzü yoktur.Geçmişlerinebaktığımızda avrupa ülkesinin bir çoğunun karnesi bozuktur.Bu bozukluko kadar vahşidir ki savaş sırasında tecavüz sonucunda doğan çocuklarıyok edercesine katletmişerdir.Katletmek sadece ödürmekten ibaret değilkötü muamele veya dışlamakta aynı..
Bir savaşın yaralarını kadınlar ve en çokta çocuklar çeker...Savaşlar sona erdikten sonra da etkileri uzun süre devam eder. Fakat bazı savaş sonuçları var ki, onlar kuşaklar boyunca etkisini sürdürür. Bu izleri en çokta çocuklar taşır, savaş çocukları…
İkinci Dünya Savaşı sırasında işgalci Alman askerleriyle, Norveçli kadınlardan, doğan çocuklar. Sayıları 10-12 bin dolayında. Çocuğun ne suçu olabilir ki? Ama onların ki büyük…
Dünyaya gözlerini açtıklarından beri toplumdan dışlandılar, aşağılandılar. Anneleri fahişe muamelesi gördü. Norveç devleti, onları daha emekleme çağındayken başka ülkelere göndermek istedi. Çünkü Alman genleri taşımaktaydılar!
Norveç’in savaş çocuklarını ya da gazetelerdeki başlıklarla “Alman Çocuklarını” daha yeni öğrendik. Bugün yaşları 60-65 arasında binlerce kişi yaşamları boyunca toplumda, dışlandılar.
Bir çocuk nasıl suçlanabilir? Oysa 1945 teki Norveç hükümetine göre çocuğun babasının Alman olması, potansiyel suçlu ilan edilmesi için yeterli idi. Nazilerin Yahudilere bakışından ne farkı var bu anlayışın? Bu kadın ve çocukları hükümet 1945 yılında önce Avustralya’ya göndermek istemiş, ama bu düşüncesi Avustralya tarafından kabul görmeyince ve başka ülkelere de göndermek mümkün olmayınca toplumun dışında tutulmaya çalışmış. Çocuklar hem özürlü damgası yemiş, hem de Alman genleri taşıyorlar diye gelecek nesiller için tehlikeli ilan edilmiş.
Norveç’teki “Alman çocukları” kulaktan kulağa konuşulsa da olayın esas çehresi bilinmiyordu. Bu konuda 2001-2004 yılları arası geniş bir araştırma yapıldı ve bir rapor hazırlandı Kız çocuklarına küçük yaşta tecavüz edildiği, çocukların domuz ahırlarına bağlandığı, boyunlarına köpek tasması geçirilenler bile olduğu raporda ifade edilenler arasında. “Alman çocukları”nın dışlandıklarını gösteren başka göstergeler de var: Eğitim ortalamaları diğer çocuklara göre çok düşük. Yaşam süreleri kısa olduğu gibi, intihar ortalamaları da yüksek. Raporda yer alan söyleşilerde, birçoğu horlanmaktan dolayı 9-10 yaşlarında intihar eşiğine geldiklerini anlatıyorlar. Suçlamaları kabul etmeyen Norveç devleti, horlama, dışlama ya da tecavüz olaylarından yapanların sorumlu olduğu, devletin suçlanamayacağı görüşünden hareket ediyor. Oysa “Alman çocukları”nın avukatı, dışlama ve horlamanın sistematik olduğunu savunuyor. Avrupa Mahkemesi’nin yargıçlarının kararı ne olursa olsun, bizler bir gerçeği daha öğrendik.
Kadınlarımız.Aşık olduğumuz sonrada hunharca katlettiğimiz veya onarılmyacak derecede yıprattığımız diğer yarımız.Allahın bize hediye olarak yarattığı dokunulmaz olancan varlıklar.Kadına ne verirsen o sana herşeyi verir.Hayat arkadaşımız ortağımız yoldaşımız kadınlarımız.Yazılarla veya sözcüklere sığmaz bir kadını anlatmak.Kainat durdukca kadınlarımızda onurlu bir şekilde varolacaklar.Ve var olsunlar biz onlarsız ne yaparız.
Kadınlarımız bizim toplumsal aynamızdır.Ayna ne kadar temizse bizde okadarız.Kadına değer veren halk daima ilerlemiştir..
Dayağın dili kültürü veya sınıfı yoktur,ayırmaz o acı canlıları ki:( biz insan olarak var olan bu dünyada bütün canlılara eziyet ediyoruz,)Toplumsal yaradır kadının dayak yemesi.Bir erkek bir kadını dövdüğünde o erkeğin ne kadar cahil olduğu ortaya çıkar.Sevmeye bilirsin ayrıl veya boşan.Ama dövmek öldürmek bu tamamen vahşi bir içgüdüdür.Cahilliktir.Beynin kapasitesinin iflasıdır.
Kadın ağladığında yaratılmış veya yaratılacak olan bütün kainat ağlar.Çünki Allah ona kendi esması olan Rahim ismini vermiştir.Benim gözümde hiç bir canlıya heleki bir kadına el kaldırmak kitabımda yoktur.Ma hemcinslerim (erkekler) bunu anlayamadılar.Gelelim yaşanmış olan bir olaya:
El bebek gül bebek büyütülen ben, aynanın karşısına geçip bugün, yediğim ilk koca dayağından sonra gözümün altında biriken morluğu okşadım usulca. En sevdiğim renk mor olmakla beraber, bir daha mor bir elbise giymeyeceğim belki de. Bir kadın, mesela en sevdiği renge küsüyorsa, annesi değil, bir fahişe avutabilir onu.
Karşı komşum Sedef bir fahişe. Kapımı çaldı bu sabah. Açtım.Tuttu elimden. “”Gel canımın içi” deyip kendi evine aldı beni. Terlik bile yoktu ayağımda, o da terliksizdi. Benim morluğum gözümün altındaydı, onun morluğu her yanında, -ayakları da dahil-. Dedi ki,“o herif seni çok fena dövdü dün gece değil mi Zarife?” Yutkundum, “ah, sarılayım sana” dedi. Akıp gittim Sedef`in kollarının arasından kucağına. Dövülürken ağlamamıştım; bir dost kucağında küçücük bir su birikintisi oluverdim bir anda. Kolonya tuttu bana Sedef, kahve pişirdi. Suskunluğumuzu dinledik birbirimizin. İki kadın, birbirinin suskunluğunu dinliyorsa, yaralı kadınlarla doludur ruhları, - ben bugün bunu öğrendim. –
Yarım saat geçmedi, arkadaşları geldi Sedef`in; Hatice, Bahar ve Güler. “Sana geldik Zarife” dediler, “geçmiş olsuna geldik canım benim.” “Beni tanımıyorsunuz ki” dedim. “Sedef`in canı, bizim de canımızdır “ dediler. Bir sarılışları vardı bana, sanki annem sarılıyormuş gibi. Bir bilseniz, nasıl utandım o tedirginliğimden. Hatice genelevde çalışıyormuş. Bahar, müşterileriyle otel odalarında ilgilenirken, Güler ise gece on birden sabah altıya kadar bir pavyonda ömür çürütüyormuş. Hatice melemen yaptı hikâyesini anlatırken. Ara ara lafa karışan Bahar çay demlerken, Güler sofrayı kurup , “ne bize acı, ne de kendine acı güzel bacım” diye bana nasihat etti.
Göz göze geldik Sedef`le. “Kaç aydır karşı karşıya oturuyoruz, yalnızca selamlaştık seninle” dedim. “Sen beni kınadın Zarife, oysa benim canımsın” dedi. “Kınamadım” dedim. “Şimdi kınamıyorsun, evet; ama hep kınadın beni, hissettim ben” dedi kederle. “Kınamadım aslında” derken, boğazım öyle düğümlendi ki. Yanı başıma sokulup saçlarımı okşadı Sedef. O anda ne geldi aklıma biliyor musunuz; kimse bana şefkatle dokunmamıştı aylardır, kocam bile. Bir gün, bir sokak köpeği patisini uzatmıştı avucuma; ah, bir sokak köpeğinin şefkati süzülüvermişti avucumdan ruhuma…
Boşala boşala ağladım, “ağlama” demediler. Teskin edici hiçbir söz de söylemediler bana. Tuttular birbirlerinin elinden. Dedim ki, “ben de tutmak isterim elinizden, hepiniz canımsınız.” Ben, Sedef, Hatice, Bahar ve Güler; beş renk olduk, beş tını, beş sızı ve solgunluk. “Anlat” dediler, “kocanı anlat.” “Bilemezdim” dedim, “sevmiştim o adamı…” Resimler yaptık gün boyu, hiçbirimizin resim becerisi yokken. Şarkılar söyledik, içimizi döktük ve masallar uydurduk birbirimize.
Sedef pencereyi açtı birdenbire. “Seslenelim gökyüzüne doğru; yaralı kadınların kırılgan sesleri dolaşsın gökyüzünde ”dedi. Sedef konuştu ilk. “Sevişirken, bir kez olsun uçurtma uçuramayışım geliyor aklıma. Çok isterdim uçurtma uçurmayı. Özlemlerimi düşünürken, üzerimdeki adamların canımı yakışını hissetmiyorum...” “Sarımsaktan nefret ediyorum” dedi Hatice. “Ağızları sarımsak kokarken, benim onları memnun etmemi bekliyorlar. Oysa annemin sarımsak soslu makarnasını ne çok severdim...” Bahar, “sevişmek istemiyorum” dedi, “kitaplar gibi kokmak istiyorum ve kokumun sindiği kitapları okumak istiyorum çocuklara, kedilere ve körlere.” Güler, “sevişmeyeceğim cennete girersem; gidip cehennemdeki çocuklarla ilgileneceğim “dedi. Ben geçtim pencerenin önüne en son. Gökyüzünü seyrederken annemi gördüm bulutların arasından. “Anne” dedim, susuverdim. “Bilemezdin kızım” dedi, “sevmiştin o adamı…” “Ben çok yoruldum, sizinki gibi bir evliliğim olsaydı keşke” dedim. “Babanın bana ilk hediyesi çizgili bir dosya kağıdına yazdığı mektuptu Zarife” dedi annem. “İkinci hediyesi neydi?” dedim. “Kendi yaptığı bir kartpostaldı” dedi. “Nice hediyesi oldu babanın. Benim ona ilk hediyem bir çift çoraptı. Sonra, iki yüz elli gramlık bir kahve aldım ona. “Bana kahve pişirirsin belki” dedim. Ertesi gün oturduğu öğrenci evine davet etti beni baban. “Kahvenizi nasıl alırsınız hanımefendi?” diye sordu gülümseyerek. Kahve fincanları yokmuş yazık; çay bardağında içtim babanın bana pişirdiği ilk orta şekerli kahveyi.” Gülümsedim. “Mutsuzsun, gel yanımıza kızım” dedi annem. “Kendi yolumda gideceğim” dedim anneme; “senin gibi, babam gibi, nice güzel canlar gibi kendi yolumda yürüyeceğim” Dalgın dalgın baktı bana. “Duyuyor musunuz?” dedim kızlara. “Annenle konuşuyorsun değil mi?” dediler, “ama neler söylediğinizi duymuyoruz. “ Ah, muhteşem bir büyüydü annemle konuşmam…
El bebek gül bebek büyütülen ben, aynanın karşısına geçip bugün, yediğim ilk koca dayağından sonra gözümün altında biriken morluğu okşadım usulca. Ben bugün kadın olduğumu anladım fahişe dostlarımın arasında.
Girdim eve gecenin on birinde. Çıplak ayaklarıma bakıp bağırdı kocam, “ne bu halin, neredesin sen?” “Hele bir daha vur” dedim fısıltıyla, “hele bir daha dene sıkıysa!” “Kim verdi sana bu cesareti?” dedi şaşkınlıkla. Demedim bir şey, banyoya geçtim.
Aynanın karşısında seyrettim kendimi. Bir saat, iki saat, üç saat… Saatlerce seyrettim kendimi. Annemin ve babamın beni bir kez olsun incitmeyişini düşündüm. Sedef`e olan önyargılarımı düşündüm ve Sedef`in özlemlerini. Hatice`nin içine akıttığı gözyaşlarını, Bahar`ın yara bere içindeki teninden serpilen kitap kokusunu, Güler`in, “ne kendine acı güzel bacım ne de bize” deyişlerini…
Ruhumu seyrettim aynada, nice yorgun, ölgün, tutunamamış kadının kanayan ruhlarını. “Sen benim aynamsın” dedim aynaya,” sen Zarife`nin aynası…” ”Canımsın” dedi aynam, “gittiğin her yere götüreceksin beni, yollarda dinecek ruhunun sızısı…” “Dinsin lütfen, çok sızlıyor ruhum” dedim. “Hiç çalışmayan sen, sekreterlik yapacaksın ilk önce” dedi. “Yaparım” dedim. “Sonra, kasiyer olacaksın çalışacaksın” dedi. “Çalışırım dedim. “Bakıcısı olacaksın huysuz bir ihtiyarın” dedi. “Olurum” dedim. “Bir adamı seveceksin ve sana ilk hediyesi çizgili bir dosya kağıdına yazdığı mektup olacak” dedi. Doluverdi gözlerim; dedim ki, “ah, şimdi babamı daha çok özledim...”
Banyonun kilitli kapısını yumrukladı kocam. Açtım kapıyı, yanı başından geçip giderken, sıktı kolumu acıtırcasına, “derdin ne lan senin!” dedi öfkeyle. Göz altımdaki morluğu gösterdim. “En sevdiğim renge küstüm senin yüzünden” dedim. Bakakaldı morluğa öylece. “Özür dilerim” dedi. Yatak odasına girdim. Bavulumu hazırlamaya başladım. “Gitme” dedi. “Bu evde bana ait bir koku vardı, artık yok” dedim. “Nasıl yani?” dedi. “Senin de kokun yok artık” dedim ve yine fısıldayarak, “hele bir daha vur sıkıysa, sen beni dövebilirsin ama ben seni öldürürüm!” dedim. “Sen hanım hanımcıktın, ne oldu sana böyle?” derken sesi titriyordu. “Bugünüm güzel geçti” dedim gayet sakin,“kendimi buldum ve anne babamı daha iyi duyumsadım fahişelerin arasında…”
Yollara düşeceğim, üzerimde annemin mor hırkası; kavuşmak için annem gibi içtenliklere, babam gibi inceliklere ve fahişe dostlarım gibi incitilmişlere…
Şarkılar söyleyerek yürürken gökyüzüne bakacağım bir gece yarısı; bir elimde babamdan yadigar tahta bir bavul, bir elimde Zarife`nin aynası…
25 Mayıs 2018 Cuma
Ön yargılı olmamalyız.
Uçağın hareketine saatler olduğu için zaman geçirmek için bir kitap ve bir paket küçük kurabiye satın aldı.
Dinlenmek ve kitabını okumak için VIP salonunda bir koltuğa yerleşti.
Kurabiye paketinin durduğu sehpanın yanındaki koltuğa bir adam oturdu; dergisini açıp okumaya başladı.
Genç kadın ilk kurabiyesini aldı. Adam da bir tane aldı. Bayan çok rahatsız hissetti kendisini ve:
“Sinir birşey! Havamda olsaydım bu cüretinden dolayı onu yumruklardım!”diye düşündü.
Bayan bir kurabiye alıyor, adam da bir tane alıyordu. Çıldıracak gibiydi bayan ama olay çıkarmak istemiyordu.
Nihayet son kurabiye kalınca kadın: “Bu küstah adam şimdi ne yapacak?” diye düşündü.
Adam son kurabiyeyi aldı; onu ikiye böldü ve bir parçayı kadına verdi
Aaaa! Bu kadarı da fazla! Çok öfkelenmişti şimdi! Kadın sinir içinde kitabını ve diğer şeylerini alıp bir fırtına gibi giriş salonuna oradan da uçağın içine yöneldi.
Uçaktaki koltuğuna oturdu. Gözlüğünü almak için çantasını açtı. Ne görsün? Kurabiye paketi açılmamış olarak orada duruyordu.
Çok utandı. Çok büyük bir yanlış yaptığını anladı. Kurabiyelerinin paketini açmadan çantasına koyduğunu unutmuştu.
Adam kendi kurabiyelerini, hiç sinirlenmeden, yüksünmeden kadınla paylaşmıştı,
Kadın kurabiyelerinin paylaşıldığını düşünerek çok sinirlenmişti. Ve şimdi bu durumu açıklama şansı yoktu. Özür dileme olanağı da kalmamıştı.
Telafi edemeyeceğiniz dört durum vardır
Taş atıldıktan sonra!
Söz ağızdan çıktıktan sonra!
Fırsat kaçtıktan sonra!
Zaman geçtikten sonra!
Bedenlermiz aslında bütün kainatı temsil ediyor..
İsra suresi 13. ayet meali (Elmalılı Hamdi Yazır)
Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar.
(Tefhim-ul Kuran/ İsra: 13)
Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.
Yukarıda verilen meallerin dışındaki diğer birçok mealde, ayetin Arapça aslında “taire” olarak geçen kelime gerçek anlamı olan “kuş” yerine, mecaz anlam olarak “amelleri, işledikleri” gibi anlamlar yüklenmektedir. Ancak gerçek ve birincil anlamı olan “kuş” olarak anlaşıldığında yine Kuran-ı Kerim’in (Zumer Suresi 23.ayet anlamında) diğer bir mucizesine tanık olmaktayız.
Bu ayetin yukarıda verilen meallerinde, her insanın kuşunun “boynuna bağlandığı (takıldığı) veya dolandığı” vurgulanmaktadır. Tiroid bezinin açık kesit halindeki görüntüsüyle vücuttaki doğal duruşu olan “bağlanmış –dolanmış” görüntüsü karşılaştırıldığında ayette neden boyuna bağlanma ya da dolanma gibi fiillerin kullanıldığı daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü açık kesit halindeki görüntüsünün boyuna bağlamış –dolanmış hali, Tiroid bezinin vücuttaki doğal duruş ve görüntüsünü oluşturmaktadır.
Ayetin anlatımlarını genel olarak düşündüğümüzde, zaten gerçekte boyuna bağlı bir kuştan bahsedilmiş olamayacağı açıktır. Ancak anlatım çok özel bir deyimle pekiştirilmiştir. Bu özel deyim çok çarpıcı bir şekilde, Zumer Suresi 23. ayet anlamında mucize içeren ikili anlamlar olduğu yönündeki beyanatı destekler niteliktedir.
Ayrıca yukarıda anlatılan şekilsel benzerliklerin yanında bahsedilmesi gereken anlamsal bazı bağıntılar da bulunmaktadır. Tiroid kelimesinin etimolojik kökeni araştırıldığında, ayette “boyun” anlamında geçen “unuk” kelimesinin içerdiği diğer anlamlarla çok ilginç bir benzerlik gösterdiği fark edilmektedir.
tiroid ~ Fr thyroïde gırtlak üstü bezi ~ EYun thyroeidēs kapı gibi olan < EYun thýra kapı ~ HAvr *dhurā- < HAvr *dhwer- kapı der1, +oid.
• İki kanatlı kapıya benzeyen şeklinden dolayı.
Yukarıdaki kaynakta da açıklandığı gibi “tiroid” kelimesi kapı gibi olan ve kapı anlamlarını içermektedir. İlginç bir şekilde ayette geçen “unuk” kelimesi de kapı kelimesini andırır şekilde “kapamak, örtmek” anlamlarını da içermektedir. Aşağıda verilen kaynaktaki tanımlamalar bu durumu açıklamaktadır.
unuk:[ç. anak] boyun / unuk: kapamak,örtmek / aneke (ya'neku): [m.ank,unuk] kapadı
Sümer tabletleri..
Büyükk bilici Galzu..
Devasa adımlarla ilerleyip elindeki mektubu verdi..Anunnakilerin müdahalelerine son vermesini söyleyen ve uyaran kişi kimdi???
Sümer tabletlerinde adı geçen; gizemi, tableti yazanlar tarafından dahi çözülememiş olan ve dünyanın kaderini belirlemekle görevlendirilmiş ak saçlı ve ışıklar saçan bir yaratıktır.
tabletlere göre; dünya, dünya için "yaratılan" ırka kalmalıdır, yani insana. insan ırkını tamamen yok edecek felaketlerden haberdar olan ve hiçbir koruyucu tedbiri almayı düşünmeyen annunakiler'e tanrının bir müdahalesi olarak görünmektedir galzu. öyle ki, elçisi olarak gönderildiğini söylediği yüce anu dahi onu tanımamaktadır. enlil ve enki bu duruma çok şaşırmış, kadere karşı gelmemeleri gerektiğini düşünmüşlerdi.
tabletlerden dinleyelim;
"..."
"nibiru’da izlenmekteydi göksel işaretler; kaydedilmekteydi dünya’daki titremeler. tam o sıralarda göksel arabalardan birinden indi ak sakallı bir anunnaki, galzu idi adı; "büyük bilici". görkemli adımlarla enlil’e doğru ilerleyip ona, anu’dan gelen mühürlü bir mesaj verdi. kralın ve meclisin tam yetkili elçisi galzu’yum ben, dedi enlil’e. şaşırmıştı enlil onun gelişine; öncesinde anu’dan buna dair bir söz gelmemişti. enlil mührünü inceledi anu’nun; sağlam ve sahiciydi. nibru-ki’de incelendi tabletteki mesaj; şifrelenişi güvenilirdi. "galzu, kral ve meclis adına konuşmakta, onun sözleri benim buyruklarımdır!" böyle diyordu anu’dan gelen mesaj. enki’nin ve ninmah’ın da çağırtılmasını talep etti galzu. onlar gelince galzu, neşeyle gülümsedi ninmah’a."
"..."
"aynı okuldanız, aynı yaştayız seninle, dedi ona. ninmah bunu hatırlayamadı; gelen elçi sanki oğluymuş gibi gençti, kendisi ise kocamış anası gibi. açıklaması çok basit, dedi galzu ona: bizim kışlarımızın uyuklamayla geçen yaşam devreleri sebep olmakta buna! aslında görevimin bir kısmı bu meseleyle ilgili,; boşaltma hazırlığında ise var bir sır. dumuzi’nin nibiru’da kalışından başlayarak nibiru’ya dönen anunnakiler incelendiler. dünya’da en uzun süre kalanlar en kötü biçimde etkilenmiş olanlardı: bedenleri artık nibiru’nun devrelerine uyum göstermiyor. uykuları huzursuz, gözlerinin feri sönüyor, nibiru’nun ağ gücü yürüyüşlerini ağırlaştırıyor. akılları da kötü etkilenmiş; gelen oğullar, arkalarında kalan ana babalarından da yaşlılar! yoldaşlarım, dönenleri çok çabuk yakalıyor ölüm; bu konuda sizi uyarmaya geldim!"
"..."
"dünya’da en uzun süreyle kalmış olan üç önder hiç konuşmadı, sessiz kaldılar. ilk konuşan ninmah idi: bu beklenen bir şeydi, diyordu. bilge olan enki de onun sözlerini destekledi: bu zaten gayet açık, dedi.enlil ise kızgınlığın pençesindeydi: önce dünyalılar giderek bize benzediler, şimdi ise biz giderek dünyalılara benzeyip bu gezegende hapis kaldık ha! tüm bu görev bir kabusa döndü; enki ve dünyalıları sayesinde efendiyken köleye döndük!
galzu merhametle dinledi onun bu patlayışını. üstünde düşünülecek çok şey var gerçekten de, dedi. nibiru’da çok derinden düşünüldü, içe dönülüp derin sorular ortaya atıldı: nibiru’nun kısmeti her ne idiyse, her şeyin yaratıcısı her neyi istediyse bunun olmasına mı izin verilmeliydi? yoksa dünyaya geliş her şeyin yaratıcısının planıydı ve biz de farkında olmayan elçiler miydik?
bu tartışma, yoldaşlarım, sürecek! böyle diyordu galzu onlara. artık nibiru’dan verilen gizli emri açıklayayım: siz üçünüz dünya’da kalacaksınız, nibiru’ya dönerseniz ölürsünüz! göksel arabalara binip dünya çevresinde çember çizip felaketin yatışmasını bekleyeceksiniz. diğer her bir anunnaki’ye buradan ayrılmak veya felaketin yatışmasını beklemek seçeneği sunulacak."
"..."
"sippar’da toplandı tüm anunnakiler ve tufan gününü beklediler. o sırada, beklemenin gerilimi giderek yükselirken, odasında uykuya dalan efendi enki bir rüya görüm gördü. rüya görümde gökler gibi parlayan ışıltılı bir adamın sureti göründü. adam enki’ye yaklaşırken gördü ki enki, bu adam ak saçlı galzu’nun ta kendisi! sağ elinde bir oymacı kalemi tutuyordu. sol elinde ise pürüssüzce parlayan lacivert taşından bir tablet. enki’nin baş ucunda duracak kadar yakına gelince galzu konuşup söyledi: enlil’e yönelttiğin suçlamalar haksızdı çünkü o yalnızca gerçekleri anlattı. enlil’in kararı olarak bilinecek olan kararı o değil kader buyurdu. kısmeti şimdi eline alacaksın, çünkü dünya, dünyalılara miras kalacak.
oğlun ziusudra’yı çağırt, yeminini bozmadan açıkla ona yaklaşan afeti. su heyelanına dayanabilecek, suya batabilecek bir gemi inşa etmesini ona söyle. sana bu tablette gösterdiğime benzer bir tekne; içine binip kendini ve akrabalarını kurtarsın. kullanışlı olan, bitki olsun hayvan olsun her şeyin tohumunu da yanına alsın. her şeyin yaratıcısının isteğidir bu! ve galzu rüya görümde tabletin üstüne yazı kalemiyle bir suret çizip, oyulmuş tableti enki’nin yatağının baş ucuna yerleştirdi. bu suret soluklaşıp yok olunca rüya görüm sona erdi ve sıçrayarak uyandı enki. bir süre yatağında kıpırdamadan yattı; rüya görüm üstünde düşündü hayretle. anlamı neydi ki, ne tür bir alamet içeriyordu? sonra yatağından çıkınca ne görsün, baş ucundaydı tablet!"
"..."
anu olan biteni öğreniyor...
"dünya’da neler olup bittiğini onların ağzından dinledi; barışı ve savaşları öğrendi. enlil’in yeminiyle silinip gidecek olan dünyalıların nasıl tekrar çoğaldıklarını dinledi anu. okyanusların ötesindeki diyarda altın bulunuşunu ve oradaki arabalar yerini açıkladı enlil ona. ardından gördüğü rüyayı ve galzu’dan gelen tableti anlattı enki ona. anu buna çok ama çok şaşırdı:
bu isimde gizli bir elçi tarafımdan hiç gönderilmedi ki dünya’ya! böyle dedi anu üç öndere. enki ve enlil çok şaşırdılar, birbirlerine bakakaldılar. ziusudra ve yaşam tohumları galzu sayesinde kurtarıldı, dedi enki. nibiru’ya döndüğünüz gün öleceksiniz, dedi galzu bizlere. anu buna hiç inanamadı; devrelerin değişimi çok sorun açıyordu ama iksirle iyileştirilebiliyordu!
senin elçin değil idiyse, kimdi galzu, dedi enki ve enlil bir ağızdan. dünyalıların kurtarılmasını kim istedi? dünya’da kalmaya kim zorladı bizi? ninharsag yavaşça başını salladı: her şeyin yaratıcısı adına göründü galzu! dünyalıların yaratılması da mukadder miydi, diye merak ettim şimdi! bir süre sessizce oturdu dördü; her biri yüreğinden geçirdi geçmişte yaşananları."
24 Mayıs 2018 Perşembe
Mevlana..
‘Eğer herkesle beraber olsan,
Bensiz olduktan sonra,
Hiç kimseyle beraber değilsin.
Herkesten ayrılsan bile,
Eğer benimleysen herkeslesin.’
Rumi
Her an içindeki yaşamla berabersin.
Yüksek benliğinizden izin alınve şunu belirtin:, “Şimdi, içimde daima genç, daima güzel olan Ruhsal bir mutluluk – bedeni bulunduğunu idrak ediyorum. Ben şimdi, bu gece, kusursuz güzellikte bir Ruhsal zihne, yüze, bedene, Tanrısal çocuğun bedenine sahibim.” Uykuya dalarken bu onaylamayı tekrarlayın ve onun üzerinde sessizce meditasyon yapın. Sabah uyandığınızda, kendi kendinize yüksek sesle, “Sevgili (kendi isminiz), içinde tanrısal bir simyacı var” diye hatırlatın.
Bu onaylamaların ruhsal gücüyle, siz uyurken bir değişim – dönüşüm ve içten doğru bir açılma meydana gelir ; ve Ruh bu ruhsal bedeni, bu ruhsal tapınağı tamamen doldurur. İçinizdeki simyacı, ölü ve yıpranmış hücrelerin dağılıp gitmesini ve kalıcı bir sağlığa ve güzelliğe sahip bir cildin ortaya çıkmasını sağlar. Ebedi gençlik, gösteri halindeki tanrısal Sevgidir. Beden tapınağımın içindeki tanrısal simyacı sürekli yeni ve güzel hücreler yaratmaktadır. Gençlik ruhu benim tapınağımın, bu tanrısal insan formunun içindedir ve her şey yolundadır. OM Şanti ! Şanti ! Şanti ! (Huzur ! Huzur ! Huzur !)
Bir çocuk gibi tatlı bir biçimde gülümsemeyi öğrenin. Ruhtan gelen bir gülümseme ruhsal gevşeme yaratır. Gerçek bir gülümseme gerçek bir güzelliktir. O, ‘İçinizdeki Ölümsüz Hükümdarın’ sanat eseridir. Şöyle onaylamak iyidir : ‘Ben tüm dünya için hayırlı bir düşünce düşünürüm. Dilerim, tüm dünya mutlu ve kutsanmış olsun.’ Günlük işlere başlamadan önce şöyle bir onaylamada bulunun: ‘ Benim içimde mükemmel bir form var; o Tanrısal formdur. Ben şimdi, olmayı arzu ettiğim her şeyim! Her gün, onu gerçekten tezahür ettirene dek, güzel varlığımı gözümde canlandırıyorum! Ben Tanrısal bir çocuğum, benim tüm ihtiyaçlarım şimdi ve ebediyen karşılanıyor! “
Kendinizi heyecanlandırmayı ve neşelendirmeyi öğrenin. ‘Sonsuz Sevgi, mükemmel yaşamıyla zihnimi dolduruyor ve bedenimi heyecanlandırıyor’ diye onaylayın. Kendinizle ilgili her şeyi parlak ve güzel kılın. Bir mizah duygusu geliştirin. Güneş ışığının ve anın tadını çıkarın.
Yaşam ve değişim.
Bu yaşam bize verilen bir hediyedir.Armağan edilen bu nefesin kutsallığını yaşamalıyız..Bu yaşam, bir eylem yaşamıdır, bir değişim yaşamıdır. Atalete izin verme, çünkü sen atıl olduğun zaman durgun bir kısır döngünün içine kolayca girebilirsin. Senin kendi ruhsal deneyimini kendi başına yaşaman gerekiyor. Kendi yolunda kendi kişisel arayışını gerçekleştiriyor olman gerekiyor. Nerede değişim gerektiğine bak ve o değişimi oluşturabilmek için gereken eylemi gerçekleştir. Eğer değişim rahatsızlık veriyorsa bil ki, ne kadar çabuk gerçekleşirse o kadar kolay olur. Bir yara bandını hızla çekmek, yavaşça çekmekten daha az acı vericidir. O nedenle, ne yapılması gerekiyorsa, çok fazla düşünerek vakit kaybetmeden yap. Yeniye doğru o adımı tereddüt etmeden at ve sadece bil ki yenide, arkanda ve geçmişte bıraktığından çok daha harika şeyler olacak. Değişimle birlikte yaşam da gelir, dolu dolu ve muhteşem bir yaşam. Bu sana sunuluyor. Onu al ve onun icin sonsuz şükran duy."
23 Mayıs 2018 Çarşamba
KONU KOMŞU NE DER ADLI ÖRGÜT ..
Kendinden olmayan insanların toplandığı sevimli isyankarlar.Sizi olduğunuz gibi kabul etmeyen her insan mensuptur bu örgüte. Bu kişi en yakınınızdakiler olabilir.!!! Kızınız,kocanız,oğlunuz,komşunuz, hatta size saygı duymayan köpeğiniz bile...!!
El Alem örgütünün temel amacı size görevler ve statüler verip her davranışınızı, her türlü duruşunuzu kontrol etmektir.!
“Sen annesin davranışlarına dikkat et, sen kızsın dikkat et.!, sen Erkeksin dikkat et.!
Sen kadınsın dikkat et.! Kendine dikkat et.! , hareketlerin konuştukların kontrollü olsun; yoksa EL ALEM ne der..!!”
Düşünün işten yorgun, argın evinize geliyorsunuz ve 10 dakika kafanızı dinleme şansınız yok.Elalem evde sizi bekliyor “yemek bekliyor,ilgi bekliyor,kavga edecek birini bekliyor “ ve siz belkide Sevgi Saygı’nız kullanılarak EL ALEM terörüne maruz kalıyorsunuz.karşımızdaki EL ALEM
Çocuğumuzdur, Eşimizdir; çünkü sizin sorumluluklarınız vardır, statünüz ne olursa olsun, işten ne kadar yorgun gelirseniz gelin sorumluluklarınızı yerine getirmek zorundasınız.yoksa; iyi bir Anne,eş,kadın,erkek değilsiniz ve ELALEM tarafından dışlanırsınız.hobileriniz olamaz, istekleriniz bastırılmaya mahkumdur, Ruhunuzun dinlenmesi için hiçbir sebep yoktur çünkü sizin sorumluluklarınız vardır.
Fedakar Anne,mükemmel Baba, akıllı çocuk, en mükemmel Aile; öyle bir eğitilirsinizki ELALEM tarafından Robotlaştığınızı farkettiğinizde çok geç kalmış olabilirsiniz.Robotlaştığınızı farkettiğinizde artık bir İnsan,kadın,erkek,çocuk değilsinizdir,hisleriniz yoktur.herşey olması gerektiği gibidir çünkü;EL ALEM öyle istiyordur, Elalem memnundur statünüzü korursunuz ama Siz artık İnsanlıktan çıkmış bir Robot gibi yaşamaya başlarsınız.!
Ruhunuz dinlenmedikçe yara alırsınız, agresivleşip,depresif hareketler başlar
Başınız mideniz ağrımaya başlar.kendinizi korumaya alabilmek için hastalanırsınız.bu belirtiler uzun sürerse ciddi sağlık sorunları yaşamaya başlarsınız.Baş ağrıları, Migren,Mide veya Bağırsak sorunları ortaya çıkar.Mutsuz ve umutsuz bir İnsan olur çıkarsınız ama EL ALEM memnundur.
Antidepresanlar kullanmaya başlarsınız, ne kadar çok ilaç kullanırsanız o kadar çok ilgi görürsünüz El Alemden, bir süre sonra kullandığınız Antidepresanlardan dolayı El Alem’e ilginiz azalır, artık iyi bir Anne, Eş, Kadın,Baba değilsinizdir. Siz artık mutsuz ve hastasınız, Ruhunuz yara almıştır. Tıp dilinde Psikosomatik hastalıklar adı altında tanımlanır bu rahatsızlıklar.
Kullandığınız ilaçlardan dolayı ciddi sağlık sorunları sizi beklemektedir ama EL ALEM memnundur. Sürekli mutsuzluk ve stres sizi hasta etmiştir, bu durumu çok fazla abartırsanız Kanser hastalıklarına davetiye çıkarırsınız
İlaç firmaları, Doktorlar memnundur bu durumdan.
En tehlikelisi Kapitalist sistem memnundur bu durumdan.!!
Bu süreç uzun sürerse EL ALEM hoşnut kalmaz, siz artık sorumluluklarını bilmeyen bir bireysiniz, her fırsatta dile getirir bu hoşnutsuzluğu ELALEM
Hastasın sen !!
Delisin sen !!
Çok gerginsin, Depresifsin,iyi bir Anne,Baba,çocuk,Eş,Kadın değilsinizdir artık Elalem’in gözünde.
Mutsuzluk saçıyorsunuzdur çevrenize, ilk başlarda çözüm aranır bu soruna EL ALEM tarafından ama içinden çıkılmaz bir hale gelince sizden bir an önce kurtulmaya bakar EL ALEM.!!
Statünüz ne olursa olsun, kadın veya Erkek, zengin yada fakir, çocuk yada yetişkin Ruhunuz yara almıştır ve Elalem bu durumdan hoşnut değildir.
Kadınsanız artık kötü Kadın, Anneyseniz sorumsuz Anne, Erkekseniz serseri, çocuksanız şiddet düşkünü statüleri sizi bekliyordur.
Oysaki sizin tek amacınız EL ALEMİ memnun etmekti.!!!
----2
Bir delinin en ayırt edici özelliği olağanüstü farklı ve süslü kıyafetleriydi. Böyle giyinmelerinin sebebi, düşman karşısında olduğundan büyük görünerek insanüstü bir varlıkla karşılaştığı algısı yaratarak düşmanlarını korkutmaktı. Delilerle karşılaşan düşman, karşısındakinin ne olduğunu anlamaya çalıştığı için şaşkınlık içinde kalırdı. Bu vahşi ve alışılmadık görüntü için, Bizanslı tarihçi Chalcondyles'in getirdiği açıklama, bu gerçeği açıkça ortaya koyar: "Bu giyim korkunç görüntülüdür ve özellikle düşmanı ilk görüşte şaşırtmak ve kolayca yenmek için seçilmiştir. Deliler ile karşılaşan düşman, öncelikle neyle karşı karşıya olduğunu, nasıl bir varlıkla savaştığını, karşısındakinin insan mı insan dışı bir varlık mı olduğunu anlamaya çalıştığı için şaşkınlık içinde kalır."
1672'de delilerin sadrazamın alayında geçişlerine bizzat tanıklık etmiş Fransız Galland, bu manzaranın özellikle anlatmaya değecek kadar garip olduğunu, gördüğü şeyin zihninde kan ve katliam hissi uyandırdığını yazmış ve "O derecede cengâverane bir mahiyeti vardı ki, bu manzara karşısında insan ancak muharebe ve savaş teneffüs edebiliyordu. Önlerinde bayraklar gitmekteydi ve bunların renkleri ancak kanlı vuruşmalar ve karşılaşmalar ifade edebilirlerdi" diye eklemişti.
Venedikli Vecellio hazırladığı eserinde delilerle ilgili şu bilgiyi aktarmıştı: "Öylesine hızlı hareket ederlerdi ki, insanları gölgelerinin bile öldürücü olduğuna inandırmışlardı." Yine deliler ile ilgili saçlarını kazıtıp sadece başlarının tepesinde bir tutam saç bırakmalarına değinen Avrupalılar; bu saçı bağlayarak urgan gibi başlarından sarkıtıp kamçı görünümü vermelerinden etkilenmişlerdir.
OSMANLI MİNYATÜRLERİNDE
III. Mehmed'in 54 gün süren sünnet törenini anlatan Surname adlı eserde tüm detayları ile deliler de açıkça görülür. At üzerinde maharetlerini sergileyen deliler, zaman zaman çıplak bedenlerine kesici aletler saplayarak, acıya ne kadar dayanıklı olduklarını gösterirlerdi. Onlar gözü karalığıyla kendilerine Hz.Ömer'i örnek almış, geçit törenlerinde yüksek sesle "Kalpaklarımız Emirü'l-Müminin Hz.Ömer'in çizmesinin koncudur, ocağımız müşarünileyh Efendimize mensuptur." diye haykırmışlardı.
DELİLERİN SİLAHI: OSMANLI TOKADI
Delilerin kendileri kadar tokat meselesi de oldukça meşhurdu. Yakın dövüş sanatında usta olan bu grup, düşmanın içine daldığında tokat atarak onu devirirdi. Elin ve kolun her iki yanı ile gerçekleştirilen bu vuruşta düşman muhakkak önce bir sendeler, bazen atından düşer, bayılır yahut savaşamayacak hale gelirdi. Öyle ki öldürücü bile olabilen bu vuruş, Avrupalıların tarihine "Osmanlı tokadı" olarak geçti.
BARIŞTA VE SEFERDE GÖREVLERİ AYRIYDI
Deliler Rumeli'de kuruldukları zaman genel olarak beylerbeylerinin veya Bosna ve Semendire sancak beylerinin maiyetinde bulunurlardı. Hizmet ettikleri sınır beyinden veya beylerbeyinden aylık alırlardı. Sadrazamın divan alayında deliler özel ve etkileyici kıyafetleriyle en önde gider ve bu düzenle, Topkapı Sarayı'na girerek sadrazama yol açarlardı. Taşradaki delilerin barış zamanı en önemli görevi, emri altında bulundukları vezirin önünde yaya olarak gidip yolları açmak ve olası bir suikasta karşı efendilerini korumaktı. Sefer zamanı da bu muhafızlık görevleri devam ederdi. Ama seferde asıl görevleri çok önemliydi. Deli süvarileri öncü veya artçı birlik görevi görmekteydi.
Anadolu'da yiğitlere deli derler..----1
Kendi kafasına göre davranan insan değil,inandığı değerlere başını ortaya koyanlara deli derler.
Onlar için görünüş önemli değil.Savaşırken kullandıkları taktiklerle diğer birliklerden ayrılan deliler, cesaretleri ve gözü pek oluşlarıyla nam salmışlardı. Bu askerlere neden deli denildiği, eski kaynaklarda net bir şekilde belirtilir. Fransız mühendis ve asker Alain Manesson Mallet, bu durumu şöyle açıklar: "Bunlar öylesine cesurdurlar ki bir tarafın hizmetine girdikten sonra, onları vazgeçirebilecek hiçbir ceza korkusu yoktur. Bu nedenlerden dolayı Türkler onlara deli adını vermişlerdir ve bu ad, dillerinde 'gözüpek' anlamına gelir."
Fransız elçisi maiyetinde, 1672 yılında İstanbul'a gelen Antoine Galland yayımlanan günlüklerinde deli adının nereden geldiği konusuna eğilir ve bildiklerini şu şekilde aktarır: "Deli sözü Türk dilinde mecnun manasına gelir, fakat bu adamların mecnun oldukları ve akıllarını kaybettikleri manası çıkarılmamalıdır. Bu, kendilerini tehlikeye atmak hususunda gösterdikleri azim ve inattan, nefislerini tehlikeye hakikaten deli imişçesine bir pervasızlıkla atışlarından dolayıdır."
DELİLER YEMİN EDİP BAŞLIK GİYERLERDİ
Deli Ocağı'na mensup olmanın önemi tarihi vesikalarda vurgulanmıştır. Herkesin gelişigüzel kabul edilmediği bu ocağa dâhil olmak için bazı şartların yerine getirilmesi zorunluydu. Delilere katılmak isteyen kişinin yerine getirmesi gereken iki temel şart vardı. Gösterişli bir fiziki yapıya sahip olmak ve cesaretini, savaşma becerisini kanıtlayabilmek.
Güçlü görünümün yanında silah kullanmadaki ustalıklarını ve cesaretlerini kanıtlamak için düşmanla savaşmaları ve en az 8-10 düşman süvarisini öldürerek zafer kazanmaları gerekliydi. Şartları yerine getiren, eğitimlerini başarıyla tamamlayan deliler, düzenlenen törenle yemin eder, deli başlığını giyerek ocağa resmen dahil olurlardı.
DIŞ GÖRÜNÜŞLERİ DÜŞMANI KORKUTMAK İÇİNDİ
Mallet'e göre deliler iri cüsseli, kuvvetli fizikleriyle gururlu bir görünüşe sahiptiler. Bu ocağa alınacak kişilerin boylu poslu olmasının yanı sıra cesareti de ayrı bir önem arz ederdi. Gravürlerden bildiğimiz kadarıyla düşmana korku vermek için ordunun ön sıralarında yer alan delilerin başlarında kartal tüyleri, üzerlerinde ise yırtıcı hayvan postları vardı. Koltuk altlarında, sırtlarında ve bacaklarında bu hayvanlara ait kanat, kuyruk, pençe gibi unsurlar sarkardı.
22 Mayıs 2018 Salı
----2
bundan sonra vereceğim mızrağa sahip olan şahıs ve kullanıldığı -arzulandığı- olaylar örneklerinde bunun akılda tutulmasını isterim.) istanbul'un yeni imparatorluğun başkenti olarak keşfinde de mızrağın yön gösterici olarak büyük rolü olduğu düşünülür. constantine'den sonra, ispanya doğumlu theodosius mızrağa sahip olmuştur ki, theodosius da batı roma imparatorluğu kralıdır. daha sonra da goth lideri alaric -ki kendisi roma şehrini yağmalamıştır-, ondan sonra theoderic -hun attila'yı püskürten kral- gibi "barbar" kavimler kralları sahip olmuştur mızrağa. ve tabi ki bizans imparatorluğu'nun efsanevi kralı justinian da. charles martel'in müslüman tehdidine karşı önemli bir zafer kazandığı poitierssavaşında mızrağı kullandığı söylenir. ve mızrağın charlemagne'i 47 ardıl zaferinde çok önemli bir rol oynadığı da. hatta charlemagne, kazara mızrağı yere düşürdüğü için ölmüştür. kendisinden sonra gelen 5 saxon kralı mızrağa sahip olmuştur, sonra da 7 hohenstauffen kralı -aralarında en çok tanınanları barbarossa, ikinci frederik ve kaiser wilhelm vardır- napolyon pek tabi ki bu silaha sahip olmayı arzulamış, fakat austerlitz savaşından sonra mızrak viyana'dan gizlice kaçırıldığı için bu hayali gerçekleşmemiştir.
napolyon tehlikesi geçince mızrak viyana'ya geri döner. burada 1938 yılına kadar kalacaktır. tahmin etmesi zor olmasa gerek, bu tarih görüldüğünde, çünkü occult ile kafayı sıyırmış olan hitler ve yakın çevresi (olayın bu kısmı ayrı başlık altında incelenecektir) özellikle heinrich himmler mızrağı ve tarihini inceleyip elde etmeyi kafalarına koymuştur ve nitekim avusturya'yı elde etmeden önce, 1912 yılında, hitler yaptığı gezilerden birinde viyana müzesinde mızrağı görmüş, kendi ifadesiyle dili tutulmuştur. pek tabii ki avusturya annex edildiğinde hitler tarafından, mızrağın yeni sahibi de bellidir. müttefik bombardımanına kadar, 6 yıl süreyle mızrak almanyada st. catherine kilisesinde tutulur, bombardıman başladığında ise yer altına kaçırılır. 30 nisan 1945 yılında, müttefikler berlini ele geçirdikten sonra, mızrak amerikan ordusu tarafından bulunur ve 3. ordu komutanı general patton'ın şahsi talebiyle -kendisi mızrağın tarihini biliyordur- amerika'ya götürülür. burada bilimsel çalışmalar sonucu mızrağın orijinal olduğu ispatlanır ve eisenhower tarafından mızrak hofburg treasure house'a, viyana'ya (avusturya kraliyet hazine binası) geri gönderilir.
mızrak, hala oradadır. piyasada, yine doğal olarak, birden fazla longinus mızrağı vardır. biri roma'da, biri viyana'da diğeri de bir söylentiye göre ingiltere'dedir (burada işin içine pek tabii ki tapınakçılar giriyor ki, hiç başlamamak en iyisi) ama orijinal olduğu ispatlanan (henüz) tek mızrak viyana'dakidir. tabii orijinallik derken kastımız carbon 14 yöntemi adı verilen ve nesnelerin ömrünü belirleyen yöntemle, mızrağın tahmini yaşıdır.
Hz.İsa .......1
Hz.İsa ve Longinus'un Mızrağı
çarmıha gerilen insanlar açlık, susuzluk, güneşte kavrulma vesaire gibi günler alabilecek acılarla değil, belki daha kötüsü, boğularak ölürler. şöyle ki; çarmıha gerilmiş bir insanın bütün vücut ağırlığını taşıyan uzvu (uzuvları) üst kol bölümü ve omuzlarıdır, özellikle düzgün nefes alabilmek için göğüs kısmının aşağıya çökmesini engellemek için omuzlardan destekle göğüs kafesini yukarda tutmaya çalışır insan. ama tabi ki bunun da bir sınırı vardır, bir zaman sonra insan gücünü yitirir, özellikle ciddi travma ve kramplardan sonra göğüs kafesini yukarıda tutamamaya başlar, ve nefes güçlüğü çeker. ta ki yavaş yavaş boğulana kadar. çarmıha germe pratiğinin arkasındaki mazoşist deha budur. (övdüğümden değil, ama itiraf etmek gerek, dahice) dolayısıyla, çarmıha gerilen bir adamı, usulüyle, en hızlı şekilde öldürme şekli aslında bacaklarını kırmaktır. böylece, göğüs kafesi hiçbir destek bulamadan, (kollar yukarıda asılı olduğu halde) aşağı düşecek ve boğulma süreci oldukça hızlanacaktır.
bu kadar ön bilgiyi neden yazdım, açıklayayım; isa çarmıha gerildiğinde, kendisiyle birlikte o gün aynı cezayı alan iki kişi daha vardı. çarmıha germe işleminin yapıldığı tepede romalı askerler korumasında, aralarında hz. isa'nın da olduğu çarmıha gerili bu 3 insanın ölmesi beklenirken, halk arasında oluşan ciddi hareketlenmelerden ötürü idam sürecini hızlandırmak gerekmiş ve isa dışındaki diğer 2 adamın ayakları teker teker süratle kırılırken, sıra hz. isa'ya geldiğinde onun bacaklarını kırmak üzere elinde club ile çarmıhın başına giden longinus isimli roma askeri isa'nın çoktan öldüğünü görmüştür. bu sırada, kutsal olarak gördükleri ruhani liderlerinin vücuduna daha fazla deformasyon (aslında fiziksel hakaret de diyebiliriz) yapılmasını istemeyen havariler john ve mark, -ki zaten isa'nın son anlarını bunların gözlem ve yazılarından biliyoruz- hz. meryem ve magdanalı meryem'in de yakarışları ile longinus isa'nın bacaklarını kırmamış, ama öldüğünden emin olmasını emreden amirinin isteğiyle, isa'nın sağ alt kaburga bölgesini mızrağıyla deşerek peygamberin ölüp ölmediğini kontrol etmiştir.
isa'nın vücudundan sarımtrak bir sıvı ile birlikte kan fışkırmış ama bir müddet sonra kan bir anda kesilince isa'nın öldüğünden emin olunmuştur. (eğer hala yaşıyor olsaydı, kan akışı bir anda durmaz, nabız ile birlikte ritmik olarak az da olsa kan akışı devam ederdi) spear of longinus denilen mızrak işte bu mızraktır. yani longinus'un isa'nın vücuduna saplayıp çektiği mızrak. bir zaman sonra hristiyan relic'i olarak ikonalaşmasının sebebi, aslında isa'yı öldüren darbenin aslında bu mızrak darbesi olduğuna inançtan kaynaklanır. "hristiyan kehaneti" adı ile bilinen kehanetler zincirinin küçük bir parçası olmasına rağmen, tarihteki bir çok "güç sembolü" ikon gibi, bu mızrak da mutlak güç ve hakimiyetin sembolü haline gelmiştir. ona sahip olan, dünya üzerinde yaşayan her ruha hakim olacaktır.
(mantıksal arkaplanı şöyledir bu söylemin; tanrının oğlunu -bazı söylemlerde tanrının kendisi- fiziksel anlamda öldüren bu silahtan daha kudretli bir silah olamaz. dünya üzerinde, insan bedeniyle yaşamış en kudretli varlığın fiziksel ömrünü sonlandıran bu silah dolayısıyla geri kalan insan nüfusu için şüphesiz çok daha ölümcüldür.) benzer bir "güç ve kontrol" sembolü için (bkz: gordion düğümü) ve (bkz: büyük iskender). hatta (bkz: uther) (bkz: excalibur) ve (bkz: kral arthur)hristiyan tarihi incelendiğinde, pek çok liderin, dünya hakimiyeti (aslında bazı indirgemelerle "hristiyan dünyasının hakimiyeti) için bu mızrağı aradığı ve "sözde" (belki de gerçektir, ama verilen örneklerin, en azından, hepsi için geçerli olmasa gerek, çünkü kronolojik tutarsızlıklar var) sahip olduğu mızrak.
Allah her şeyi kendinden yarattı..
HEBA - Artik madde demektir
Kimine gore Su kimine gore enerji kimine gore kalemdir
ve Arabi Hazretleri bunu futuhat-i Mekkiyyesinde detaylica anlatir
Cok detayina girmeden anlayabilecegin sekilde anlatmaya calisayim
Allah kendi vucudunu tamamladiktan sonra der ( Sasirma Allah'in vucud ismi yokmu?) artan madde ile (iste bu heba dir)) alemleri yaratti
Bu yuzden siprutuel kitaplarda ve ariflerin kitabinda Allah'tan sende bir parca oldugu veya senin Allah'tan bir parca oldugun soylenir
Sonra bu artan nur elestte bi rabbikum dediginde yalnizca bir tanesi cevap verdi evet sen bizim Rabbimizsin
Allah buna ovulmus nur dedi ve sen olmasaydin alemleri yaratmazdim sozune muhatap nur bu nurdur
Ovulmusun arapca karsiligini bilen var mi?
Muhammed
Sonra o nurdan tum alemler yaratildi ve ayete konu oldu
Sen onlarin icindeyken
Icinizde! herbirinizin
Iste bu Muhammedi nur yaratilisin basi ve sonu oldu ki Arabi Hazretleri bunu cemberin basi ve sonu hz. Muhammed'dir (sav) diyerek acikladi
Simdi sen "ben ve meleklerim O'na salat ediyoruz sizde salat ve Selam edin" ayetini biraz dusun
21 Mayıs 2018 Pazartesi
Karmik yaşam.
Her şey iç içe..
Her yaşam bir karmik hikayedir..Bu hikaye hepimizin biz buna hayat diyoruz ancak öldükten sonra hikayeleşir sanıyoruz hayatlarımız ..Lakin konu tam tersi ..Ufak etkileşimlerle hikayenin tali yolları değişse de ana kurgu ve kahraman herzaman aynı kalır...Sonuç ise varılacak noktaya gelene kadar sureklı kendını tekrar eder (samsara)..
Bilinen üzere Dünyaya gelirken ailemizden soyumuzdan topladıgımız bir çok karmik tortu ile geliriz..Oysa biz sadece kendi karmamızla mükellef oldugumuzu sanarak suya atılan bır tasın olusturdugu halka ıcınde gorebıldıgımız kadarı ile etrafımıza bakarız ...
Oysa o etkı, halka halka ,ıc ıce gecen dalgaları meydana getırerek her an buyumektedır...Tıpkı bizden oncede oldugu gıbı bızımle beraberde şimdi , gecmişte ve gelecekte daima ileriye dogru hareket halindedir..Bu ritim prensibidir ve salınım herzaman fiziksel ,zihinsel ve sprituel planlarda mevcuttur.
Ozman madde ile zihin dolayısı ile mana alemi birine bağlı halde titreşir..
Madde, zihin ve ruh’un titreşim oranları farklıdır.
Titreşim ne kadar yüksekse, evren hiyerarşisindeki yer de o kadar yüksektir. Titreşim ekseninin bir ucunda RUH (sabit ve yüksek titreşim), diğer ucunda en KABA MADDE (Hareketsiz ve düşük titreşim) biçimleri vardır. Bu iki uç arasında milyonlarca ama milyonlarca farklı titreşim oranı ve kipleri bulunur.
Burada şunu da eklemek isterim ,
Alemler (boyutlar) arasındaki iletişim sembolik araçlarla mümkündür..Bu konu okültist simyacıların iyi bildiği eski kadim bir ilimdir..Bu konuyu daha sonra bir yazı ile yine inceleriz..
O zaman konuyu fazla dağıtmadan gunumuze donelım ..hikayenın su anda yasadığımız kısmına ...
Biz dunyaya gelmeden 7 yıl once anne ve babamızın karması ıle kaderımız hakkında plan çizilmeye başlar...Evet yalnış anlamadınız dogmadan 7 yıl once ! Bir başkasının karması idealleri yaşam planı ile dünyaya gelir bilmeden başkasının hayatını yaşarız uyanmadığımız sürece! Kendi hayatında hayat planlarını tamamlayamamıs bır cok şuura ,gerek morfogenetik kodlarla gerekse şuursal boyuttan bizlere etki ederek karmik olarak eklenti oluştururlar..Ben yapamadım sen yap! Ben olamadım sen ol!! Gibi..Bu sebeple şu konuyada dikkat çekmek isterim çocuk isimleri konusunda ailede daha önce yaşamış yada hala yaşamakta olan bir bireyin ismini çocuğa vermek düşükde olsa aynı vibrasyonu akseder kişiye....Kendi kök ailenizde dikkatli gözlemler yaparak hangi konularda karmanızın oluştuğunu kısmen anlayabilirsiniz.
Tekrar 7 yıllık donguye gelıyorum ..Bu dongudeki kilit noktayı astrolojık açıdan 4.evdeki hesaplamalarla bulabılır ve gezegensel etkılerıne gore çözümleme çalışmaları yapılabilinir..
4.ev çok önemlidir..
Köklerimiz
Annemiz
Orası araftır
Ve
Mezar yerimiz..
Peki ailesel karmamızın bu hayatımıza tezahurunu nasıl anlarız???
Hersey bir gun kok dişlerınden birinin ağrımaya başlaması ile tezahür eder..
Kök dişler aileyi temsil eder ..
O sırada saturn 1. Evınden cıkıyor olabılır..
Venusune 135lik açısıyla kendını dişçi koltugunda bulursun..
Transit Güney ay dugumunun haritanda bulundugu eve bak ..18 ay boyunca Hangı konular açığa çıkıyor , sahne ne ?
Ve GAD nereye dogru ileriyor ? Herhariranın kritik gezegen dereceleri vardır ,bunlara dikkat et..
Bunlar elbette harıtaya gore farklılık gosterır ancak kişi kendi haritasını oturtturmussa sembolikleri daha net okuyabilir..
Bu hususda kök ailesel konular gündeme gelebilir..Rüyalardaki sembolizmalar bu şekilde çalışabilir..Geçmişteki Aynı döngüler kendini tekrar edebilir..
Umarım bu ufak bilgilerle siz yoldaşlarımı düşünmeye sevk edebilmişimdir..
Çünkü karma ilk olarak Düşüncede başlar..
İnsan beyni aslında bir 'biyolojik bilgisayar'
ve 'insan bilinci', beynin içinde bulunan ve ölünce bile var olmaya devam eden kuantum bilgisayarı tarafından yürütülen bir programdır.
Uzmanlar bunu açıklarken; İnsanlar öldükten sonra ruhları evrene geri döner ve ölmez ".
Amerikan Fizikçi ve Anesteziyoloji ve Psikoloji Ana bilim Dalı Başkanı Dr. Stuart Hameroff ve Oxford Üniversitesi'nde matematiksel bir fizikçi olan Sir Roger Penrose'nin açıklaması.
.
"Diyelim ki kalp atışı durur, kan akışı durur; mikrotubuller kuantum hallerini kaybederler.
Mikrotübül içerisindeki kuantum bilgileri yok edilmez, yok edilemez ve yalnızca evrene dağılır ve dağılır.
Eğer hasta yeniden canlandırıldığında canlandı, bu kuantum bilgi mikrotübüllere geri dönebilir ve hasta "Ölümüne yakın deneyim yaşadım" diyor. Canlandırılmadığı ve hasta ölürse, bu kuantum bilgisinin Vücudun dışında, belki süresiz olarak, bir ruh olarak var olur. "
Boyutları anlamak..
Her frekansın boyutları vardır.Bu boyutlara esma denir.Esmaların isimleri ve dereceleri de farklıdır.Tevrat'a göre dünya 6 günde yaratılmıştır..Kuranda kullanılan metrik sistem,bizim metrik sistemımıze uymak zorunda değildir...Kurandaki sembolızmaya göre,1 gün eşittir 2 ay yani 1 gün demek 2 boyut demektir...Bu hesaba göre dünyanın hay,huyu 12 boyutta vardır...13. boyuta ulaştığın zaman,ben dünyayı yendim diyebilirsin..Çünkü artık şöyle olmasıyla, böyle olması arasında bir fark kalmaz yani dışarıda olup,bitenden etkilenmezsın...sprituel dilde bu duruma, dünyanın yok hukmunu alması ya da dünyayı aşmak/yenmek denmiştir...şimdi bakalım..
1-4 boyut arası negatıf egonun emrındeyız...
5-12 boyut arası pozıtıf egonun hızmetındeyız, adımız ademoğlu..
13-19 boyut arası nötrlük boyutları, adımız israiloğlu...bu boyutta sadece vicdanın sesini dinleriz...Yani öğretmenımız, rabbımız vicdandır,diğer bir değişle firavun...Nötrlük boyutlarında artık güce ulaşılmıştır,acaba güç nasıl kullanılacaktır ?...O yüzden övgününde,yergininde alası israiloğullarına yapılır kuranda..Kuranda israiloğullarına, içlerinden gelen resullerı öldürdükleri suçlaması yapılır..Niye ?çünkü kaynağa yani 20. boyuta girmemekte ısrar ediyorlardı...13-19 arası oluş boyutlarıdır ve tarafsızlık hakımdır...Nötürlük boyutlarında kabenın inşası için taş taşıttırılır..(ne kadarda duygusuz,taş kalpli bir insansın saldırılarına maruz bırakılır)
Vicdan öğretilmiş değerler bütünüdür...
Bir türkün,bir ermenının,bir rumun,bir yahudının vicdanı farklı farklı çalışır..
Bir eskımonun vıcdanına göre,onun memleketinde (Rivayet ) mısafirsen,karısıyla yatmak zorundasın,hayır dersen ,onları kırmış olursun yani mısafırlerıne hızmette kusur etmış olurlar ve onları vıcdanen rahatsız etmiş olursun..
20.boyut olan öz,kaynaktan itibaren yol, resul hissedişiyle devam eder..
20.boyutun önemi nerededir ?...
İlk defa resmın bütününü panoromık olarak görebılme ımkanı verır..
Gönül ilk defa sahıbını ağırlayabıleceğiniz kadar temızlenmıstir..
Ev sahibi yavaş yavaş eve dönmeye başlar...
Siz bu arada artık neyi, niçin yapmakta oldugunuzu anlarsınız ve doğaldır ki ev sahıbıyle de konuşma imkanınız olur...
Artık bır başkasına dışarıda bir şey sormanıza gerek kalmaz..
Evi yani gönlünüzü yani bilinçaltınızı,ev sahıbını davet edebıleceğiniz kadar temızleme işlemını yapmış olmanız, sızın bütüne hızmet etmek olarak tanımladıgınız işlem için, ön koşuldur...
Zaten bunların provaları 13-19 boyut arasında sıklıkla yapılır..
20. boyut,başlangıçtaki 4 haram ay yani 4 boyut çıkartılırsa 16.hak katına karşılık gelir ama bu 4 boyut her zaman hesaplamada görülecektir çünkü egonun varlık üzerindeki hakımıyetı teknık olarak,teorık olarak, giderek küçülsede asla ,asla bitmez...Bu şu anlama gelir...temızlık ve arınma devamlı olmalıdır..
20.boyuttan sonra tekrar başa dönülür ve tekrar,
1-4 boyut arasındakı maddi ego,
5-12 boyut arasındaki manevı ego,
13-19 boyut arasındaki nötr ego, gözden geçirilir ve
savaştan sağ çıkmış olanlar varsa öldürülür..
Bu sürecin adı kabeleşme sürecidir...
Siz,tavaf edilecek hazırda bir kabe var zannettiniz,oysa ki yoktu..
Siz kendı gönlünüzü kabeleştirecek,temızleyecek ve sonrasında orasını tavafa hazır hale getırecektınız..kım için ?
Elbetteki hacı adayları için...
20.boyutttaki kaynağa tam 7 sefer gidilip,gelinir..
140.boyut, layıkıyla temızlığın ilk defa bittiği ve artık bir soluk almanız gereken karar yerıdır..
Bu işlerde hırsa kapılmak doğru değildir,nerede duracağınızı bılmek zorundasınız...
140. boyut, kurani anlatımla, gönlün bütün katlarının dolaşılması ve el değmedik yer bırakılmamış olunmasıdır...
Göğün ılk katı kandıllerle donatılmıştır ibaresıyle anlatılan yer bu 140.boyuttur...
20.boyut bir küçük tur..
140. boyutsa bir büyük turdur..
hırsa kapılıp temızlenmeye devam edılırse, teknık olarak, dünya planında işlev görülemez ve rüyalarda yaşanmaya başlanılır..
Temizlenmeye başlanmıştır.
Eğer bu temızlığın yapıldıgı yer dunya planıysa,bu 140. boyuta her zaman 4. boyutu tekrar ılave ederız çünkü yansıma oradan yapılacaktır,eder size 144...
Kadir gecesi 1000 aydan kıymetlidir ifadesıyle kuranın üst sınırıda konulmuş olunur...144*7=1008.....7 büyük gönül turu..
İlk ölüm 12. boyuttan 13. boyuta geçerken yaşanılır..
bir defa ölmüşlerin adıdır israiloğlu..
Ve kuranda ''size bir kere değil 2 defa ölmenız emredıldı'' denır ve hıtap israiloğullarınadır....
2. ölüm 144. boyutta yaşanır...
3. ölümse 1008. boyutta...
Özet.....evet doğru...dünyada ölmeye geldik...Bunu keyıfle yaptık çünkü ölmedıkten sonra YAŞAYABİLME imkanı yoktu...
Başka boyutlarda var tabi...
Çakma mürşitlere ( hacı,hoca,pir,üstad gibi.) dikkat.
Bir Hikaye....
Yaşlı bir Bektâşî, dik bir yokuşu tırmanacak ama hiç mecâli yok...Bakmış yokuşun başında bir türbe var...Hemen türbeye niyâz edip şöyle demiş :
Himmet erenler!...Hâlimi görüyorsun, ihtiyarım, yorgunum, bu yokuşu çıkacak hâlim yok... Bana himmet et de bir binek gönder...
Daha ağzındaki laf bitmeden, "Heeeyyt" diye gür bir ses duyulmuş...Bir de dönmüş bakmış ki, belinde gaddâresi ile korkunç bir sipâhî...Sipâhînin yanında bir tay varmış...Bektâşî ye demiş ki :
"Bu tay yeni doğdu, bu hayvan bu dik yokuşu çıkamaz, sen bu tayı sırtına alıp yukarı çıkaracaksın!..."
Zavallı yaşlı Bektâşî ne desin, ne yapsın?...Korkusundan mecbûren tayı sırtına almış, oflaya-poflaya yokuşu çıkmaya başlamış...Arada arkaya dönüp türbeye doğru şöyle sesleniyormuş :
Evliyâ olmasına evliyâsın ama lafı bilmem nerenden anlıyorsun...Ben bir hayvan istedim binmeğe, sen bana hayvanı yüklettin!...
Birçokları bu hikâyeyi okuyunca,yakışıksız bulanlar olacakdır...Bilinmelidir ki, bu gibi hikâyelerin zâhirinde kalınırsa onlardan istifâde edilemez...Olsa olsa hoşça vakit geçirilir, gülünür, eğlenilir...Hikâyelerdeki remzlere vâkıf olunursa onlardan büyük dersler alınır...Bu hikâye için de aynı hüküm geçerlidir...Peki bu hikâyenin işâret ettiği remzler nelerdir?...
Dik yokuş, Hakk'a giden yola yani seyr-i sülûka remzdir...Yokuşun dikliği, yolun meşakkatli oluşuna işâretdir...
Türbe, sahte mürşide remzdir...Her ne kadar kılık-kıyâfeti mürşidleri andırsa da bu gibiler mezardaki ölü gibidir...Bunlardan bir fayda gelmez...
Bektâşî, kendisine mürşid arayan fakat mürşid-i kâmil ile sahte mürşid arasındaki farkları bilmeyen ve görünüşe aldanarak kalbi ölü birisinden seyr-i sülûk için meded uman bilgisiz kimseye işâretdir...
Sipâhî, böyle bir kimsenin yoluna çıkacak olan ins ü cin şeytanlarına ve nefsin iğvâsına remzdir...
Tay ve onun sebeb olduğu yorgunluk ise mürşidi kâmil olmadığı için ondan hiçbir bir yardım göremeyen kişinin, nefsânî hastalıklar ve derdler altında ezilmesine ve seyr-i sülûk için çok zahmet çekmesine işâretdir...
Hikâyeden çıkarılacak hisse şudur ki, mürşid-i hakîkî zannıyla nâkıs kimselerden meded bekleyen kişi, meşakkat ve mihnetlerle dolu olan manevî yolculuğunda kolaylıklar elde edip maksadına hızla ulaşacağını umarken, tam aksi, şeytanın ve nefsinin başına açacağı derdlerle meşakkati ve mihneti kat kat olur ve menzil-i maksûda varamaz...Hakîkî bir mürşide giden kişi, mürşidinin yardımıyla nefsin kötü sıfatlarından kurtulur, ve hafîfleyen bir kimsenin veya vâsıtanın hızla yol alması gibi, süratle seyr-i sülûk eder...Halbuki sahte mürşidlerden meded umanlar, kibir, ucub, hased, gadab gibi kötü sıfatları daha da şiddetlenerek, ağırlıkları kat kat olduğu için seyr-i sülûk edemezler..