16 Temmuz 2019 Salı

Mısır ve eski inançlar


412 yılında İskenderiye piskoposu Theophilus Cyril’di. Daha sonra Kilise tarafından Aziz mertebesine yükseltilecek olan Cyril, İskenderiye’de Yahudilere kan kusturuyordu. Yahudiler ta baştan beri İskenderiye’de herkes gibi yaşıyorlardı. Ama şimdi takip edilen kişilerdi. Sonunda Sinagoglar yıkıldı, Yahudiler yağmalandı ve kentten kovuldular.
413 yılında Theodosius II. Constantinopolis’in çevresini eskisinden daha sağlam surlarla çevirtti.
414 yılında İskenderiye’deki Yeni Platonculuk Okulu kapatıldı. Okulun son yöneticisi olan Hypatia Hıristiyanlarca (Hıristiyan keşiş gurubu tarafından) işkencelere maruz kalarak öldürüldü. Son filozoflar da kuvvetli olasılık ile Uzak Doğu’ya kaçtılar. Hypatia ünlü bir filozof ve matematikçiydi. Ayrıca akıllı ve güzel bir kadındı. Bu olay, 390 yılındaki İskenderiye kitaplığının yıkılması ile birleşince binlerce yıldır sürmüş olan Mısır dini inançlarının sonu olmuştur.
Zaten Hıristiyanlığın giderek daha güçlü bir biçimde yerleştiği M.S. 150 ile 450 yılları arasında, Mısır büyük siyasal ve dinsel belirsizlikler ve çeşitlilikler döneminden geçmişti. Artık Hermesçiler, Yeni Platoncular ve Gnostikler, Eski Mısır inançlarının bir ölçüde mirasçısı konumundaydılar. Bu mirasçılar Tanrı'ya bireysel olarak ya da ezoterik örgütlenmeler sayesinde ulaşılabileceği inancına eğilim gösteriyorlardı. Bunun için ise, gizemli ve çetin bir inisiyasyon sürecinden geçmek zorunluydu. Bu yöntemin kilit unsurlarından biri, her adayın içmek zorunda olduğu gizlilik andıydı. Söz konusu gruplar her türlü açıklığa düşmandılar, zira gerçek bilgeliğin ancak ezoterik bir dizi öğreti içinde ve uzun bir süreç sonunda elde edilebileceğine inanıyorlardı. Bu örgütler için en önemli unsur inançlarının içerdiği gizemlerdi. Bu gizemleri, başkalarına açıklamak inançlara kökten ihanet etmek anlamını taşırdı. Bu nedenle de bu inanç sistemlerinde olup bitenleri tam olarak bilmek olanak dışıdır. Tüm bu gizlilik örtüsüne rağmen, bu inançların ana hatlarını özetlemek mümkündür.(Geçtiğimiz günlerde mısır rahiplerinin yaptığı zorlu egitim sürecini paylaşmıştım)
Hatırlanacağı gibi, üçleme (teslis) saplantısı uzun zamandır, dünyanın her yerinde ama özellikle Mısır’da vardı. Sanıyoruz ki insanoğlu üç noktanın kararlı bir denge oluşturduğunu
fark ettiğinden beri, dini dayanağını da denge içinde götürmüş olmayı tercih etmiştir. Bu dengeyi, üçlemeyi sembolize eden şey de genel olarak bir üçgen olurdu. Hıristiyanlığın teslis inancında ve Hermes Trimegistos (Üç Kez Güçlü Hermes) geleneğinde bu olgu kolaylıkla görülebilir. Hermesçilerin, Yeni Platoncuların ve Gnostiklerin teslis uygulamasında iki temel uygulama vardı. Bunların ilkinde, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir baba Tanrı, babanın gücünü harekete geçiren bir oğul ve baba ile oğul arasında bir tür köprü işlevi gören bir güç bulunuyordu.
Daha yaygın olan ikinci üçleme (üçlü birlik, teslis) ise, yaratıcı gücün yani "Demiurgos"un ardında bir "Gizli Tanrı" olduğu inancına dayanıyordu. Bu iki Tanrı ya tamamen birbirinde ayrı, ya da gizemli bir biçimde birleşmiş olarak düşünülürdü. Plotinos’a göre tüm varlıklar, “ yayılma “ öğretisi uyarınca Tanrı’dan çıkmıştı. Bunlardan ilk ikisi, Plotinos’a göre, tanrısal varlıklardı. Bu “ İki “ bize Tanrısal yaşamı tanıtıp, ona uygun yaşamamızı sağlamışlardı. Bu “ İki “ ile “ Bir “, Hıristiyanların Teslisi gibi, üçlü oluşturuyordu. Bir'den ilk olarak Zihin (nous) çıkmıştı. Nous, Platon'un idealler âlemine denk geliyordu. Bir'in sadeliğini anlaşılır kılan Zihin (nous) du. Zihinsel bilgi, araştırma ve emek karşılığı olmadan, sezgisel olarak kazanılan bir şeydi. Zihin (nous) nasıl Bir'den çıkmışsa, Zihinden de Ruh (psyche) ortaya çıkmıştı. Böylece Yeni Platonculukta, yaratma işlemini gerçekleştiren “ Bir “ ile saf düşünce " Gizli Tanrı " yı oluşturuyordu. Teslis’in üçüncü üyesi büyük bir çeşitlilik gösteriyordu. " Dünyanın Ruhu " olabilirdi, " Tanrısal Akıl " da olabilirdi. Ancak temel işlevi, bir yandan üçlemenin (teslisin) diğer iki unsuru arasında köprü görevi görmek, diğer yandan da onları birbirinden ayırmaktı.
Hermesçilik, Yeni Platonculuk ve Gnostisizm öğretileri kademeli öğretilerdi. Birinci kademedeki büyük kitleler için sadece inançlar vardı. Üst kademedeki seçilmişler için ise bilgi yani " Gnosis " vardı. Ne var ki, Gnosis akılsal bir bilgi olmayıp, insanın kendini bilmesi demekti. Kendini bilmek ise sezgisel bir bilmeydi.
Seçkinler etik ve dinsel eğitim ve uygulamalar sayesinde Tanrı'ya (Bir’e, İlk Neden’e) yaklaşabilirlerdi. Kitleler ise Demiurgos'un ötesinde hiç bir şeyi göremezdi. İnsanın kendi içine dönüşü, ezoterizm ve seçkincilik, insanın fiilen ya da potansiyel olarak Tanrısal olduğu inancını da birlikte getiriyordu. Bunun kaynağını Osiris inancında aramak gerekir. Başlangıçta ölen firavun Osiris oluyordu. Sonraları, Mısır dininin geç dönemlerinde, bu inanç bir biçimde demokratikleşmiş ve halka açılmıştı. Her insan, kendini adama, iyi bir eğitim ve doğru bilgi sahibi olmakla, Osiris'e dönüşme ve böylece ölümsüzlüğü elde etme şansına kavuşmuştu. Mısır inancında Tanrı, insan da dâhil olmak üzere, her şeyde var olabilirdi.
Mısır dininin çöküşünden sonra ortaya kaotik bir durum çıkmıştı. Mısır dininin kalıntılarından doğan üç inanç akımı Hermesçi, Yeni Platoncu ve Gnostik akımlar formel bir örgütlenmeye sahip değildiler ve zaten insanın iç dünyasına yönelik yöntemler bireyselliği zorunlu kılıyordu. Hermesçiler, her şeye kafa tutarak, Mısırlı kaldılar. Yeni Platoncular Helenleşerek bağlılıklarını Platon düşüncesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Gnostikler ise kendilerini Hıristiyan olarak gördüler. Kuşkusuz bu üç akım arasında ayrılıklar ve rekabetler oldu. Yine de bu üç akım birbirlerine yalnızca biçimsel olarak benzemekle kalmıyorlar, aralarında ilişkiler kuruyorlardı.
Buradan Hıristiyanlığa gelirsek, Hermesçilik ile "Yuhanna İncili" ve "Aziz Pavlus'un Mektupları" arasında yakın bir benzerlik bulunmaktadır. Hermesçiliğin Hıristiyan teolojisini doğrudan etkilemiş olduğu belirtilmelidir. Hermetik metinler (Hermetica), başlangıçları itibarı ile Hıristiyanlık öncesine ait ve Mısır kökenlidirler. Hıristiyan teolojisinde sadece Helen ve Platon etkisi değil, aynı zamanda Mısır etkisi de vardır. Zaten diğer taraftan Platon ile Pythagoras'ın fikirleri Mısır kökenlidir.
Mısır inançlarının sonu konusunda kısa bir özet yapmak gerekirse, Yeni Platonculuk ve Gnostisizm öncelikle Mısır'da, büyük ölçüde Helenleşmiş Mısırlılar arasında, kurumsallaşmış Mısır dininin yıkılmasından sonra yayılmıştır. Bu akımların ve müritlerinin oluşmasında Hermesçi düşünceler önemli bir rol oynamış ve merkezi bir yer tutmaya devam etmiştir..

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Kazdağına ismini veren Sarıkız kim..

SARIKIZ KİMDİR ?
Sarıkız, Çanakkale iline bağlı Ayvacık’ın bir köyünde ailesi ile yaşarken, küçük yaşta annesi vefat eder. 
Babası Sarıkız’a “Biliyorsun anneni çok severdim, burada çok hatırası var, anneni unutmam zor oluyor. Buradan göçelim” der ve Kaz Dağları’nın eteğindeki Güre köyünün yakınlarındaki Kavurmacılar köyüne gelerek yerleşirler.
Burada çobanlık yaparak geçimlerini temin ederler. Köyde çok sevilirler. Köyün yaşlıları, gençleri Sarıkız’ın babasına akıl danışırlar. Köylüler onun ermiş olduğunu düşünürler. Aradan yıllar geçer Sarıkız büyür güzel bir kız olur. Babası da yaşlanır. 
Aklında hep hacca gitme fikri vardır. Hacca gidebilmek için namazında niyazında sürekli Allah’a yalvarır. Sarıkız babasının bu isteğini yerine getirmesi için onu teşvik eder. Babasına artık büyüdüğünü kendisine bakabileceğini, daha fazla yaşlanmadan hacca gitmesi gerektiğini söyler. Babası kızını komşusuna emanet eder, hacca gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi değil, belki altı ay, belki de daha fazla, yaya gidiliyor.
Babası hacca gittikten sonra, köyün delikanlıları, Sarıkıza talip olurlar. Sarıkız hiçbirine yüz vermez. Onlarda dedikodu yayarak Sarıkıza iftira ederler.
Baba hacdan dönünce kimse yüzüne bakmaz, selamını almazlar. Sarıkızı teslim ettiği komşusuna bunun sebebini sorduğunda, Sarıkızın kötü yola düştüğünü söyler. Baba günlerce düşünür. Adet olan hac hayrını da yapamaz. 
Köyde yaşayabilmesi için namusunu temizlemesi gerekmektedir. Fakat çok sevdiği kızını öldürmeye kıyamaz. Yanına aldığı birkaç kazla, kızını, Kaz Dağının zirvesine götürüp oraya bırakır. Orada yabani hayvanlara yem olacağını düşünür.
Aradan yıllar geçer. Bayramiç tarafından gelen yolcuların dağda yollarını kaybettiklerinde, darda kaldıklarında kendilerine sarı bir kızın yol gösterdiğini, yardım ettiğini söylerler. 
Kazlarının olduğunu, hatta bunların bir gün Bayramiç ovasına inerek çiftçilerin mahsülüne zarar verdiğini, köylülerin bu durumu sarıkıza söylemeleri üzerine, Sarıkızın eteğine doldurduğu taşları saçarak, bir avlu oluşturduğunu, kazlarında artık aşağılara inmediğini söylerler. Kaz avlusu diye anılan bu alanın duvar kalıntıları günümüzde bile gözükmektedir.
Bu hikayeleri dinleyen baba, bunun Sarıkız olabileceğini düşünür. Dağın yolunu tutar, zirveye vardığında, duvarlarla çevrili kazların bulunduğu bir alanla karşılaşır. Kızını bugün sarıkız tepe diye anılan yerde bulur. Sarıkız, babasını gördüğüne sevinir. Ona saygı gösterir, hürmet eder. 
Babası namaz kılmak için abdest almak ister. Sarıkız, abdest alması için babasının eline su döker. Babası suyun tuzlu olduğunu söyler. Sarıkız aceleden yanlışlıkla denizden aldığını söyler ve testisini vadilere doğru uzatır. Yeni doldurduğu suyu babasının eline döker. Babası buz gibi tatlı suyu tadınca kızının erdiğini anlar. 
O sırada siyah kara bir bulut gökyüzünü kaplar, Sarıkız kaybolur. Babası kızının erdiğine, sırrının açığa çıkması nedeniylede kaybolduğuna kanaat getirir. Kızına iftira edildiğini anlar ve köylülere beddua eder. Bugün Kavurmacılar köyünde yaşayan kimse kalmamış, muhtar, köy mührünü, yaşayan kimse kalmadığı için Kaymakamlığa teslim etmiş ve köyün adı kütükten silinmiştir. 
Sarıkızın babası üzüntü ile tepelerde dolaşırken bugün Baba tepe denilen yerde ölür. Yöre halkı Sarıkıza ve babasına dağın yassı taşlarını üst üste koyarak mezar yaparlar. Sarıkızın mezarının olduğu tepeye Sarıkız tepe, Babasının bulunduğu tepeye Baba tepe derler. Yöre halkı her yıl ağustos ayında Sarıkızı ve babasını anmak için buralara çıkarlar.