30 Eylül 2017 Cumartesi

Alfa-teta sağlık..

Hastalıklar frekans ayarlarının bozulmasından kaynaklanır...


Dr. Sarıyıldız insan bedeninin frekanslardan oluştuğunu belirterek, olumsuz duygu ve düşüncelerin organların titreşimini bozduğunu iddia ediyor. Sarıyıldız, frekans ayarlarıyla oynayarak hastalıkların iyileştirilebileceğini belirtiyor.

Biyofizikçi Alman doktor Fritz Albert Popp, bütün canlı hücrelerin ışık saçtığı ve ışığın kaynağının DNA olduğuna dair bir makale yayınlamıştı. Makaleye göre DNA birden çok frekans yayınlıyordu. Dr. Raymond Rife ise belli frekansları kullanarak virüs ve bakterilerin yok edilebildiğini bulmuştu. Nikola Tesla insan vücudunun yaydığı frekansları, dış frekanslardan yalıtabildiğimizde hastalıklara karşı büyük bir direnç geliştireceğimizi savunuyordu. İsveçli radyolog Bjorn Nordenstrom, bir tümörün içine bir elektrot yerleştirip doğru akım verildiğinde tümörün eridiğini test etmişti. Dr. Robert O. Becker ise “The Body Electric” adlı kitabında insan vücudunun elektriksel frekanslarını ortaya koydu. Araştırmalar her canlının bir frekansa sahip olduğunu ve dahası hepimizin çevremizdeki frekanslardan etkilendiğini gösteriyor. Amerikalı doktor Bruce Tainio insanların ve gıdaların biyofrekanslarını ölçmüştü. Buna göre sağlıklı bir insan vücudunun 62-68 MHz’lik bir frekans aralığı var. Hastalık ve rahatsızlıklar 58 MHz’de baş gösteriyor.

Dua insan frekansını 15 MHz yükseltiyor

Araştırmalarda olumsuz ve olumlu düşüncelerin vücut frekanslarımız üzerindeki etkisi de incelendi. Olumsuz düşüncelerin insan frekansını 12 MHz kadar düşürdüğü, olumlu düşüncelerin frekansı 10 MHz kadar yükselttiği tespit edildi. Dua da frekansı 15 MHz kadar yükseltiyor. Esans yağlar da kişinin frekansını yükseltmede önemli bir rol oynuyor. Gül yağı ve günlük gibi yüksek frekanslı esanslar ruhsal dengeyi sağlayabiliyor.

Ancak iç ve dış etkenler zaman içerisinde frekans ayarlarımızı bozarak hücresel yıkıma sebebiyet veriyor. Neyse ki frekans ayarlarımızı düzeltmek artık mümkün. Konuyla ilgili kullanılan son teknolojiyi, hastalık frekanslarını, duygu ve düşüncelerin titreşimimizi nasıl bozabildiğini konuşmak üzere İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Erkan Sarıyıldız ile bir araya geldik.

Hastalıklar duygu ve düşüncelerde başlar

Son kitabınız “Anormal Kitap” dahil hemen tüm kitaplarınızda hastalıklara en temelinde duygu ve düşüncelerimizin yol açtığını söylüyorsunuz. Hangi duygu ve düşünceler hangi hastalığı tetikliyor?

Kurban hissetme, sevilmeye layık olmadığını düşünme ve değersiz hissetme gibi duygu ve düşünceler uzun süre aşılamadığında bedenselleşerek hastalık haline geliyor. Örneğin kendini ifade etme sorunu yaşayan, kendini yeterince dışa vuramayan insanlarda tiroid hastalıkları sık görülür. Hayata dair olumsuz kodları çok olan insanlarda migren görülür. Sevildiğine inanmayanlarda, sevilmeye layık olmadığını düşünenlerde, sevgi açlığı olanlarda kalp hastalıkları yaygındır. Hayatta kendini kurban rolünde hisseden, hayatından hoşnutsuz olanlarda mide ve barsak sorunları görülür, öfkesini içine atanlarda hassas barsak sendromu, geleceğe ait güvensiz hisseden ve ilerleme korkusu duyanlarda hareket sistemi hastalıkları olur. Yani bel, bacak, diz ve kalça ağrıları yaşar. Toksik duygular, acı veren duygular böbrek sorunlarına yol açar. Mesela iyi insanlar çabuk ölür diyoruz ya, bunun nedeni iyi insanların kendilerini yeteri kadar ifade edememeleridir.

İyiler erken ölür, çünkü…

Bu nasıl ölüme yol açar?

Kime iyi dersiniz, gerektiğinde yanınızda olan, yardım eden yani veren insana iyi dersiniz. Vere vere kendine kalmayan insana… Bu insanlarda sonunda enerji bedeninde çatlaklar oluşur ve kalp hastalıklarından erken yaşta ölürler.

Ama fedakarlık inancımıza göre güzel bir şey…

Elbette öyle ama eğer karşılık beklemiyorsanız. Eğer “sevilmeye layık değilim” duygusundan dolayı, sevilmek için, iyi insan desinler diye verici bir insan haline geldiyseniz o zaman hep kaybeden olursunuz. Verdiğinizi geri alamazsınız. Ama karşılıksız verirseniz daha da yücelirsiniz.

Tekrar düşüncelere gelecek olursak, düşünceler sağlığımızı nasıl etkileyebiliyor? Bilimsel bir tarafı var mı bu iddianın?

Bilimsel olarak ispatlanmıştır ki maddenin yüzde 99.9’u boşluktur, kuantum alanıdır. Biz de aslında boşluktan oluşuyoruz. Geri kalan 0,1’lik partikül alanı. Yani biz aslında titreşim enerjisiyiz. Düşünceler ise, enerjinin en ince titreşimi olduğu için enerji bedenimizin dış bölgelerindedir. Bu nedenle olumsuz düşünceler devam ettikçe en dış katmandaki enerji akış bozukluğu her seferinde bir kat alta geçer. Bunu elmanın üzerindeki çürük gibi düşünebilirsiniz. Zamanla elmanın içine doğru yayılır. Sadece duygu ve düşünceler değil, dış faktörler, kimyasallar, katkı maddeleri, teknoloji ve gıdalar da bedenimizin yaydığı titreşimleri bozabiliyor. Her organ, her doku aslında sağlıklı olduğunda belli bir frekansta titreşiyor. Bu titreşimlerin bozulması sonucu hastalıklar oluşuyor. Bu titreşimleri olması gereken standart frekansına getirdiğimizde iyileşme süreci başlıyor.

kaynak:İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Erkan Sarıyıldız,

Tin.



Uyanmak istiyorsan, senin yoluna çıkacak hiçbir şey yoktur; 
uyanmak istemiyorsan, yoluna çıkacak olan kendin olacaksın.

Var aslında yok..

Sanskritçe Arhat ( Çince Luohan) ; öfke, kin gütme, bilgisizlik ve benzeri negatif titreşimli duygulardan arınmış ve kusursuzluğa ulaşmış,nedensellik çemberinin zincirlerini aşarak tekamülün son basamağına gelen, tekamül zincirlerini / karma zincirini kırmış kişiyi Budizm’de tanımlayan bu kelime ,
zannımca Tasavvuftaki tekamülünü tamamlamış, nefsaniyetinden arınmış insani kamile karşılık gelmekte...

Her canlının yaptıklarından kendisinin sorumlu olduğu
Theravada Budizm'inde 
Arhat, 
diğer insanlara yol göstermekten çok 
Nirvana’ya bir an önce ulaşmak isteyen kişi olarak geçiyor.

Fakat Mahayana Budizm’inde 
bu rolü üstlenen 

Bodhisattva, 

diğer insanları aydınlığa ulaştırmak için 

kendisi Nirvana’ya ulaşma hedefini ertelemekte...

Her varlığın diğeri üzerinde bir sorumluluğu olduğu
ve diğeri üzerinde bir etki yarattığı inancı ile  
Mahayanacılar 

Theravada Budizm'indeki 
bu arhat idealini 
bencil bir amaç saydıklarından
bodhisattva idealini benimsemişler.

Bodhisattva 
aydınlanmaya erişmiş, 
ancak Buda olmayı erteleyerek 
dünya üzerindeki tüm duyarlı canlılar Budalığa erişmedikçe 
doğum ölüm döngüsünden (samsara) ayrılmayı reddeden, 
yardıma ihtiyacı olanın yardımına koşan kişi olarak ifade ediliyor.

Dolayısıyla bodhissatva’nın 
en önemli erdemi 

her varlığın bütünün birer parçaları olduğu 
inanışına bağlı olarak

Şefkat (karuna), 

kilit kavram olarak
Theravada’nın bilgelik erdeminden daha üstün sayılıyor.

Mahayana’da aydınlanmak için 
on Bodhisattva adımını geçmek gerekmektedir. 

Her adım ruhun yavaş yavaş yükseldiğini göstermektedir. 

Bu ruhani yetenek sayesinde her adım geçilir 
ve sonunda aydınlığa ulaşılır. 

Birbirine bağlılığı 
veya karşılıklı bağımlılığı simgeleyen 
Zincirler

adeta 
kişinin aydınlanmasının 
ancak diğerleri ile birlikte olabileceğini 
anlatır gibidir

herşeyin birbirine bağlı olduğu 
göremediğimiz 
ama hissettiğimiz 
o -atomaltı-
zincirler gibi...

Ya da birbirine bağlı olan 
kademeli şuur halleri gibi...

Töz.



Düşünceleriyle perdelenmiş akıllar, 
perdelerinden kurtulmadıkça O'nu algılayamaz. 

Muhyiddin Ibn Arabi...

Sır..

Sanskritçe Arhat ( Çince Luohan) ; öfke, kin gütme, bilgisizlik ve benzeri negatif titreşimli duygulardan arınmış ve kusursuzluğa ulaşmış,nedensellik çemberinin zincirlerini aşarak tekamülün son basamağına gelen, tekamül zincirlerini / karma zincirini kırmış kişiyi Budizm’de tanımlayan bu kelime ,
zannımca Tasavvuftaki tekamülünü tamamlamış, nefsaniyetinden arınmış insani kamile karşılık gelmekte...

Her canlının yaptıklarından kendisinin sorumlu olduğu
Theravada Budizm'inde 
Arhat, 
diğer insanlara yol göstermekten çok 
Nirvana’ya bir an önce ulaşmak isteyen kişi olarak geçiyor.

Fakat Mahayana Budizm’inde 
bu rolü üstlenen 

Bodhisattva, 

diğer insanları aydınlığa ulaştırmak için 

kendisi Nirvana’ya ulaşma hedefini ertelemekte...

Her varlığın diğeri üzerinde bir sorumluluğu olduğu
ve diğeri üzerinde bir etki yarattığı inancı ile  
Mahayanacılar 

Theravada Budizm'indeki 
bu arhat idealini 
bencil bir amaç saydıklarından
bodhisattva idealini benimsemişler.

Bodhisattva 
aydınlanmaya erişmiş, 
ancak Buda olmayı erteleyerek 
dünya üzerindeki tüm duyarlı canlılar Budalığa erişmedikçe 
doğum ölüm döngüsünden (samsara) ayrılmayı reddeden, 
yardıma ihtiyacı olanın yardımına koşan kişi olarak ifade ediliyor.

Dolayısıyla bodhissatva’nın 
en önemli erdemi 

her varlığın bütünün birer parçaları olduğu 
inanışına bağlı olarak

Şefkat (karuna), 

kilit kavram olarak
Theravada’nın bilgelik erdeminden daha üstün sayılıyor.

Mahayana’da aydınlanmak için 
on Bodhisattva adımını geçmek gerekmektedir. 

Her adım ruhun yavaş yavaş yükseldiğini göstermektedir. 

Bu ruhani yetenek sayesinde her adım geçilir 
ve sonunda aydınlığa ulaşılır. 

Birbirine bağlılığı 
veya karşılıklı bağımlılığı simgeleyen 
Zincirler

adeta 
kişinin aydınlanmasının 
ancak diğerleri ile birlikte olabileceğini 
anlatır gibidir

herşeyin birbirine bağlı olduğu 
göremediğimiz 
ama hissettiğimiz 
o -atomaltı-
zincirler gibi...

Ya da birbirine bağlı olan 
kademeli şuur halleri gibi...

Gizem..



"Evren bir amaçla yapılmıştır dedi çember. 
Hangi galakside olursanız olun, 
bir çemberin çevresini ölçüp çapına bölerseniz, 
eğer yeterince dikkatli iseniz, bir mucize ile karşılaşırsınız. 
Bir baska çember, 
virgülün kilometrelerce uzağında çizilmiş olan…"

Carl Sagan-Contact

Evrensel daireler.

KUBBE Mimarisinde Gök kubbe,Tuba Ağacı ve Cennet Sembolizmi

Tinsel mimarinin başlangıçtan bu yana, insanın yaradılış öyküsünü dile getirmeye çalışan, dairesel planlı ve kubbe şeklinde tasarlanmış yapıların, zaman içinde ve kuramsal olarak, teknolojiyle birlikte gelişip biçim değiştirdiği, ancak, temel kurallarda hiçbir değişikliğin oluşmadığı anlaşılmaktadır.

Prehistorik dönemlerden başlayarak, tinsel inançların oluşmasıyla şekil bulmaya başlayan mimarinin, daha başlangıçta, daire biçiminde yaratılan plan üzerine odaklanmış olması, bu mimarilerin Gökkubbe’yle olan ilişkisi nedeniyle dikkat çekicidir. 

İnsanın düzen ihtiyacı nedeniyle şekillenen, kutsal yapıların genel strüktürü birçok sembolik anlamlara sahiptir. 

Caminin tabanı, yeri, dünyayı, caminin kendisi, İlahi olanın fiziki yansımasını, minare ve kubbesi Göksel Kudreti simgeler. 

İnsanlık tarihi kadar eski, Mandala diye bilinen kozmik sembol, burada açıklanmaktadır. 

Mandala, her şeyin başı ve sonu olan ve sonsuz bütünü temsil eden bir dairedir. Ancak, kare veya dörtlü prensibi ifade eden simetrik bir düzeni de kavramı kapsamına almaktadır. İdeal, bütün dairedir, doğal olarak bölünmesi dörtlüdür. 

Çok defa elemanlardan biri daha belirgindir. Eyvan, camilerde kullanımı ile değil de sembolik anlamı ile başroldedir. 

Genellikle Gök kapısı, Cennet kapısı olarak nitelendirilmektedir. 

KUBBE İç mekânın heybetini vurgulayan, merkezi kubbeli plandır. 

İşlevsel olarak, kubbe, mekânda akustiği düzenler, anlamsal olarak makro kozmosu simgeler, estetik olarak iç mekânı bütünleşme hissiyle donatır, dairesel hareketi vurgular. 

Kubbe, merkezinde Tanrı’nın olduğu Göksel İlahi’yi simgeleyen eşsiz bir merkezi oluşturur. Kubbe, Evren’in, Tanrı ile İnsanoğlu’nun buluştuğu, konuştuğu kutsal mekanın sembolüdür. 

İnsanoğlunun dört katlı doğasını sembolize eden kubbenin çevresindeki dört duvarın, merkezindeki Ebedi Birlik’e doğru dönüşümünü anlatmaktadır.  

Kubbenin sembolik doğası onun geometrisinden kaynaklanmaktadır. Daire, simgeler arasında sonsuzun ifadesi olarak en güçlü olanıdır. Kaynağı ve sonu içerdiği için evrendeki birlik ve bütünlüğün başlıca ifadesidir. 

Bütün diğer geometrik şekilleri dairenin içinden kurmak mümkündür, dairenin sonsuz potansiyeli vardır. 

Bütün İslam sanatının başlıca ifade aracı olan geometrik düzenlerdeki devamlı tekrar etme prensibi buna dayanır. 

İnsan bilincini simgeleyen üçgen, ahengin prensibi, iki varlık ve aralarındaki bağlantının geometrik ifadesi, daireye yakın altıgen gök sembolü, yeryüzünü ve maddeyi ifade eden kare daireden elde edilebilecek temel geometrik figürlerdir. 

Dört rakamının yeryüzü ile sıkı ilişkisi, dörtgenin ideal türü olan karenin yeryüzünün değişmez sembolü olduğu ve mandalaya benzer evren simgesini daire ile birlikte oluşturduğu böylece açıklanmış olmaktadır.

Dört eyvanlı planın da neden evreni ifade ettiği, yer ve gök ile evreni temsil eden camide, kubbe (daire) ile dörtgen altyapısının neden vazgeçilmez bir beraberlik kurduğu böylece anlaşılır olmaktadır. 

Kimi zaman karşımıza çıkan sekizgen kubbe, Kur’an’da adı geçen “Sekiz Cennet” ile ilişkilendirilir. 


Ardelan ve Bakhtiar adlı yazarlar kubbe’nin önemini, 

onu Evren’in, kutsal adların ve erdemlerin arketiplerinin tasvirini yapan bir mandala olarak ele alarak ortaya koymuşlardır. 

Kimi zaman karşımıza çıkan sekizgen kubbe, Kur’an’da adı geçen “Sekiz Cennet” ile ilişkilendirilir. 

İslam kültüründe kubbe bir yandan antik imajını korurken, diğer yandan İslam kozmogonisinin temellerini oluşturan kuvvetli bir manifestasyondur. 

Sembolik geçişlerle kubbenin doğasında mevcut olan merkez, daire ve küre tam ve bütünlükle gerçekleşmiştir. 

Kare bir mekândan yarım küreye geçiş, yaratılanın Yaradan’a geri dönüşünü anlatmaktadır. 

Kare ile kubbeyi birbirine bağlayan, üçgen biçimli pandantifler (bini) bir geçiş öğesidirler ve Kur’an ayetleri üçgen içinde bulunan bir daire içine yazılmışlardır. 

Pandantif kelimesi “asılı tutan” anlamına gelir. İnsanın onu yeryüzüne bağlı tutan kişilik zincirlerinden kurtulup Birlik’e geri dönüşünün özel çaba isteyen gerilimli alanlarıdır. 

Ruhun kubbe’nin Zirve noktasından geçişi, Birlik’e ulaşmanın sembolü, iki farklı yöndeki hareketi ihtiva eder: Aşağıya doğru, yayılan ve yukarı doğru, toplayan, birleştiren. Bu mükemmel birleşimle Ruh İdea’sı iyice vurgulanmıştır. 

Bu İdea ki, tüm varlıkları kuşatır ve içine alır, ve aynı zamanda içlerine yayılır: benzer bir şekilde bir kubbede içine aldığı mekanı bütünü ile içine alır, kuşatır, üzerine oturduğu dört kemeri veya dört duvarın üstünde Göğün Merkezi tüm varlıkları kucaklar. 

Hz. Muhammed (SAV) Göğe Yükselişi’ni anlatırken, dört köşesindeki sütunlar üzerine oturmuş İnciden bir kubbenin Kutsal Ana’sından bahseder. Dört sütun üzerinde Kur’an’dan “Rahman ve bağışlayan Allah’ın adıyla” yazmaktadır. 

Karenin üzerine oturan kubbe, sekiz meleği simgeleyen bir sekizgen ile birleşmektedir. 

Kubbe, tüm manifestasyonlarında ilahi tahtın yeridir. 

Tarihteki farklı Türk devletlerinde İran’daki Büyük Selçuklu Devletinden Anadolu Selçukluları’na, Beyliklere ve son olarak Osmanlı Devleti’ne kadar yapılan bütün önemli yapıların üst örtüsünün kubbe olması çok ilgi çekicidir. 

Sahip Atâ Fahreddin Ali’nin başlıca eserleri, Konya’da İnce Minareli Medrese, Sivas’ta Gök Medrese ve Kayseri’deki Sahibiye Medresesi, plân itibarıyla avlulu veya kubbeli medrese tipine girerler

Neredeyse kubbe, Türk mimarisinin sembolü olmuştur diyebiliriz. 

Kubbenin Türkler tarafından bu kadar kabul görmesinin altında Orta Asya’dan gelen tesirlerin olduğu eskiden beri söylenmektedir. 

Göçebe hayatında Gök örtüsü ve içinde hareket eden Güneş, Ay ve yıldızlar, düzenin ilk habercileri olmuş, yüzyıllar boyunca sürecek olan “gök kubbe” tasarımının ilk ifadesini çadırda bulmuştur. 

Orta Asya’da, göçebe yaşamış eski Türk kavimlerinden başlayarak günümüzde çok az da olsa Anadolu’unun değişik yerlerinde kullanılan ahşap iskeletli göçebe çadırlarının ana formu kubbedir. 

Ağaç dallarından yapılmış “yurt” adını alan bu çadırlar kubbeli yapılarıyla dikkat çekmektedir. Çadırın orta kısmında kubbenin az yükseltilerek temiz hava ve ışığın gelmesine izin verecek biçimde olması da düşünülmüştür. 

Bazı araştırmacılar, çadırlarda kullanılan bu örtü biçiminin; yerleşik hayata geçen ve göç ettikleri İran ve Ortadoğu’da bulunan geleneksel kubbelerle birleştirilerek kullanıldığını, sonraları Türk şehirlerinin ayrılmaz parçası olduğunu düşünmektedirler. 

Sanat tarihçisi Josef Strzy-govvski'ye göre gökkubbeyi temsil eden Türk kubbesi (topak ev) Orta ve Ön Asya'dan bütün dünyaya yayılan kubbe mimarisinin menşeidir ve Mezopotamya'nın kubbeli evleriyle İran ve Anadolu'nun kümbetleri birer kagir Türk çadırından başka bir şey değildir

Türk çadırı ile kubbe arasındaki benzerlik gökyüzü, hükümranlık ve kozmik sembollerle bağlantılı biçimde uzun bir gelişme süreci izlemiş, bu arada stupa adı verilen yapı tipi ortaya çıkarak çadırdan kubbeye geçişte aracılık yapmıştır. Bu etki ilk türbelerde çok açıktır. 

Topak ev gibi kâinatı temsil eden stupaların ilk örnekleri, içindeki oyuklarda kutsal kalıntıların saklandığı yarım küre şeklinde masif Budist anıtlarıdır. 

İçi boş olan Uygur stupaları ise şekil ve tezyinat bakımından daha çok topak eve benzer. Vill-lX. yüzyıllara tarihle-nen Tirmiz Kırkkız Türbesi 11.5 m. çapındaki kubbesiyle erken tarihli bir örnektir. 

Aynı şekilde Hazar şehri yakınlarında bulunan ve Karahanlılar'a bağlanan De-garon Camii (X. yüzyıl), 6,S m. çapındaki orta kubbesi ve köşelerindeki dört küçük kubbesiyle merkezî bir plan gösterir. 

Asıl gelişmesini Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu mimarilerinde gösteren kubbe. Doğu Asya'nın stupaları kadar İran'ın âteşkedelerinin de belirli unsurlarını almış olmalıdır. Genellikle Sâsânîler devrinde yaygınlık kazanan âteşkedeler dört ayak üzerine oturan kubbeden ibaret basit bir yapı gösterir.

Kubbe gibi mimari bir unsurun İslâm eserlerinde benimsenip geliştirilmesi farklı bölgelerdeki yorumlarla değişik çehreler göstermektedir. 

Kur'an'da cemaatle namaz kılınacak mekânın özellikleri tarif edilmediği gibi bu ibadetin şekli bakımından da kubbeli yapı şart tutulmamıştır; mescid ve cami kelimelerinin de kubbeli mimariyle kavram olarak herhangi bir ilgisi yoktur. 

Bu hususlar kubbenin İslâm doktrininin veya litürjisinin bir sonucu olamayacağını gösterir. 

Gerçi merkezî planlı camilerdeki tek kubbenin tev-hid düşüncesiyle örtüşen bir sembolizme çok uygun düştüğü söylenebilir; fakat böyle bir plan sadece Anadolu'da ve ancak XVI. yüzyılda şekillenmiştir. 

Yanlışlıkla Ömer Camii de denilen Kubbetü's-sahre hariç tutulursa Hulefâ-yi Râşidîn ve Eme-vî dönemlerinden kalan camilerin hiçbirinde kubbe mekâna hâkim bir eleman olarak görünmez; çok sayıdaki destek sı-ralarıyla ayrılan nefler genellikle düz dam örtülüdür. 

Mescid-i Aksa, Emeviyye Camii ve İbn Tolun Camii'nde ise mihrabın Önündeki sütunlardan birkaçı kaldırılarak bu kesim birer kubbe ile vurgulanmıştır. Ancak bu kubbeler, enlemesine genişleyen yapıların kütle kompozisyonuna estetik bir katkıda bulunmadığı gibi tam aksine yatay gelişen örtü sisteminin bir kenarında garip bir çıkıntı yapar. 

İslâm kubbe mimarisi bakımından ilk önemli örneklerden biri, Gazneliler'e aitLeşker-i Bâzâr Ulucamii'nde enlemesine gelişen camilerin ilk mihrap önü kubbesi olan yaklaşık 9 m. çapındaki kubbesidir.

En abartılı görünümüyle Tac Mahal'de karşımıza çıkan soğan şekilli kubbe önce Hint ve Güneydoğu Asya mimarisinde yaygınlık kazanmış, daha sonra Rus ve diğer Ortodoks kiliselerinde kullanılmıştır.

Kubbeler, insanların zihninde eskiden beri yer alan gök kubbe tanımının yeryüzündeki sembolü gibi de algılanmıştır. 

Zaman zaman camilerin ana mekâna doğru yükselen, küçük ve yarım kubbelerle desteklenen, orta mekânı örten büyük kubbede tamama eren tekil yapısı, “tevhid” inancının gösterimi olarak düşünülmüştür. 

Ayrıca sınırlı kubbe ile biten o mekânın ortasında düşünmeye dalan insan için o büyük mekânın – gök kubbenin altındaki insanın basitliğini, acizliğini hissettirmesi de bir başka yönüdür. İnsanın kendine yönelip düşünmesine yardımcı olan bu etkinin kubbeleri yaptıran ve yapanlar tarafından da farkedilmemiş olması mümkün değildir.

Kubbeler, her ne kadar Türkler tarafından meydana getirilmemiş olsa da Türkler tarafından geliştirilen ve yaygın olarak kullanılan bir yapı ögesi olmuştur. Kubbenin tek ve yan yana düzenli kullanımı ile fonksiyon dışında estetik de vurgulanmaya çalışılmıştır. Bu yönleriyle kubbe, anıtsal Türk mimarisinin sembolü olmuştur.

Hint ve Druid tradisyonları gibi pekçok tradisyonda yeralan kozmik bir sembol olan Dünya Yumurtasında Gökkubbe yumurta olarak nitelendirilmeye başlanmış ve bu yumurtanın da yedi katmandan oluştuğu kabul edilmiştir ki bu da Greklerin yedi göğünü ya da küresini temsil etmektedir.

Hadisi şeriflerde ifade edildiği üzere cennet vecehennemden bu dünyaya dallar uzamaktaCehennemden uzanana "Şecere-i zakkum",cennetten uzanana da "Şecere-i tuba" denmektedir. 

Şecere-i tûba-i hilkat: yaratılışın mutluluk ağacı (Cennet örtülü, gizli, gerçek mutluluk manasında bir kavram, bir varlık boyutudur) gibi İslamda Kubbeler Tuba ağacının temsillerini stilize ederler.

Özetle Kubbeler Cenneti sembolize ederler.

Kaybolma..


"İnsanlık büyük bir tehlike altında 
ve tek çözüm daha bilinçli olmak...
Var olan tek gerçek tehlike, insanın kendisidir.
Gerçek tehlike o "
"Mankind is in great danger, and the only solution is to become more conscious. The only real danger that exists is man himself. He is the real danger" Carl Jung


Kendinde..


"İnsana yükünü kaldırmada yardım et, 
ama onu yere bırakmasına yardım etme"



Kendince..

Gerçeğin sürekli gelişim içinde olduğunu bil.

Yarının sözleri bugünün sözlerinden farklı olacaktır. 
Okuduğun şeylerde yüreğinin titreşimine uygun olanları al, 
gerisini bırak.

Söylenenleri yargılamak, 
bu sözlerle ilgili inançlarını yeniden değerlendirmeye almak 
anlamına gelebilir.

Okuduğun sözleri yargılamak dürtüsünden 
kendini alamıyorsan 
bunu kendini geliştirmenin bir armağanı olarak gör.

Eğer herhangi bir söz, 

içindeki duygusal düğmelere basarak 
sende tepki yaratıyorsa 

bu tepki, 

kendini
sınırlı bakış açısıyla ifade ettiğinin işaretidir.

Kendini bunun için yargılamak yerine 

bakış açını 

genişletmek üzere çalış. 

Böylece sınırsızlığını kucaklamak 
ve direnç göstermeden yaşamak konusunda büyük yol alırsın.

Bu kitaptan kendi benliğine uygun olanını al 

ve kendi özgün bakış açını yaratmak için 
bir katalizör olarak kullan. 

Varlığının sınırsızlığına açılan kapıların anlayışını kazan 
ve bu anlayışı kendine mal et. 

Her cümleyi algılama biçiminin 
sadece sana özgü olduğunu bil, 

her cümleyi başka kimsenin anlamadığı gibi anlayacaksın. 

Eğer bu kitap sana bir dönüşüm deneyimi yaşatırsa 
bunun kendi seçimin olduğunu bil. 

Tanrı Tohumu güçlenmen, değişmen ve seçimlerini arttıman için 
sana sadece potansiyel bir alan yaratıyor.

Kâğıdın üzerindeki sözleri istersen yüreğine alabilirsin. 

Bu tohumların senin tarafından, senin için 
ve senden nasıl tomurcuklanacağı sadece sana bağlı. 

Bu sözler seni hiçbir şekilde yeniden yaratmayacak, 

zaten içinde var olan potansiyeli ortaya çıkaracaktır.

Tanrı tohumu Kitabından / Story Waters

Yaşlılık kokusu..

' YAŞLI KOKUSU 'nun moleküler bir sebebi var ; 

Japonya'da kareishū ( 加 齢 臭? ) olarak bilinen 
ve aslen "2-nonenal " denilen doymamış bir aldehit molekülü,
Diğer kimyasalların zamanla oksidatif parçalanmaları ile ortaya çıkan bu bileşen ; insanlarda “nahoş, yağlı ve otsu” olarak tanımlanan Yaşlı insanların karakteristik kokusunu üretiyor.
Yani Nonenal üretimi, yaşlanma sürecinin doğal bir yan ürü
Japonların,bunun bilimsel açıklamasını yapabilmek için yürüttüğü araştırmada yaşları 26 ile 75 arasında olan deneklerinden 3 gün boyunca aynı tişörtü giymelerini istemişler ve kokuya bulanmış tişörtler kromotografi/kütle spektrometre ile incelendiğinde yaşlıların giydiği tişörtlerde yaş arttıkça çok daha yoğun oranda nonenal adlı bu moleküle rastlamışlar.

--------------------------------

40 yaşın üzerindeki katılımcılarda, 2-noneal konsantrasyonunun yaşla birlikte önemli ölçüde arttığı , 

bileşenin miktarı, en yaşlı katılımcıda,
orta yaşlarda olanlara kıyasla neredeyse 3 kat daha fazla 
olduğu gözlenmiş.

--------------------------------

Bu molekül, buğday ve bira dışında 
eski kitaplarda bulunan kokuya da 

karakteristik kokusunu veren 
bir aldehite molekülü; 

hatta bu yüzden nonenale "kütüphane aldehiti" deniyormuş. 

--------------------------------

Yaşlı insan kokusu için biyolojik açıklamalar çok net değil, 

ancak araştırmacılar 
insan vücudundaki kokuların 
"cilt bezi salgıları ile bakteri aktivitesi arasındaki 
karmaşık bir etkileşimden kaynaklandığını 
ve cilt bezi kompozisyonu ve sekresyon değişikliğinin 
gelişim boyunca yaşa bağlı bir biçimde değiştiğini belirtiyorlar

Nonenalin yaşlılarda daha çok olma 
sebebine yönelik
izahları ;

yaşlandıkça cilt yüzeyinde bulunan 
omega-7 doymamış yağların artması 
ve bunların okside olarak 
nonenal miktarının artması ...

Cildin antioksidan savunmasının bozulmasından 
kaynaklanan nonenal üretimi 

genellikle 
erkeklerde ve kadınlarda 
40 yaş civarında başlayıp

menopoz gibi hormonal değişikliklerle 
daha da kötüleşebilen bir salgılama ...

Cilt zayıflarken, doğal yağları daha hızlı oksitlenir. 
Yağ asitleri, yağ bezleri tarafından salgılanır 
ve havadaki oksijenle reaksiyona girerek nonenal oluştururlar. 

--------------------------------

Suda çözünür olmadığından, 
nonenal, yıkamaya rağmen cilde devam edebilir 
ve hatta yoğun fırçalamadan sonra da kalabilir. 

Bu nedenle, son derece temiz ortamlarda bile koku devam eder.

--------------------------------

Fakat öyle 
(birilerinin bakımsız yaşlılara yönelik iddia edebileceği gibi  )

kötü bir kokudan bahsetmiyoruz tabii 

--------------------------------

Zira araştırmada denekler için en rahatsız edici kokunun 
gençlere yani 20 30 yaş grubundakilere ait olduğu 
görülürken 
yaşlıların kokusu 
daha az rahatsız edici ve daha az kesif bulunmuş.

Hatta orta yaşlı erkek kokusu 
yoğunluk ve hoşnutsuzluk için en çok oranda 
nitelendirme alırken,

gönüllüler 

orta yaşlı kadınların kokularını 
en keyifli 

ve yaşlı erkek kokusunu
en az yoğun olarak değerlendirmişler.


29 Eylül 2017 Cuma

Yeniden inşaa olmak.

Bir insan kendini kendinden ayıramadığı sürece hiç bir şeye ulaşamaz ve ona hiç kimse yardım edemez..

Korkma..

Arzuyu öldür;
ama yeniden dirilmemesine özen göster.
Hayat aşkını öldür;
ama yaşama isteğiini katledersen,
ebedi hayata susamışlığından değil,
geçici olanı ebedi olanla değiştirmek için olsun.
Hiç bir şeyi arzulama,
Ne olana ve olacağa ne de Doğa'nın değişmez yasalarına karşı gel;
sadece kişisel,fani,zail ve ölümlü olana karşı mücadele et..

Benliği bilmek..

"Neden sipiritüel insanların başına zor şeyler gelir? Onlar ruhun üstesinden gelmesi ve sahiplenip bilgeliğe dönüştürmesi gereken şeyleri seçerler.Ruhun ihtiyaç duyduğu şeylerin tezahür etmesine izin verirler. Savaşlar insafsızdır,ama ışığı daha parlaklaştırır.Eğer içsel olarak acı çekiyorsanız,bunun nedeni ödün vermiş olmanızdır.Siz ışığınızı gizlemiş,benliğin ışık saçmasına izin vermemişsinizdir.."
Ramtha..

28 Eylül 2017 Perşembe

Hayat..

Hayatın kaynağıdır gülmek..
Samimi bir gülüş bir çok hastalığı vücuddan atar.Bedeni ve zihni temizler.
Gülmeden geçirdiğiniz her gün
Boşa geçmiş bir zaman dilimidir..
Gülmek huzur verir.

Olmak.

İyi veya kötü olman
Tanrının yanında hiç bir şeyi değiştirmez..
İyi veya kötü olman,
Senin yaşamını değiştirir..

Şefkat..

Başarılı olacak insan,
"Bu çok zor olsa da,mümkün
Kaybedecek bir insan,
"Bu mümkün,ama bu çok zor"
Umutlu bir insan
"Bugün her şey daha iyi olacak" der..


Her canlı titreşir.

CANLILARIN FREKANSLARI

İnsan Beyni 7290 MHz
İnsan Bedeni (Gündüz) 6268 MHz
Soğuk algınlığı belirtileri 58 MHz
Grip belirtileri 57 MHz
Kandida 55 MHz
EpsteinBarr 52 MHz
Kanser 42 MHz
Ölüm başlangıcı 25 MHz
İşlenmiş/Konserve yiyecekler 0 MHz
Kuru otlar 1222 MHz
Taze otlar 2027 MHz
Esans yağlar 52320 MHz

Sağlıklı bir insan vücudunun 6268 MHz’lik bir frekans aralığı var. Hastalık ve rahatsızlıklar 58 MHz’de baş göstermeye başlıyor. Esans yağlar insan tarafından kullanılan doğal maddeler arasında en yüksek frekansa sahip olan şey. Yukarıdaki frekans tablosunda bir uçta işlenmiş/konserve yiyecekler dururken (0 MHz) öteki uçta en yüksek frekans ile gül yağı (320 MHz) bulunmaktadır. Gül’ün aşkla ilişkilendirilmiş olması belki de bir rastlantı değildir.

Işık vücud..

Biofotonik alanında öncü bir biyofizikçi olan Alman doktor Fritz Albert Popp, bütün canlı hücrelerin ışık saçtığı ve ışığın kaynağının DNA olduğuna dair araştırmasını yayınladı.Araştırma sonuçlarına göre DNA sadece tek frekans değil, birden çok frekans yayınlayabilir, hem organizmanın içinde hem de organizmalar arasında foton alışverişi oluyor. Yani kelimenin tam anlamıyla her birimiz birer ışık parçasıyız.Daha önce de bütün canlıların yaydığı enerjiyi ortaya koyan ve bu enerjiyi
kullanmanın yollarını arayan birçok araştırma yapılmıştı.

1920 yılında Dr. Raymond Rife belli frekansları kullanarak virüsleri ve bakterileri yok edebildiğini
buldu.

Nikolas Tesla insan vücudunun yaydığı frekanslarla karışan dış frekansları yalıtabildiğimiz vakit
hastalıklara karşı büyük bir direnç geliştireceğimizi savundu.

İsveçli radyolog Bjorn Nordenstrom 1980’li yıllarda bir tümörün içine bir elektrot yerleştirilip doğru
akım verilirse tümörün eridiğini bulguladı.

Dr. Robert O. Becker “The Body Electric” adlı kitabında insan vücudunun elektriksel frekanslarını belgeledi.

İnsanların Frekansları :
Araştırmalar her canlının bir frekansa sahip olduğunu (megahertz olarak ölçülüyor) ve dahası hepimizin çevremizdeki frekanslardan etkilendiğini gösteriyor. Geçen yüzyılın başında Amerikalı doktor Bruce Tainio insanların ve gıdaların biyofrekanslarını ölçen bir alet geliştirdi. Esans yağlar uzmanı D. Gary Young’un da yardımıyla araştırma frekanslar ve hastalıklar arasındaki ilişkiyi incelemeye yöneldi. Bu ekip aynı zamanda esans yağların insan vücudunun frekansları üzerine etkisini de inceledi. Keşifleri çok ilginçtir.


27 Eylül 2017 Çarşamba

Dogonlar..

Dogonlar
Dogon kabilesi Afrika'da bulunan Mali adlı ülkenin platolarla kaplı merkezi bir bölgesinde yaşamaktadır.Onları farklı kılan özellikleri ise,yazılı tarihten çok daha eski bir aydınlanma döneminden kalma gizemli bir kültürel mirasa sahip olmalarıdır. İddiaya göre Dogonların Mısır’dan göç eden ataları,büyük olasılıkla Mısırlı rahiplerden birçok ezoterik bilgi öğrenmişti.Mısır’dan Batı Afrika’ya doğru yaptıkları göçten sonra bile bu bilgilerini nesilden nesile aktararak koruyabilmişlerdi.
Dogonların yaratılış ile ilgili efsaneleri,dünyanın birçok başka yerlerindeki diğer kültürlerin yaratılışa yönelik öyküleri ve efsaneleri ile benzeşmektedir.Bunların içinde İsis,Horus ve Osiris’ten bahseden Mısır efsaneleri ile İsa,Meryem ve Yusuf’tan bahseden Hıristiyan öyküleri de bulunmaktadır.Ayrıca birçok Güney Amerika kabilesinin ve hatta bazı Kuzey Amerika yerlilerinin kültürlerinde yer alan yaratılış öyküleri de Dogon efsaneleri ile benzeşir.Gerçekliğimiz geçmişin,şimdinin ve geleceğin evrensel bilinç içinde bağlantılı hale gelmesiyle oluşmuştur.Bu gerçekliğin doğasını ve bunun insan deneyimini binlerce yıl boyunca nasıl sınırladığını anlamak için de bütün bu öyküler ve efsaneler arasındaki mecazi anlatım benzerliklerini karşılaştırmamız gerekmektedir.
Dogon mitolojisine göre,gökyüzünün tanrısı ve evrenin yaratıcısı olan Amma tarafından yaratılan Nommo yaşamı deneyimleyen ilk varlıktır.Nommo daha sonra altışar ikiz kardeş haline dönüşmüştür.İkizlerden birisi,Amma tarafından ortaya konan kurallara itiraz edince evrenin dengesi bozulmuştur.Amma,dengesi bozulan evreni tekrar saf hale getirmek ve evrensel düzeni korumak amacıyla Nommo ikizlerinden birisini kurban etmiştir.Kurban edilen kardeşin bedeni kesilmiş ve ardından bütün evrene saçılmıştır.
Burada bazı konulara açıklık getirmek gerekiyor.Öncelikle dikkat çeken nokta ikiz kardeş benzetmesidir.Bu benzetme yaşamın aynı kaynaktan geliyor oluşunu işaret etmektedir.Yani ruhun,bizim yaşadığımız üçüncü boyut gerçekliğine ait elektromanyetik enerjilerinin içine girdiğinde iki parçaya bölünmesi anlatılır.Bir başka paralel terimle açıklamak gerekirse ruhun yin ve yang haline gelmesinden bahsedilebilir.Altı tane ikiz kardeş benzetmesi DNA’mızın on iki iplikten oluşan yapısına da işaret etmektedir.İnsan DNA’sının başlangıçta on iki iplikten oluştuğuna yönelik bilgi Dogonların kültüründe bu şekilde bir benzetme ile korunmuştur.Evrensel kurala itiraz eden kardeş ise Tevrat’ta geçen ve Habil ve Kabil’den bahseden bölüm ile benzerlik göstermektedir.İnsanlık her zaman kendi ikili yapısına,”karanlık ve aydınlık”arasında bir denge kurmak ve bu dengeyi korumak üzerine odaklanmıştır.Böylece Ahiret Günü’nde yargılamaya hazır hale geleceğini düşünmüştür.
Nommo’nun bedeninin evrene saçılması Binu tapınaklarının Dogon bölgesine yayılmasını anlatan bir benzetme olarak da görülebilir.Binu tapınaklarının,Dogonların mitolojik atalarının ruhları tarafından ev olarak kullanıldığına inanılmaktadır.Burada bahsedilen mitolojik atalardan kasıt,insanoğlunun ölümü deneyimlemeye başlamasından önceki zamanlarda yaşamış olduğuna inanılan atalardır.
Bu inanış,tuhaf bir biçimde Mısırlıların İsis,Osiris ve Horus ile ilgili öyküsünü de andırmaktadır.Osiris,ışığın bir simgesi olarak,ölüyken dirilmiş ve insanların kurtarıcısı olmuştur.Nommo öyküsü aynı zamanda İncil’de yer alan ve İsa’nın son yemeğini anlatan öykü ile de benzeşmektedir.İsa,Romalılar tarafından yakalanmadan önce havarileri ile paylaştığı son yemek esnasında onlara “Bu ekmeği alıp yiyin,.ünkü o benim bedenimdir.Bu şarabı da alın ve için,çünkü o da benim kanımdır”demştir.Öykünün devamında ise insanlığın günahların affedilmesi için ölen ve hemen ardından dünyada bir ışık simgesi olarak dirilen İsa,Dogon öyküsünde geçen ve evrenin dengesinin sağlanması için kurban edilip evrene saçılan figürü çağrıştırmaktadır.
Eski Dogonlar, o dönemlerde dünyada yaşayan diğer halklara göre bilim ve matematik konusunda son derece ileriydiler.Örneğin,kendi kökenlerini anlatabilmek için ikili sayı sistemini kullanmayı tercih edebilecek kadar matematiği içselleştirmişlerdi.
Dogonların modern bilim tarafından doğrulanmış bilgilerinin kaynağı her zaman sın derece tartışmalı bir konu oldu.Marcel Griaule ve Germaine Dieterlen adlı Fransız arkeologlar,1931 yılından 1956 yılına kadar tam 25 sene Dogonlarla birlikte yaşadılar.Bu zaman dilimi içerisinde kabilenin üyeleri oldular ve Dogonlar tarafından kabul gördüler.Griaule ve Dieterlen’in Dogon kültüründen edindikleri bilgilere göre gökyüzündeki en parlak yıldız olan Sirius’un ikizi olan başka bir yıldız vardı.O dönemde bu bilgi bilimadamlarınca henüz keşfedilememişti ancak ilerleyen yıllarda sözü edilen yıldızın varlığı doğrulandı.Sirius B adı verilmiş olan bu yıldız sadece yüksek güce sahip teleskoplar tarafından görülebilmektedir.
Dogonlar ayrıca Satürn’ün halkaları ve Jüpiter’in 17.yüzyıla kadar keşfedilememiş bazı uyduları hakkında da bilgi sahibiydiler.Ve bu bilgileri elbette teleskoplar kullanarak elde etmemişlerdi.
Dogon bilgilerinin kaynaklarına dair tartışmalar,ilerleyen yıllarda yazar Robert Temple’ın Dogonları bu dünya dışı bir kaynaktan bahsetmesiyle iyice alevlendi.Ancak Griaule ve Dieterlen,Dogonların bu dünya dışı bilgi kaynakları ile ilgili bir şey öğrendiyseler bile,bu bilgiyi asla paylaşmamışlardır.
Genişlemiş bilinci dünya tarihinde defalarca ortaya çıktığını kanıtlayan tarihsel bulgular çoğaltılabilir. Ancak asıl üzerinde düşünmemiz gereken şey kökenlerimize ve yeteneklerimize yönelik açık bilgilerin kimi zaman bilim adı altında reddediliyor ya da gözden kaçırılıyor olmasıdır.Ne yazık ki günümüz bilimi,bu tip bilgileri net olarak tanımlanabilir ve ölçülebilir olmadıkları gerekçesiyle,sonsuzluğa açılan bir bilinci kaybetmek pahasına reddedebilmekte ya da görmezlikten gelebilmektedir.


Sirus piramitler-Mu uygarlığı..

Piramidin sözlük anlamı da başlı başına büyük bir sırrı içinde barındırır. Günümüzde kullanılmakta olan Piramit sözcüğünün kökeni Mısır Lisanı'na değil, Yunanca'ya dayanır. Piramit sözcüğü Yuananca'da "Pyros" sözcüğünden türetilmiştir. "Pyros" Yunanca'da "Ateş" anlamına gelmekteydi. Bu sözcüğün "Muhteşem Işık" anlamında mecazi kullanımı da bulunmaktadır.

İlk başta bu mimari yapıya "ateş" ya da "muhteşem ışık" anamına gelen bir sözcüğün verilmiş olması biraz garipsenebilir. Ancak bu yapının gizli kalmış bazı özellikleri dikkate alındığında, Antik Yunan'da bu yapıya neden böyle bir sözcüğün seçilmiş olduğu kolaylıkla anlaşılabilir...

Bu sözcüğün söz konusu yapı için kullanılmasının iki ayrı anlamı vardı: Birincisi "Ateş Taşı", ikincisi ise "Sirius Takım Yıldızı" ile ilgilidir.

Orjinalleri Atlantis'te bulunan ve az önce üzerinde durmuş olduğumuz enerji çeken ve depolayan özel taşlar, bir zamanlar piramidin tepe noktasına yerleştirilmişti. O dönemlerde piramidi görenlerin onun ışıl ışıl parladığından söz etmelerinin nedeni de buydu. İşte Yunanlılar'ın bu yapıya ''Ateş ismini takmalarının birinci nedeni budur.

Keops Piramidi'nin ezoterik yönü ile ilgilenen tüm araştırmacıları meşgul eden bir sorun da, bir zamanlar piramidin üst tepe noktasında bulunduğu bilinen bu taşlarla ilgilidir. 2000 yıl önce bölgeye gelen bazı gezginler, zirvenin altındaki bir kaç taş sırasının yerinde olmadığından bahsetmişlerdir. Kayıp olan bu taşlara piramidin tepesinde oldukları için "Kapak Taşı" adı verildi. Bu taşların mahiyeti hiç bir zaman anlaşılamadı, fakat bilinen bir gerçek varsa o da şudur: Bir zamanlar Piramdin cephesini kaplayan levhaların sökülerek Kahire'deki inşaatlarda kullanılmaya başlanmasından çok önceleri bu taşlar yerinden kaldırılmıştı.

1182476_1920x1080.jpg

Gelelim ikinci nedene...

Keops Piramidi'nin Kral Odası bilindiği gibi Piramit içindeki enerjilerin odaklandığı bir bölümde yer alır. Ancak Kral Odası'nın bir başka özelliği daha vardır. Piramidin içindeki bu oda "Sirius Takım Yıldızı"nı rahatlıkla gözlemleyebilecek bir açıda dizayn edilmiştir. Piramidin iç kısımlarında bulunan bu odaya Sirius'u gözlemlemeye olanak sağlayan bir tünel açılmaktadır. Bu tünel vasıtasıyla Piramidin derinliklerinde Sirius Takım Yıldızı'nın saçtığı ışık rahatlıkla gözlemlenebilinekteydi.

Antik Mısır Gelenekleri'nde Sirius'un kutsal sayılan bir yıldız olduğu ve Sirius'a diğer yıldızlara oranla çok ayrıcalıklı bir yer verildiği hesaba katılırsa, bu yıldızın ışıklarının muhteşem olarak adlandırılmasının son derece doğal karşılaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. İşte bu nedenle, Kral Odası'nın Sirius Takım Yıldızı'nı gözlemleyebilecek bir açıda dizayn edilmiş olması buna en güzel kanıttır. Mısır Ezoterik Sırları ile yakından temasa geçmiş olan Antik Yunan Kültüründe de bu durum gayet iyi bilindiği için, göklerin muhteşem ışığının gözlendiği bu mabede muhteşem ışık anlamına gelen bir isim vermiş olmalarının nedenini anlamak hiç de zor değildir.

Antik Mısır rahipleri Atlantisliler'den aldıkları bilgiler doğrultusunda Sirius'un dünya için ne denli önemli bir yıldız olduğunu öğrenmişler ve bu sırrı mabetlerinin derinliklerinde saklarlarken, aynı zamanda da mabetlerinin derinliklerinden bu yıldızın ışıklarını gözlemlemekte belki de bu yıldızın tesirlerine muhatap olmanın yollarını denemekteydiler.

İşte bu nedenle Yunanlılar'ın bu yapılara son derece güzel ve uygun bir isim bulmuş oldukannı rahatlıkla söyleyebiliriz.

Günümüzde gözler önünden uzak kalmış, toplum hafızasından silinmiş sırların başında, Sirius Takım Yıldızı'nın dünyamızla olan bağlantısı gelmektedir Bu sırrın üzeri, Tufan sonrası bizim kültürümüzde başlayan .sembolik eğitim sistemine geçişle birlikte örtülmüştür. Bu üstü örtülü sırrın anlaşılabilmesi için dinsel sembolizmin dilini çözmek gerekir Aksi takdirde bu sırra ulaşmak mümkün değildin Bu sır kökeni Tufan Öncesi kültüre dayanan bizim devremizin eski uygarlıklarına ait mitolojik metinlerde de kendisini gizlemektedir.

Ezoterik bilgilerini Tufan Öncesi Atlantisliler'den alınış olan eski Mısır rahipleri bu sırrı biliyorlar ve bunu en gizli ve en güçlü ayinlerinde dışa vuruyorlardı. Kuşkusuz ki, bu sırda hiçbir zaman mabetlerin tlııvarlanndan dışarıya sızdırılmamış, inisiyelerce saklı tutulmuştur.

O halde bütün buraya kadar üzerinde durduğumuz konulara dayanak, "Büyük Piramidin çok sayıda işlevi mi bulunmuştur" diye sorulacak olursa, buna kesin olarak "evet" cevabı vermemiz gerekmektedir. İsmiyle bile bazı sırları kendisinde barındırmış ve halen de barındırmaya devam etmektedir.

Firavun Keops'un ismi Büyük Piramit'e atfedildi.

İsimle ilgili bu bölümümüzün sonunda Büyük Piramit'in bir diğer ismi olan "Keops" üzerinde de kısaca durmak istiyorum. Büyük Piramide Keops isminin verilmesi. Klasik Tarih Bilimi'nin verilerini doğru kabul eden bazı arkeologlarca bu yapının M.Ö. 3.500 yılında yapılmış olduğu ön kabulüne dayanır. Bu tarihte Mısır'ın firavunu Keops'tu. O halde Büyük Piramit bu tarihte yapıldıysa, bunu yaptıran da o dönemin firavunu olmalıydı. İşte bu düşünceden hareketle, Büyük Piramit'e firavunun adı atfedilmişdi.

Kurulan mantık doğru ama bilgi yanlıştı. Çünkü Büyük Piramit'in yapılış tarihi M.Ö. 3.500 değildi...

Bu yapının bu tarihten çok daha öncelerine ait olduğu bugün birçok arkeolog tarafından da kabul edilmiştir Bu nedenle Keops ismi, aslında Büyük Piramit için sadece bir zamanların ön kabulüyle ilgili bir anı olarak kalmış durumdadır..


Cennet katları..

CENNET KATLARI

CENNET DEDİĞİNİZ YER, HAYATIN DEĞİŞİK DÜZEY VE KATLARIDIR...

İsa yedi cennetten söz etti. Evet gerçekten de yedi cennet vardır. Bu katların hiçbirinde insanlara işkence eden, onları cezalandıran cehennem diye bir yer yoktur. Çünkü insan zaten kendine yeterince işkence edip cezalandırıyor!...

Bedeninizi terk ettiğiniz zaman daima cennete, yani bilinç anlayışınıza ya da bu dünyadaki duygusal eğilimlerinize uygun titreşim düzeyine gidersiniz.

Yedi tane idrak ya da bilinç düzeyi vardır.
Bu yedi düzey şunlardır:

1- Üreme ve içgüdüsel yaşam.
2- Korku ve ıstırap.
3- Güç.
4- Hissedilen sevgi.
5- İfade edilen (verilen) sevgi.
6- Tanrıyı tüm yaşamda görebilmek.
7- Tanrı-Ben.

Bunu daha iyi anlayabilmeniz için şöyle açıklayabilirim:

Düşündüğünüz ve benimsediğiniz her düşüncenin, duygusal bir titreşim frekansı vardır. Örneğin, bir ağrıyı anlayıp kavrayabilmek için ağrıyla ilgili sınırlı düşüncelere odaklanırsınız, bu da duyunuzda ağrı olarak hissedilen düşük titreşim frekansları doğurur. Eğer sevgiyi ifade etmeyi düşünürseniz, paylaşılan ve ifade edilen sevgi düşüncesinin yüksek titreşim frekanslarının yarattığı coşkuyu hissedersiniz. Bilincinize hangi anlayış düzeyi egemense, o anlayışa uygun cennete gidersiniz, yani auranızın manyetik alanı, varlığınızın özü sizi o katın titreşimine çekecektir.

Bu dünyaya, bu cennete “uygulama katı” denir. Çünkü burada varlıklar yaratıcı güçlerini ve duyguyla ifade ettikleri davranışlarını ancak maddede görebilirler. Bu dünya yedi kat içinde karanlık olan ve ışığın müziğini işetemediğiniz tek kattır. Buraya varlıklar büyük bir bilgiyle doğarlar, ancak toplumsal bilinç programlamaları yüzünden bildiklerini unuturlar. Bu yüzden dünyada evrim çok çetindir...

Size, eğer görebilseydiniz çok üzüntü duyacağınız bir kattan söz edeceğim.
Bu birçok varlığın yer aldığı birinci ve ikinci bilinç katıdır.

Orada ne göreceksiniz?
Işık formları halindeki dağları, nehirleri, çimenleri ve gökyüzünü değil, milyarlarca varlığın ışık bedenleriyle sonsuz sıralar halinde uzandığını göreceksiniz. Uyur gibi uzanmış durumda ve ölü olduklarının illüzyonunu yaşayan bu varlıklar, yaşamın mezarın ötesinde var olmadığına inananlardır. Düşünceleri hala canlı ve manyetik olarak değişkenlik gösterebilme yeteneğine sahip olmasına ve aslında hala yaşamalarına rağmen, enerji olarak ölmüş olduklarını sanırlar.

Unutmayın, öte tarafta inandığınız, daha doğrusu kendinizi doğru olduğuna inandırıp gerçek sandığınız her şey kendini gerçeğe dönüştürür.

İşte iradeniz ve yaratıcılığınız bu denli güçlüdür. Birçok insan, öldüğünde bir Mesih gelip kendini uyandırıncaya dek ölü kalacağı öğretisiyle yetiştirildi. İlahi sevgiden uzak kalacakları korkusuyla insanlar bu öğretiyi doğru olarak kabul ettiler ve öldükten sonra gittikleri yerde yeniden diriltilecekleri günü bekleyeceklerine inandılar. İşte bu düzeyde, güçlü bir varlık tarafından diriltilecekleri günü bekleyen sıralar dolusu varlık var.

Onları uyandırmaya çalışsak da çok azı uyanıp kalkıyor, çoğunluğu şeytan ya da benzeri bir varlığın uyanmaları için kendilerini kandıracağı öğretisine inandığı için uyanmayı reddediyor! Yaşadıklarını idrak edip uykudan uyanmaları bazen binlerce yıl alır...

Ne kadar talihsiz bir öğreti!
İşte ıstıraplı tek yer bu kattır. Böyle bir öğretinin doğruluğuna kesin olarak inanmış varlıkların bulunduğu kat!...

Diğer tüm katlar eşsiz güzelliktedir...

Ramtha


İçsel bakış..


Bastırılan duygunun enerjisi kaybolmaz. Çöküp daha derine iner. Enerji bedende tıkanıklıklara neden olur. Bu tıkanıklıklar fiziksel bedende olumsuz hisler olarak algılanır. Modern fizik kütlenin enerjiye, enerjinin kütleye dönüştüğünü kanıtlamıştır. Birikmiş duygusal enerjinin maddesel yönü vardır. Enerji kanallarındaki tıkanma fiziksel bedende burunda, damarlarda ya da bağırsaklarda bir tıkanma olarak yansır. Enerji bedeni içinde enerji düzenli akımlar şeklinde, dışında ise ışıldayan bir enerji şeklindedir. Duygu bilinç dışı bir şekilde bastırıldıkça enerji akışı bozulur. Zihin ve beden işlevleri bozulur.

Kaynak: Duygusal Yüzleşme: Micheal Sky

Frekans alanlar..

"Bir"in belleği (morfik alanlar)
Alışkanlıklar,zaman içinde hareket eder.....
(Etki ;zamanda hareket eder)
Sheldrake’in görüşüne göre, bir formun varlığı o formun başka bir yerde de ortaya çıkması için yeterliydi.
Sheldrake 1973’te buna “morfonegenik alan” adını verdi ve bu görüşe göre doğa bir yasalar bütünü değil, alışkanlıklar bütünü olabilirdi.
Herşey, bir kolektif hafızaya sahiptir.
Örneğin şu an New York’taki bir sincapı ele alalım.
Bu sincap kendinden önce yaşamış bütün sincaplardan etkilenmektedir.
"Bu etkinin zamanda hareket edişi " ve sincap hafızasının hem formunun, hem de içgüdülerinin iletilişi, morfik rezonans sayesinde gerçekleşiyor.
Bu, doğada varolan bir kollektif hafıza teorisidir.
Hafızanın ifade edildiği vasıtaya “morfik alanlar” adı verilir, bunlar her organizmanın içinde ve dışında bulunurlar.
Hafızayla ilgili fonksiyonlar “morfik rezonansa” bağlıdır.
Temel olarak, morfik alanlar alışkanlık alanlarıdır ve düşünce, eylem ve konuşma alışkanlıkları vasıtasıyla kurulmuşlardır. Kültürümüzün çoğu alışkanlıklara bağlıdır, yani, kişisel hayatımızın çoğu ve kültürel hayatımızın da büyük bölümü alışkanlıklara bağlıdır.
Morfik rezonans düşüncesinin tamamı tekamülle ilgilidir ama morfik rezonansın bize sunduğu yalnızca tekrarlamalardır. Morfik rezonans bize yaratıcılığı sunmaz.
Dolayısıyla tekamül, yaratıcılığın ve tekrarlamaların bir karşılıklı etkileşimidir.
Yaratıcılık bize yeni formlar, yeni modeller, yeni fikirler ve yeni sanat formları sunar, ama bizler yaratıcılığın nereden geldiğini bilmemekteyiz.Robert Gilman İle Morfogenetik Alanlar Üzerine
Morfogenetik alanlar temel olarak formlara hayat veren, fiziksel olmayan tasarımlardır.
Morfogenetik alanlar enerji değil, yalnızca bilgi taşırlar ve oluştuktan sonra hiçbir yoğunluk kaybına uğramadan zamanda ve mekanda varolurlar.
Morfogenetik alanlar fiziksel formların modelleri (kristal gibi maddeler ile biyolojik sistemler de dahil olmak üzere) tarafından yaratılırlar.
Bunlar daha sonra ortaya çıkacak olan benzer sistemlerin oluşmasını yönlendirirler. Sonuç olarak, yeni oluşan bir sistem, içinde taşıdığı tohumla, önceden oluşmuş bir diğer sistemin sahip olduğu ve kendisininkine benzer bir tohumla rezonansa girerek önceden oluşmuş bir diğer sisteme “uyumlanır”. 
.
Bir canlının temel programlarından birisi
“varlığını korumak”, diğeri
“türünün devamını sağlamak, yani
varlığını geleceğe taşımaktır”.
Kısaca, yaptığımız hemen hemen her davranışımız, her hissedişimiz, yeteneklerimiz, bilgilerimiz ve olaylarımız geçmişte yaşandıkları için bizler tarafından da yaşanmaktadırlar. türümüzün ortak hafıza alanı sayesinde, yaşamın kaotik düzeniyle içgüdüsel olarak baş edebiliyoruz.
Her şeyimizi organize edebiliyor ve geçmişin ortak mirasıyla hareket ediyoruz.
yaşadığımız morfogenetik alana ait olan bu şablonların, çoğunlukla farkında bile olmayışımızdır. Özgür irademizle bir şeyleri yaşadığımızı sanıyoruz.
.
İnsan, geçmişte yaşadıklarını geleceğe aktararak zamanda akan bir varlıktır.
Hafızamız; bedenimizin tümüne, “tüm hücrelere” yüklenmiş şekilde bizimle birlikte geleceğe akar.
Ama her değişen hücrelerin yerine gelen yeni hücreler, diğer hücrelerin yüklendiği enerjiyi, bir bakıma yaşanmışlıkları yüklenerek -şimdide yaşanacaklarla birlikte- geleceğe akıyor…
hafızamız bu iyi, bu kötü diye seçim yapmadan sadece yoğun hissedilen, eksik olan, öğrenilen her şeyi içine çekip saklıyorsa; aynı şekilde Morfo-genetik-alan da iyi-kötü ayrımı yapmadan insanlığın yoğun olarak hissettiği, yoğun işlediği, öğrendiği, kabiliyet kazandığı her türlü durumu, anı da depoluyor.
Yani, bizler “atalarımızın yaşadığı geçmişin” sadece negatif durumlarını miras almıyoruz; onların bilgeliğini, yeteneklerini, üstlerine çektikleri olumlu enerjileri de miras olarak alıyoruz.
yaşam, yaşanmışlıkların yüküyle devam ediyor.
Geçmişte yaşanılan korkular, nasıl ki gelecekte kendisini gerçekleştirirse; aynı şekilde insanlığın ortak yaşadığı korkular değiştirilip dönüştürülmediğinde gelecekte kendisini gerçekleştirir…
İşte bu nedenle; “Tarih, daima tekerrür eder.”…
Linkler yorum bölümün de
.
Fiziksel gerçeklik (madde ) geometrik biç'im'lerden oluşur.
Parçacık Bilimci Garrett Lisi .
B+İÇ+İM; Bütün imgelerin içi -geometriktir.
.
Morpho=form,şekil,biçim,düzen,benzer,dönüş,format,model,yüzGenetik=kalıtsal,doğum,üretim,kuşak,olmak,başlangıç,soya ait.

Tesla.Enerji..


Olgunlaşmak..

__"Acı çekmek gerekli midir? Hem evet hem hayır. 
Olması gerektiği kadar acı çekmediyseniz bir insanın sahip olması gereken derinliğe sahip olamazdınız; tevazu ve merhamet duygunuz olmazdı. 
Şu an bunları okuyor olmazdınız. Acı çekmek, egonun kabuğunu kırar 
ve ardından amacını yerine getirmiş olduğu bir an geliverir.
Acı çekmek, acı çekmenin gerekli olmadığını anlayana kadar gereklidir."

Eckhart Tolle.

H.Cibran..

" Gerçek şudur ki, 

Varlığınız içindeki her şey birbirine sarmaş dolaş olarak devinmektedir. 

Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, 
kendisine yönelilen ile kaçılan birbirine girmiştir. 

Bütün nesneler, sizlerin içinde, birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir."

" Sevinciniz peçesini kaldırmış kederinizdir. 
Onlar daima birlikte gelirler, biri yanı başınızda iken, 
öbürü yatağınızda uzanmış uyuklamaktadır."

Halil Cibran - SÖZLER


Cibran..

Yaratılıştaki her şey sizin içinizdedir ve içinizdeki her şey yaratılıştadır.

Siz en yakın şeylerle sınırsız bir temas içindesiniz ve dahası, mesafe, sizi uzaktaki şeylerden ayırmak için yeterli değildir...
En aşağıdakinden en yücesine, en küçüğünden en büyüğüne her şey,içinizde eşit bir şekilde var olur.

Tek bir atomda,dünyadaki tüm elementler vardır.Tek bir damla su, okyanusların tüm sırrını içinde barındırır... 

Halil Cibran

zamanın anı..

Üç ' Zaman ' vardır:

Geçmiştekilere ilişkin Şimdiki zaman,
Şimdikilere ilişkin Şimdiki zaman
ve Gelecektekilere ilişkin Şimdiki zaman... 

Agustinus

--------------------------------

Augustinus'a göre zamanın ne olduğunu bilmek için, 

öncelikle, zamanın karşıtını anlamak gerekir. Bir şeyi anlamak o şeyin zıttı ile olan bağlantısını çözmekte mümkündür. 

Bu yüzden St. Augustinus'e göre, sonsuzluğu, yaratılış düşüncesini, yaratan ile yaratılan arasındaki farklılıkları anlamayan kişi zamanı anlayamaz. 

İtiraflar kitap 1 l'de St. Augustinus zaman ve sonsuzluğu müzakere eder ve tartışır.

--------------------------------

Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz Zaman ile gerçek Zaman birbirinden ayrı şeylerdir.

İnsan kavrayışı Zamanın gercekliğine ulaşamaz bir niteliktedir.

İnsan yalnızca zamanın geçişini algılayabilir. 

Geçmiş zaman, gelecek zaman, ve şimdiki zaman bölümlemeleri, 
gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir.

Augustinus'un etkileyici bir akıl yürütmeyle 

Geçmiş zamanın artık var olmadığını, 

Gelecek zamanın ise henüz var olmadığını, 

elimizde kalan tek zaman olarak Şimdiki zamanında boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir.

Ölçüp birimlere ayırdığımız Zaman, geçişini algıladığımız Zaman'dır, 
oysa zamanın geçip geçmediğini ya da kendisinde zamanın ne olduğunu bilmiyoruz.

Zaman bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır, ve bu nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını bilmeyiz; gerçek zaman her zaman dışımızda kalır.

Resim :Alexander Ward
 —

26 Eylül 2017 Salı

Aslına bak..

Sana ıstırap veren şey tutunduğun varlık
Yokluktan korkman ise yalnız bir unutkanlık

Aslın yok ve varlıkta bir huzur yoktur sana
Ne doğdun, ne öleceksin anlasana..

Dikkatli olmak gerek..

Deprem olacak.Yine salllanacağız.İster ülkemizde olsun isterse başka bir memlekette yine canlar gidecek.Sakin ama dikkatli olalım.Geçmiş olsun..

Dünya kutup kayması..


Kutup Kaymasi Gerceklesiyor. Hayatta Kalmak icin Neler Yapmaliyiz?





Bir suredir Dunya'mizin kutuplarinda yon kaymasi gerceklesiyor. 2010'da basladi ve 2012'den beri hizlanarak devam ediyor. Bu nedenle dogada, insanlarda, bitki ve hayvanlarda inanilmaz degisiklikler oluyor. Yerkure kendini yenileyerek bir ust boyuta geciyor. Yani yeniden doguyor. Bu yuzden de Dunyamiza yuksek dozda bir enerji geliyor. Bu enerji insan bedenine zarar vermiyor ama insan zihni uzerinde cok etkili oluyor. Insanlar foton enerjisi denilen bu enerjiyle daha zeki daha sevgi dolu ve daha duygusal olmaya basliyorlar. Yada bu degisime uyum saglayamayarak daha kizgin, daha saldirgan, daha sehvetli olup depresyon geciriyorlar. Foton enerjisine bagli bu degisime uyum saglamak icin kalbimizle yasamayi ogrenmemiz lazim. Aksi halde bunalim gecirip kendimize veya baskalarina zarar verebiliriz. Zihnimizi susturmayi ogrenmemiz lazim. Zihinde yasama donemi kapaniyor. Kalbe, sevgiye gecis yapiyoruz artik. 

Son yillarda gittikce artan cinayetlerin, intiharlarin, tecavuzlerin, depresyonlarin, savaslarin ve tahamullsuzluklerin sebebi de budur. Ayni degisim bitki ve hayvanlarda yani tum dogada olmaktadir. Enerji dozu arttikca insanlarin iliskilerinde felaketler olabilir. Uyum saglayamayan zayif insanlar; evlerini, islerini, evliliklerini kaybedebilirler. Insanlar bu donemde tum duygularini en ust duzeyde yasarlar. Sevgi en ust duzeyde, nefret en ust duzeyde olur. En siddetli kin ve nefret, en siddetli bunalimlar en siddetli sevgi ve duygu hassasligi yasarlar. Bunun farkina varanlar uyanmali ve kalplerine donup onun sevgi enerjisiyle yasamalidirlar. 2012'den itibaren dogan yeni nesil cocuklar bu enerjinin etkisiyle hem super zekali hemde sevgi dolu olacaklar. Zamanla insan DNA'lari da yine bu yeni enerjiye bagli olarak degisecek. Olaganustu yetenekleri olan insanlar olacak. Insan omru uzayacak ve farkli boyutlardan varliklarla birlikte yasama imkani dogacak.





Artik eskiden oldugu gibi yasayamayiz. Eski Dunya'nin sonu geldi. Dunya ile birlikte uzerindeki tum canlilar kendini yenilemek zorundalar. Aksi halde yerkure bir ust enerji boyutunda yeniden dogarken, uzerinde yasayan tum canlilar kendisiyle birlikte kendini yenilemezlerse; zarar gorebilirler. Cunku degisimle beraber tetiklenecek depremler, seller, volkanik patlamalar ve gokyuzunden gelecek felaketler tum negatif titresimli varliklari yok edecek, donusturecek. Dunya'miz eksen kaymasindan sonra yeni pozisyonuna gectiginde sadece pozitif enerjiyle yasayanlar hayatta kalabilecek ve kendi alaninda yeni dunyasini, realitesini olusturacaklar. Cunku Dunya'ya gelen yeni enerji sadece pozitif enerjidir. Pozitif enerji, negatif enerjiyi donusturur. Ancak siz hala negatif olmaya devam ederseniz, o zaman aci sonuclar yasayabilirsiniz. Buna; ayriliklar, cokusler, kayiplar, hastaliklar, savaslar ve dogal felaketler vesile olur.



Kotu iliskiler, kin, nefret, kizginlik, hastalik ve savaslar sizi daha da kotu duruma sokarak negatiflestirir. Bu da kotu sonuclar getirir. Bazi ulkelerin bilerek tum Ortadogu ve Afrika'yi kaosa suruklemesi de bundandir. Buralarda negatif enerjiyi cogaltarak, Dunya'daki bu degisimle beraber onlarin yok olmasini istiyorlar. Ne kadar cok negatif insan, o kadar cok yok olmus insanlik. Geriye kalacak az nufusla kolelik sistemine devam etmek istiyorlar. 

Georgia Rehber taslarinda tum dunyaya yazilmis bir mesaj var. Dunyadaki buyuk bir degisimden sonra hayatta kalacaklar icin yazilmis bu mesajda; yeryuzu uzerindeki nufusun 500 milyondan daha fazla olmamasina dikkat cekilmis. Bu da gosteriyor ki planladiklari olaylarla, dunyada az sayida insanin kurtulmasini hedefliyorlar.

Bu nedenle sizin enerjinizi asagi cekmelerine izin vermeyin. Kendinizi nefretten, kinden, saldirganliktan, asiri hirstan ve din mezhep catismasindan uzak tutun. Dogaya acilin, hayvanlari ve insanlari sevin. Bitkilere, topraga ve hayvanlara dokunarak arinin. Karsiniza cikan zorluk ve olumsuzluklarla savasmayin ve geri cekilin, birakin gitsinler. Siz savastikca guclenirler..

Sizi mutsuz eden kisilerin listesini yapin ve onlardan uzak durun. Sizi mutlu eden kisilerle ve seylerle zamanizi gecirin ki kalbinizde sevgiye yer acilsin.Yeni enerjiyle birlikte pozitiflenip arinin ve yukselme sansi edinin. Kendinizi ve baskalarini affedin, yapabildiginiz kadar ozur dileyin. Kalbinizi acin ve sesini dinleyin. Ona yaptiginiz yanlislari sorun; kalbiniz sizi tek tek cevaplayacaktir.

Yanlislarinizi gorun ve iyi bir insan olun. Insanlara ve hayvanlara yardim edin. Sokaktan veya barinaktan hayvan sahiplenin..Size daha cabuk sevgiyi ogretirler. Sevgi evrendeki en guclu enerjidir. Bu sevgi enerjisi yaraticinin var etme ve donusturme enerjisidir. Titresimi en guclu olan enerjidir ve kurtulusun tek yoludur. Ayrica tavsiyem; babadan kalma eski tohumlari stoklayin, kirli sulari temizleme yontemlerini ogrenin. Olasi bir zorluktan kurtulmak icin kendinize simdiden uygun bir toplanma yada yasam alani belirleyin. Bir sure Gunes isinlari bize ulasamiyabilir ve kisa bir buz devri yasanabilir. Bu konuyu arastirin ve gercekleriyle ogrenin.
Alıntıdır..