7 Nisan 2018 Cumartesi

Kutsal yılan.




Geçmişimizde ne kadar çok yılan hikâyesi vardır; mitolojide, destanlarda, tarihi eserlerde, hikâyelerde ve kutsal kitaplarda… Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovduran yılandır. Ama insanları iyileştirip şifalandıran Tıp Biliminin sembolü de yılandır.

Naga, Nagual, Nacaal, Adder, Djedhi, Amarus, Levites, Ejderha, Ejder, Quetzlcoatl (Kukulkan), Şahmeran, Serpent, Snake, Typoon, Nahaş…
Mısır firavunları Kobrayı başlarında taşırdı. Tevrat’taki Nahaş kelimesi hem yılan, hem sırları bilen anlamına gelirdi. Sümer’de Tanrı Enki’nin sembolü yılandır. Tufanda Utnapiştim’i uyandırıp uyaran yılandır. Zeus ve Maia’nın oğlu ve habercisi Hermes, yılan dolalı bir asa ile düşmanını yenmiştir. Güney Amerika’daki kadim Meksika, Aztek, Toltek, Maya uygarlıklarının gökten gelen tanrıları yılandır. Eski Türk inanışlarında Ejderha; kutsal, göksel ve iyi bir varlıktır.
Kundalini; üç buçuk kez (yedinin yarısı) kıvrılıp uyuyan spiral bir yılan demektir. İnsanın içindeki ateşi göstermek üzere Kundalini kelimesi kullanılır. Bireysel uyanışın, aydınlanmanın ve bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Mısır’da Roma’da resmedilen kanatlı yılan Kundalinidir. Uyuyan spiral bir yılan…
Bütün bu mitsel kalıtlara göre yılan; bugünkü kötü imajına inat, aslında yaşamın öz ateşi ve bilgelik sembolüdür. Işıktan dünyaya, yani maddeye inişin başlangıç noktasında bir yılan; çöreklenmiş ve kıvrılmış oturuyor sanki.
Etimolojik açıdan Evren sözcüğü ‘eviren’‘çeviren’ anlamına gelir. Eski Türkler ve Çinliler’de gök çarkının/çarklarının döndüğü kabul etmekte ve onlar gök kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine inanmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da ‘yaşam çarkı’nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türklerde ‘ejder’ de evren olarak adlandırılmıştır.
Eski Anadolu antik edebiyat el yazmacıları tarafından anlatılanlara göre, bir zamanlar Anadolu’da tanrısal bilgeleri doğuran kadın, yılan olarak görülüyordu. Ve oturduğu kentin adı Piytion’du. Pi sözcüğünün anlamı ‘baba’dır. Sözcüğün to eki ise ‘sen’ demektir. Pito yani senin baban, senin atan anlamındadır. Piyton kenti ise senin babanın, senin atanın oturduğu kent anlamındadır.
Mitolojide Tanrıça Gaia’nın da yılanları vardır. Kadın Tanrıçaların elindeki bu yılanları Zeus ele geçirmiştir. Apollon ve Zeus’la süreç, artık erkek egemen duruma geçiştir. En baştan beri Babil, Mısır, Girit, Anadolu’da da eski inançlar içerisinde kadın tanrıçalar yılanla bir tutulmuştur. Bilgelik ve bilicilikle yılan, ilişki halindedir.
Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’ anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir olurdu.
Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır. Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu söylenen bir yılan  krallığının bahsi geçer.
Antik Kolombiya mitolojisinde de ilksel kadın olan Bachue; büyük bir yılana dönüşür ve bazen ‘ilahi yılan’ olarak adlandırılır.
Tevrat’ın içinde adı geçse de kendisi ortada olmayan kayıp kitaplarından Yaşer’in Kitabı’nda Masonik dinin kurucusu sayılan Nemrut’tan ve insanlığın yaratımında söz sahibi olan bir yılan-ırkından söz edildiği iddia edilir.
Aborjinlerde pek çok tanrı yılan isimleriyle tanımlanır. Ungud bazen dişi bazen erkek olan bir yılan tanrıdır. Wollunqua (yağmur ve bolluk) bir yılan tanrıdır.
Atina’nın ilk kralı olan efsanevi Cecrops yarı insan yarı yılan olarak bilinir. Yunan mitolojisindeki birçok Titan ve dev kanatlı insansılar şeklinde karşımıza çıkarlar. Tek farkları bacak yerine yılansı gövdelere sahip olmalarıdır; ejderha şeklindedirler. Örneğin Boreas, kuzeyin soğuk rüzgârını getiren ve yılan gövdesine sahip olan kanatlı bir Yunan tanrısıdır.
Afrika’daki bazı geleneklerde şamanların, derin ezoterik bilgi öğreten biryılan-ırk olarak tanımladıkları Chitauri’lerden ders aldıklarına inanılmaktadır.

Güney Amerika Uygarlıklarında Yılan

Afrika’daki bu inanç, Amerikan yerlilerinin dimethyltryptamine içerenayahuasca uyuşturucusuyla yaptıkları çalışmaların içeriğine benzerdir. Bu bitkiyi kullanan yerli Amerikan şamanların çoğu, yılansı ve uzaylı benzeri varlıklarla iletişime geçtiklerine ve onlardan ders aldıklarına inanmaktadırlar.
Mixcouatl, Aztek Savaş ve avcılık tanrısıdır. Bulut yılanı anlamına gelir. Tezcatlipoca’nın aldığı isimlerden biridir. Toltek, Aztek, Maya tanrılarının birçoğu yılanla sembolize edilmiştir.
Mark Amaru Pinkham’a göre; Nagual kelimesi yılan demektir. (Bilgelik Yılanlarının Dönüşü adlı kitabın yazarıdır)
Toltek bilgeliği öğretilerine göre; ( Carlos Castaneda Kitapları) Nagual kelimesi, doğaüstü güçlere ve bilgeliğe sahip olan büyücü anlamında kullanılır. ( Nahuatl dilinde Nagual kelimesinin tıpkı Mason kelimesi gibi,İnşaatçı Ustalar anlamına gelmesi ilginç bir benzerliktir) Kendi dünyasal âlemimiz dışında başka dünyalarda yaşama yeteneğine ise,Nagual’a geçmek denir. Evrenden akan enerjiyi aktığı gibi görebilmek ve dünya dışı güç alanında yaşamak olarak tanımlanan Nagual olma durumu, insan biçiminden çıkıp farklı varlıklara dönüşebilme yeteneğidir. Yaqui kızılderilisi Don Juan Matus’a göre eski şaman kadim atalardan kalan bu öğretinin sırları, insanbilimci Carlos Castaneda tarafından bir kitap diziniyle anlatılmıştır. İlk kitap Don Juan Öğretileri, sanrılandırıcı bitkilerin kullanımıyla geçilen olağandışı zihin hallerini ayrıntılı olarak anlatır.
Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula‘daki en çarpıcı eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir. Bunlar alçak bir piramit platformunda duran, muhtemelen vaktiyle bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan ve mızrak taşıyan bu heykeller, eski Amerika uygarlıklarında genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla, bazen de sabahyıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl’ı(tüylü yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler’de ‘sakallı yılan’ anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına, mimari örnek ve damgalara, Yucatan’daki Chichen Itza bölgesinde de rastlanır.
Azteklerin anası Coatlicue, Tula kenti yakınında Yılandağ (Coatepek) tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve onu bağrında saklayınca Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştır.
(Tula kenti için bir not: Astrolojik çembere göre 3 derece boğa burcu, Krittika denilen bizim Pleiades (Süreyya) diye tanıdığımız takımyıldıza karşılık gelmektedir ve akrep burcunun (Vishakha) 3 derecesi ise Sanskrit dilinde Tula diye adlandırılan bizlerin terazi burcunun kuzey ve güney ucu diye bildiğimiz noktaya denk gelmektedir.)
Tüylü yılan Quetzalcoatl birçok efsanede yer almış, hatta İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı.

Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk 

Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir. Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır. Hermetikaadı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad;Zümrüt Tabletler’dir.
Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler – İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler – bir miktar anlam kaybına uğrasa da, Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.
(Resimdeki Hermes önlüğü Mason önlüğüyle çok benzerdir!)
Hermes’in  (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir) Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar şöyledir:
Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes‘e adıyla seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan Hermes ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisininPoimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak Hâkimi olduğunu bildirdi.
Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık, bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin ortasında ‘yükseltilir‘ ve maddi evren onun bilincinden silinir. Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar. Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir. Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler.

Yine Hermetik bilgilere göre: 

Doğanın Semavi İnsan ile evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve Tanrı bunu söylediğinde, Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.” 
(Hermes’in Zümrüt Tabletlerinin, yani Toth’un Ölüler Kitabı’nın masonların elinde olduğu iddia ediliyor. 33 sayısı Masonlukta, üstatlığı temsil eder. Alcyone, Pleiades’teki en parlak yıldızdır ve böylece Alcyone 33 derecedir – mistik temel rakam. Master ikiye bölününce Ma / Ster olur ve anlamı Ana Yıldız (Mother Star) demektir. Böylece Alcyone Ana Yıldızın sayısıdır – 33 derece)

Bu kadar çok yılan sembolü ve tanrısının özellikle insanın yaratılışı ve bilgeliği ile ilgili mitlerde yer alması sadece tesadüf olabilir mi?


----2

Hint sistemine göre evrendeki her şey, bilinçten enerjiden oluşmuştur, madde de “bilincin” dönüşümünden ibarettir, bilinç her yerdedir, dağda, taşta ormanda, nehirlerde, okyanuslarda..

“Yaratılış” kelimesiyle kastedilen olgu, Tanrı’nın değişik şekilde tezahür etmesidir veya Tanrı’nın çeşitli enerjilerinin yayılması, dönüşümü değişimi veya evrimidir.

Hindu kutsal metinlerinde yaratılış ile ilgili pek çok anlatım ve ayet vardır, bunlardan bazıları daha detaylı bazıları üzeri kapalı bazıları sembolik bazıları da masalsıdır, Rig-Veda’da bu son derece detaylı konuya giriş niteliğinde şöyle denir:

“Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk... 
Ne hava vardı, ne de onun ötesindeki gökyüzü
Bir kımıltı mı? Nerede? Hangi örtünün altında? Kimin himayesinde? 
Dipsiz suların sonsuz derinliği mi yoksa? 

Ne ölüm vardı o zaman ne de ölümsüzlük.
Ne de gündüzü geceden ayıran bir işaret. 
Ama Bir O vardı, soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle 
Başka da bir şey yoktu.
Karanlıklar içinde karanlıklar dururdu; 
Boyutları olmayan bir deniz gibi; 
Mümkün olanı hala biçimlendirmemiş bir boşluk, 
Ta ki Sıcaklığın gücü Tek olanı yaratana dek. 

O zaman, o Tek olanda, Arzu kıpırtıları varlığa dönüştü, 
Ruhun ilk tohumudur Arzu. 
Bilgelikle gönüllerinde araştırma yapan ermiş kişiler 
Keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını. 
Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı
Ne vardı orada onun üstünde? 
Tohum verenler ve güçler oradaydı; 
Altta serbest enerji; üstte hızlı eylem.”

Rig-Veda’da ayrıca Kozmik can’dan (Purusha) ve bu canın var olacak her şey olmasından, bölünmesinden ve böylece mevcut var olan her şeye dönüşmesinden bahsedilir.

Satapatha Brahmana’da bu kozmik cana “kozmik yumurta” denir ve onun yarılmasından söz edilir, Bu Brahmana’da bu gibi anlatımların yanında daha sembolik ve masalsı anlatımlar, örneklendirmeler de bulunur.

Çeşitli Upanişad’larda sembolik anlatımın üzerine, bu durumun kozmolojik, felsefi/psikolojik yönlerine değinilir.

Bhagavad Gita’da Tanrı ve enerjilerinin yapısı açıklanır, Srimad Bha g ava ta m’da evrenin yaratılışı konusuna son derece ayrıntılı olarak değinilir, çeşitli Şivacı metinlerde de bu konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

Bu yazımda Hinduizm’e / Hindu metinlerine göre yaratılışı anlatmaya çalışacağım, yaratılışın nedeninin ne olabileceği başka bir yazının konusu...

Hinduizm’de yaratılış sürecini anlatmadan önce Tanrı’nın enerjilerine değinelim:

Hindu kutsal metinlerine göre Tanrı’nın, insan aklının almayacağı niteliklerde ve sayıda değişik enerjisi vardır ama Rişiler kutsal metinlerde bu enerjiyi 3 gruba ayırmıştır, Tanrı’nın enerjisi bizzat Tanrı’nın kendisinden yayılır yani Tanrı’nın enerjisi Tanrı’dır denebilir ancak aynı anda hem Tanrı’nın aynısıdır hem de değildir, örneğin okyanus ve okyanustan alınmış ve bir bardağa konmuş su aynı değildir, bardaktaki o suya artık okyanus denmez ama bu bunlar birbirinden yapı ve öz olarak farklı da değildir, Tanrı ve enerjileri konusunu kavrayabilmek için güneş örneğini de, her ne kadar eksik bir örnek olsa da, düşünebiliriz: Güneşten yayılan ısı ve ışık güneşin kendisi değildir ama güneşi “güneş” yapan şey de ısısı ve ışığıdır. Aynı şekilde Tanrı’nın enerjileri de Tanrı’yı “Tanrı” yapan olgulardır ama Tanrı’nın tam olarak kendisi değildir, fakat kendisinden farklı da değildir. Tanrı’nın 3 enerjisi:

1) İçsel enerji gücü (Antaranga Şakti): Ruhsal enerjidir ve sonsuzdur, sonsuz bilgi ve sonsuz mutluluktur, bu enerji sadece ruhsal boyutta bulunur, zamanla değişmez azalmaz ve hiçbir şeyden etkilenmez.

2) Dışsal Enerji gücü (Bahiranga Şakti): İçsel enerjinin gölgesi konumundadır, içsel enerjinin tersine geçicidir, zamanla değişime uğrar, etkilenir, bozulur, evrim geçirir, bu enerji: toprak, su, hava, ateş, eter, zihin, akıl ve sahte olan “ben” düşüncesi, sahte ego’dur. Dünyada çok sayıda sahte ego, zihin, akıl vardır bunlar dışsal enerji ve marjinal enerjinin ürünü olan insanlardır.

3) Marjinal Enerji (Tatastha Şakti): Yaşayan canlılardaki bireysel ruh’tur, (Yani Jivatman, ancak Jivatman ile Atman aynı kavramlar değildir, Atman her canlının içindeki esas/ana özdür her canlıda bulunur, Jivatman da ışığını yani bütün gücünü Atman’dan alır, Atman sayesinde var olur ancak anlatılmak istenen kavram ve vurgu bakımından Jivatman biraz farklıdır) 

Sonsuz ruhsal bilinç enerjisi yani ilk enerji ışıkla da sembolik olarak temsil edilir, ikinci yazdığım dışsal enerjinin ilk oluşturduğu maddesel nedensel unsura viraja denir ve “su” ile sembolik olarak ifade edilir, bildiğimiz “su” kavramı ile ilgisi yoktur, bildiğimiz su bu evreden çok daha sonra yaratılmıştır. Bu evrede henüz “zaman” diye bir kavram yoktur çünkü zamanı da daha sonra var eden Tanrı’dır, bu evreden öncesi Hindu metinlerinde “varlığın veya yokluğun bulunmadığı, akılla kavranabilecek olgu ve kavramların çok ötesindeki “derin karanlık” olarak tanımlanır.

En başta bütün bu enerjileri içinde barındıran Tanrı, daha sonra dışsal enerjisiyle yani Bahiranga Şakti ile genişleyerek Maha tattva’dan gezegenler, yıldızlar, uzay...vs kısaca “evren” olarak yayılır ve her bir zerrenin içine girişim yapar yani başka bir deyişle her şeyi “yaratır”. 

MAHA TATTVA NEDİR?

Tanrı’nın yukarda yazdığım ikinci enerjisi (dışsal enerji), içsel bilinç enerjisinin çok küçük bir kısmının nedensel viraja unsuruna yani suya ekilmesiyle evrime uğrayarak dönüşmüş, toplam maddeyi oluşturmuştur, bu yapıya Mahat Tattva denir, Mahat Tattva maddesel boyuttaki her şeyin bütün kozmik tezahürün toplamıdır her şeyin kaynağıdır, bütün gezegenlerin, bütün yıldızların, bütün galaksilerin bütün maddenin bütün “maddesel” evrenin toplamıdır, kaynağıdır. 

Maha tattva bütün evrenin toplam kaynağı olmasının yanında, yukarda belirttiğim değişen evrimleşen dışsal Bahiragna enerjisinin evrimleşmesiyle kendi içinde evrimleşmeye devam eder kümesel zihin ve kümesel akıl da artık Maha Tattva’nın içindedir, Tanrı’nın dışsal Bahiranga enerjisiyle değişim ve kümesel zihnin evrimi devam ettikçe Ahankara denilen kümesel ego veya sahte ego olgusu ortaya çıkar, Ahankara "ben" düşüncesi veya olgusudur, bu fikre sahip kişiyi evrenden ve diğer her şeyden ayıran zihin tutumudur. Kaynağı dışsal enerji olan "maddesel olgu", Tanrı’nın içsel enerjisinin de etkisiyle evrimleşirken kendisini görülebilen, duyulabilen, dokunulabilen, koklanabilen, tadılabilen bir kavram olarak ifade etmeye başlar bu evrede henüz her şey bir bütün küme ayrışmamış, haldedir, dışsal enerji evrimi devam ettikçe Maha tattva parçalanır, bölünür ve Ahankara da yani sahte ego da akıl ve zihin ile birlikte sonsuz sayıda parçaya birime ayrılır, “canlılar”, ve evrimle de insanların temel oluşumunun temeli atılmıştır artık... Ancak dikkat edilmesi gereken olgu Zihin veya akıl Atman ya da Jivatman (ruh) değildir, bu olgular ışıklarını Atman’dan alır yani bütün güçlerini Atman’dan alırlar ama Atman değildirler, Atman değişmez, gelişmez ve sonsuzdur bozulmaz oysa ki zihin ve akıl sürekli değişir, gelişir veya bozulur.


Kainatın mistik yaratılışı --1


Eski bir Hindu Puranası der ki “Her şey, Brahman`ın bir rüyasından ibarettir”

Bu konuda, ünlü Upanishadlardan Brihadaranyaka ise şöyle der:

“Her şey, başlangıçta ayrışmamış bir bütünlüktü….Sonra ayrışmayla isim ve görüntü formları gibi göründü. O, ‘Ben yaratılışın kendisiyim çünkü bütün bu evreni içimden yansıttım” diye düşündü ve her şey oldu….O ayrışmamış potansiyel, kendini bilmek, kendini ifade edebilmek için hiç değişmeden, ilüzyon(maya) sayesinde, her bir görüntü ve form haline geldi böylece, ilüzyon nedeniyle, çok olarak algılandı…..Zaten her şeyi algılayan da yine O`ydu” (Brihadaranyaka Upanishad 1:4:5, 7, 10 – 2:5:19)

Hint sisteminde gerçekliğin de katmanları vardır. Nasıl ki rüyamızda yaptığımız ya da hissettiğimiz bir şey, rüyamızdayken gerçek uyandığımızda değilse, Hinduizm`e göre yaratılış da dünya gözüyle yani Maya / ilüzyon aracılığıyla bakılınca gerçek, ilüzyondan ayrı bakılınca yanılsamadır, aşağıdaki yazım, Maya yani ilüzyon gözünden bakılınca İsvara`nın (Tanrı`nın) durumunu / yaratısını /tezahürünü anlatır. Hinduizm`de bu olaya "Nihai gerçeklik" olarak bakıldığında ise, ortada yaratılış falan yoktur, sadece sonsuz Brahman vardır. Aşağıdaki yazı "rüya"nın dışından değil içinden bakılarak yazılmıştır:

Ortadoğu dinlerinde (Musevilik, Hristiyanlık ve İslam) “yaratılış” kelimesi ile kastedilen, Tanrı’nın belirli bir zamanda kendinden tamamen ayrı olarak yoktan var ettiği maddesel dünya/evrendir. Tanrı bu dinlerde, belli bir zamanda “ol” demiştir ve 6 günde dünyayı, güneşi, göğü ve yeri yaratmıştır. Bu sürece ilişkin başka bir ayrıntı verilmez yalnızca Tanrı’nın “ol” emriyle birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü...vs günlerde yarattığı göksel maddelerden, “yerin ve göğün” yaratılışından bahsedilir. Bu üç dinde de bu konuda ortak nokta, yaratılan bütün bu evrenin Tanrı’dan tamamen ayrı olmasıdır, Tanrı yarattığı şeyleri yönetir kontrol eder ancak yarattıklarıyla kendisinin hiçbir ilgisi yoktur, kendisi yarattığı evrenden tamamen ayrıdır.

Hint anlayışına göre ise Tanrı her yerdedir ve her şeydir, Tanrı evrendir ama evrenle sınırlı da değildir, evrenin çok ötesindedir ayrıca. (Panenteizm) Tanrı her bir atomun içindedir, Hinduizm’deki ünlü deyiş “Evren ilüzyondur” ifadesinin anlamlarından biri de bununla ilgilidir, aslında evrende Tanrı’dan başka hiçbir şey yok ama ilüzyon,/Maya sonucu maddeyi görüyoruz, algılıyoruz örneğin nasıl ki tırnak makası demirden başka bir şey değilse evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir, “tırnak makası” kavramı sadece isimdir, zihinde vardır, demirin dönüşümünden ibarettir gerçek olan onun “demirden başka bir şey” olmamasıdır yanıltıcılık isimlerde ve kavramlardadır. Aynı şekilde evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir ama aynı demirin “evrimleşerek” tırnak makasına dönüşmesi ve demirden başka bir şeye dönüştüğünün düşünülmesi gibi, Tanrı’dan özde hiçbir farkı olmayan Tanrısal enerjiler de evrimleşerek madde dünyasını oluşturmuştur ve ilüzyon sonucu Tanrı’dan başka bir şey olduğu düşünülmektedir, buna bağlı olarak da bu ilüzyondan etkilenen zihin yanılgıya düşer. Evrendeki hiçbir şey Tanrısız değildir, her şeyde Tanrı vardır, Tanrı olmayan bir şey kısır bir kadının çocuğu gibi bir “hiçlik”ten öteye gidemez. Dolayısıyla Hinduizm’deki “yaratılış” kavramı ortadoğu dinlerindekinden oldukça farklıdır. Aslında bütün bunların ötesinde, olaya "nihai gerçeklik" boyutundan baktığımızda, Tanrı`yı/sonsuz potansiyeli, sonsuz bir hamura benzetebiliriz. Hamurun çekilip içine bastırılmasıyla üzerinde ortaya çıkan sınırsız sayıda şekiller/biçimler şeklin içindeki şekiller...vs dir evren ve bizler...

6 Nisan 2018 Cuma

Enerjinizi emen vampirlere dikkat.

Bilim Adamları, Bir İnsanın Diğerinden Enerjiyi Emdiğini Onayladı!

Bielefeld Üniversitesi’nden bilim adamlarının yaptığı bir araştırma, bitkilerin diğer bitkilerden alternatif bir enerji kaynağını nasıl çıkarabileceğini kanıtladı.
Bu bulgu, uzmanların, biyoenerjinin geleceği ve onu nasıl anladıkları üzerinde büyük bir etkiye sahip olabileceğini ve nihayetinde, insanların aynı şekilde başkalarından enerji çekebilme yeteneğine sahip olduklarını gösteren kanıtlar sunabilir.
Başka bir deyişle, insanların kendilerini çevreleyen diğerlerinden enerjiyi emebileceği anlamına gelir.
Bir dahaki sefere, yeni biriyle tanıştığında ve bu hissi negatif enerjiyle çevrilmiş gibi hissettiğinizde, aslında karşı tarafın enerjisini hissediyorsunuz demektir.
Profesör Dr. Olaf Kruse ve onun biyolojik araştırma ekibi, yeşil alg Chlamydomonas Reinhardtii’nin sadece fotosentezle uğraşmakla kalmayıp, aynı zamanda alternatif bir enerji kaynağını beslediğini, yani diğer bitkilerden de yararlanabilme yeteneğine sahip olduğunu bulmuşlardır.
Bulgular Nature Communications dergisinde yayınlandı.
Psikolog ve şifa enerjisi Dr. Olivia Bader-Lee’nin açıkladığı gibi, çiçeklerin büyümek için suya ve ışığa ihtiyacı vardır ve insanlar gezegenlerden çok farklı değildir. Fiziksel bedenlerimiz süngerler gibidir ve çevreyi emebiliriz.
Dr. Bader-Lee “Bu, enerji ve duygular karışımı olan belirli gruplarda rahatsızlık hisseden belirli bireylerin olmasının nedeni budur” diyor.

Kruse tarafından belirtildiği gibi, bitkiler karbondioksit, su ve ışığın fotosentezine girerler.
Uzmanlar bir dizi deneyle, Chlamydomonas reinhardtii’yi yetiştirerek, enerji sıkıntısı ile karşılaştıklarında, bu tek hücreli bitkilerin komşu bitkisel selülozdan enerji ürettiklerini göstermeyi başardılar.
Alg, selülozu sindiren enzimleri salgılayabilir ve daha küçük parçalara ayırabilir.
Daha sonra, bileşenler hücrelere taşınır ve yosunun büyümeye devam etmesine izin veren bir enerji kaynağına dönüşür.
Profesör Kruse, “Böyle bir davranışın sebze organizmasında doğrulandığı ilk kez görülüyor” diyor.
“Bu algler selülozu sindirebilir, bu önceki ders kitaplarıyla çelişir. Belli bir dereceye kadar, gördüklerimiz bitkileri yiyen bitkiler. ”
Bu, Chlamydomonas reinhardtii’de ilk kez gözlemlendiği için, araştırmacılar çalışmalarını genişletmekte ve diğer alg türlerinde benzer mekanizmalar araştırmaktadırlar.
Araştırmacılar, ön bulguların bu durumun olduğunu gösterdiğini belirtmektedir.
Bader-Lee, “Enerji çalışmaları yakın gelecekte daha gelişmiş hale geldiğinde, bunun insanlara da çevrildiğini göreceğiz” dedi.
“İnsan organizması bir bitkiye benziyor, duygusal durumları beslemek için gerekli enerjiyi çekebilme yeteneğine sahiptir ve bu, esasen hücrelere enerji verebilir veya kortizolde artışa ve duygusal tetikleyiciye bağlı olarak hücreleri katabolize edebilir.”
İnsanlar bitki gibidir.
Bader-Lee, aynı şeyin insanlara uygulanabileceğine inanıyor.
Dr. Bader-Lee, “Enerji çalışmaları önümüzdeki birkaç yıl içinde daha da ilerlediğinde, bunun zamanla insanlara da aktarıldığını göreceğiz” diyor.
“İnsan organizması, duygusal durumları beslemek için gerekli enerjiyi alan bir bitkiye çok benziyor ve bu öz, hücreleri harekete geçirebilir veya kortizol ve hücrelerde artışa neden olabilir ve duygusal tetiklemeye bağlı olarak katabolize olur”.

Ah bu kadınlar.!😁😀😊Kendinden geçen erkekler.Bu olayhayvan ve böcek aleminde de devam ediyorsa sözün bittiği yerdeyiz.

Ateşböceği...
Ateşböcekleri on iki yıl toprak altında gelişimlerini tamamladıktan sonra yeryüzüne sadece dişisiyle buluşmak üzere gelirlermiş...
Erkekle dişinin buluşması sırasında parlamaya başlarlarmış. Bu onlar arasında bir çeşit işaret dili imiş aslında..
.
Ama işin asıl trajik yanı, erkek ateşböceğinin etrafa yaydığı ışığa, karşısındaki dişiden bir karşılık alamadığında yaptığı şeymiş; Erkek ateş böcekleri böyle bir durumda öyle yüksek bir ateş çıkarırlarmış ki kendi kendilerini yakarlarmış...
Hazin değil mi?
Aşk acısının, karşılıksız aşkın bundan daha iyi anlatıldığı bir doğa dramı yoktur yer yüzünde belki de..alıntı


Deney ve sendrom..

Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görür. Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar.
Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışır ama başlarını tavandaki cama çarparak düşer.
Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplar, tekrar başlarını cama vururlar.
Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çeker. Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıplamamayı öğrenir.
Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplar!
Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkanları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.
Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı "hayat dersi"ne sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkanları vardır ama kaçamazlar.
Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel varlığını sürdürmektedir.
Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini gösterir.
Buna "cam tavan sendromu" denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır.
Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir.
Yapabileceğin, yapabileceğini düşündüğün kadardır...

5 Nisan 2018 Perşembe

Eşyalarında kokusu hafızası ve enerjileri vardır.Onlara odaklanırsanız size dahaönce kimlerin kendilerine dokunduğunu gösterirler.İşte onlardan biri deyaşanmış bir olay.

Düşen uçak deneyi ve eşyanın hafızası
Eşyanın hafızası olduğunu biliyor muydunuz? Sandalyeler, kanepeler, koltuklar, masa, yatak, yüzük, kolye aklınıza gelen tüm eşyalar… Cansız maddeler sınıfında değerlendirilen, kimi zaman hor kullanılan, kimi zaman büyük bir özenle saklanan eşyaların hafızası, insanı şaşırtacak ölçüde kalıcı ve belirgin.
Bu konuda yapılan araştırmaların en ilginci İngiliz Havayolları’nın bir parapsikoloji derneğine müracaatıyla ortaya çıkan garip olay.
şansBir İngiliz şirketinin uçaklarından birine binen yolcular yolculuktan sonra şirkete şikayette bulunurlar. Uçağın her seferini tamamlamasından sonra yolcuların bir kısmının devamlı şikayeti üzerine şirket araştırmaya başlar.
Uçak 2000 fit yüksekliğe çıktığında yolcuların bir kısmı dehşetli hayaller gördüklerini iddia etmektedirler. Bazıları uçağın penceresinden dışarı baktıklarında dışarıdan kendilerine bakan hortlaklar gördüklerini söylerken kimileri de uçağın içinde kendilerine bakan hayaletlerin çığlık attığını iddia etmektedir.
Bunun üzerine şirket yetkilileri şikayette bulunan kişileri çeşitli sağlık testlerinden geçirirler. Ancak, şikayette bulunanların hepsi hem bedensel, hem de ruhsal açıdan son derece sağlıklıdır. Uçak şirketi yaptıkları bu araştırmadan bir sonuç alamayınca bir parapsikoloji derneğinden yardım ister ve onların araştırması için de seferler iptal edilir.
Parapsikologların uçakta yaptıkları araştırmaların sonucu çok gariptir. Zira bu uçakta bulunan koltukların bir kısmı daha önce kaza yapmış olan uçağın sağlam koltukları olduğu anlaşılır. Düşen uçağın sağlam koltuklarında oturup yolculuk yapan yolcular, daha önce bu koltuklarda oturup uçağın düşmesiyle ölen kişilerin ölüm anındaki şiddetli hatıralarıyla karşılaşmaktadırlar.

Hadi birazda bulutlar ve gökyüzüyle oynaşalım.Bazen de bulutları yok edelim.

Atmokinezi Nedir, Nasıl Yapılır?
Atmokinezi atmosfer olaylarını kontrol etmemizi sağlayan kinezi çeşididir.
Fırtınalar oluşturabilir, yağmur yağdırabilir, sıcaklığı değiştirebilirsiniz. Ayrıca şimşek dahi çaktırabilirsiniz. Son olarak da basıncı değiştirebilirsiniz.
Nasıl Yapılır ?
Bulutları ayırmayla başlayalım. Önce bir enerji topu oluşturacağız. Bunu yapabilmek için psi ball konusuna göz atmanız lazım. Daha sonra onu lazermiş gibi düşünmeniz lazım. Sonra bunu şu 1 TL'lik lazerler oluyor ya ona benzetin düğmesi olsun yani. Lazer değdiği tüm bulutları ayırdığını düşünün. Sonra lazeri bulutlara nişan alıp ateş edin.
Bulut Oluşturma
Bunu yapabilmek için aerokinezi hakkında bilgi edinmeniz lazım. Açık bir havada bulutsuz gökyüzüne bakın.Gözlerinizi kapatıp etraftaki oksijenin bulut oluşturduğunu hayal edin. Kendinizi iyice inandırın. Bir süre sonra eğer tam inandıysanız gözlerinizi açın. Olmadıysa bir daha deneyin.
Yağmur Yağdırma
Bu yöntemi diğer yöntemleri yapabildikten sonra yapmanız gerekiyor. Gözünüzü kapatıp dünyadaki tüm bulutların bulunduğunuz yerde gökyüzünde birleştiğini düşünün. Daha sonra bunların karardığını ve yağmurun yağdığını hayal edin. Kendinizi tamamen inandırmanız lazım. O yağmurun rüzgarını hissedin sesini duyun.

Duru görü .3'üncü gözün bize gösterdiğidir.Gönül gözünün açılması demektir.

Durugörü, olağandışı bilişin belirli bir türüdür. Aslında iki türü vardır: Biri, kişinin kendiyle tamamen bağlantısız bir kimse ya da bir şey hakkında bazı şeyler bilmesidir ve diğeri ise, kişisel olarak bağlantıda olduğu biri hakkında bazı şeyler bilmesidir. Durugörü aslında berrak görmek anlamına gelir. Bu, belirli bir şey ya da bir kimse hakkındaki hakikatin bilişsel, duygusal yoldan görülmesi olarak düşünülebilir. Oysa bizdeki Duygusal Merkez ancak çok nadiren durugörürdür ve genellikle bunu çok karmaşık bir biçimde yaptığından ve dolayısıyla sıklıkla yanlış olduğundan, sonuç faydasızdır. Bunu arındırmak için, Duygusal Merkezin edinilmiş negatif kısmının gücünün azaltılması ve duygusal hayatlarımızda birinci sırayı almamasının sağlanması gerekir.

4 Nisan 2018 Çarşamba

Parmaklarımızdaki akan şifa.Onun için inisiyasyon gerekli.

EL ve PARMAKLARDAKİ ÇAKRALAR

Yedi ana çakranın yanı sıra ellerin avuç kısımlarında, dizlerin arka tarafında, ayak tabanlarında ikincil ve el-ayak parmaklarında da yirmi adet üçüncül çakra bulunmaktadır.

Ham enerji el ve ayaklardaki küçük çakralar tarafından gezegenden emilir ve ana çakra sistemine aktarılır.

Avuçlarınızın tam ortasında el çakralarınız bulunur.Koşullara göre etki edici ya da kabul edici olurlar.

Bu çakralar şifa enerjisini aktarır ve evrenden enerjisel bilgi alır. Avuç çakraları şifa enerjilerine kendiniz için ve başkaları için kanal olmanız için ve bir odanın, kişinin, durumun vs. enerjisinin izlenimlerini almak için kullanılır. Bu çakralar, niyet ile açılabildiği zaman yaşam kalitemizde büyük fark yaratabilir.

Ellerin avuçlarındaki çakralar çoğu zaman küçük statüye düşürülür. Günlük yaşamlarımızda büyük değere sahiptir ve şifa enerjilerini paylaşmak için açık ve aktif olmalıdır.

Bir tedavi sırasında ya da sanatsal bir faaliyette el çakralarınız enerjiyi bedeninizden kanalize eder ve dış dünyaya doğru yönlendirir.

Yoğun bir çalışma sırasında ya da meditasyon yaparken elleriniz dışarıdan gelen enerjiyi ve bilgiyi, varlığınıza yönlendirir.

El çakraları yedi ana çakra gibi değildir. Bu yüzden daha sık açılıp, kapanırlar. Kendilerine özgü bir renkleri yoktur. El çakraları belirli özellikleri olan bir enerjiyi depolamaktan ziyade enerjiyi ileten kanallar olarak görev yaparlar.

El çakralarınız kalp çakranıza bağlıdır; genel durumları size bu dünyada verme, alma ve yaratma konularında nerede durduğunuzu gösterir.


El çakraları özellikle masaj terapistleri ve sezgisel şifacılar tarafından kullanılır.

Bu kişiler genellikle el çakralarını nasıl sağlıklı tutmaları gerektiğini bilmezler; el, bilek, dirsek ve omuz sorunları yaşarlar. Çünkü şifacı, elleri aracılığıyla kişinin enerjisini kendi bedenine çeker.

Şifacılar bu el çakraları sorununu yaşayan yegane kişiler değillerdir. Temizlikçiler, yönetici sekreterleri, ilkokul öğretmenleri ve her tür psikolojik danışman her türlü sıkıntı enerjisini emmeye meyillidir; temizlik sırasında, yazıları temize çekerken veya insanlara dokunduklarında negatif enerjiye açıktırlar.

El çakralarının vakum yaptığının belirtileri, el, kol, omuz, sırt ağrıları ve kalp bölgesinde acıdır.

Bir çakra, tedavi eden kişi tarafından, sağ elin parmaklarıyla, çakranın saat yönündeki dönüşü harekete geçirilerek, hastadan sağ elini sorunlu çakranın üzerinde tutması ve sol elini avucu yukarı gelecek ve parmakları açık şekilde sol dizinin üzerinde tutması istenerek de temizlenebilir.

Prana biliminde sol el daima enerji almak için, sağ el enerji vermek için kullanılır.Bu kendi çakralarınızı temizlerken ya da dengelerken geçerlidir. Başka bir varlığı tedavi ederken, şifacı ellerini şifa alanın vücudunun ön arka sağ ve sol yanlarına göre kullanır. Örneğin vücudun ön kısmı için sol el, arka kısmı için sağ kullanılır.

Kendinizi enerjilendirmek için, el çakraları vasıtasıyla hava prana’sı veya ağaç prana’sı çekmek için şu prensibi kullanabilirsiniz. 

Eller vasıtasıyla hava prana’sı çekmek için, sadece el çakralarına yoğunlaşın ve aynı anda pranik nefes uygulayın. 

El çakraları vasıtasıyla ağaç prana’sı çekmek için büyük sağlıklı bir ağaç seçin ve onun aşırı prana’sını çekmek için ağaçtan zihinsel veya sözle izin isteyin. Ellerinizi ağacın gövdesinin üzerine veya yakınına koyun. Avuçlarınızın merkezine yoğunlaşın ve aynı zamanda pranik nefes uygulayın. Bunu on kez yapın ve prana için ağaca teşekkür edin. 

Bazılarınız tüm bedeninizde uyuşukluk veya karıncalanma duyumsaması hissedebilirsiniz.

Kendinizi enerjilendirdikten sonra, prana’yı bütün bedeninizde dolaştırmanız tavsiye edilir. Beyaz ışık veya prana ile dolduğunuzu gözünüzde canlandırın ve prana’yı sürekli bir şekilde arkadan öne birçok kez dolaştırın, sonra önden arkaya da birçok kez dolaştırın.

Vücud ve frekanslarımız.

İnsan vücudu boyunca oktav aralıklarla var olan çakra merkezleri ve tüm çakra sisteminin merkezi olan Kalp çakrası 

Çakraların üzerindeki elektrik salınımları saniyede 100 – 1600 devirlik bir frekansa sahiptir, buna karşılık bu frekans beyinde 0 – 100, kaslarda 225, kalpte ise 250 dir.

Her çakra kendi enerji alanı içerisindeki organları, kasları, bağları, damarları, tüm diğer sistemleri etkiler. Çakralar aynı zamanda endokrin sistemini de etkiler ve bunlar ruh halimizle, kimliğimizle ve bütün sağlığımızla son derece ilgilidirler.

Her çakra, evrende bulunan belirli bir enerji formunun kanalı olmaktadır. Yedi çakra sırayla ;

Hayatta kalma (kök) ; yaratıcılık (sakral), güç (3 ncü), sevgi (kalp), ifade (boğaz), aşkınlık (alın), ve birlik (taç) prensipleriyle rezonans halindedir.

Her çakranın enerjisi bu evrensel prensiplerin bedeninizde ifade edilen birer mikrokozmosudur.

Çakralarımızı iyi korumalıyız.

Kök çakramız Korku ile,
Sakral çakramız Suçluluk duygusu ,Cinselliği bastırma / reddetme ile
Solar pleksus çakramız Utanç duygusu ile 
Kalp çakramız Keder / üzüntü ile,
Boğaz çakramız Yalanlar ile (özellikle kendimize söylediğimiz),
Üçüncü göz çakramız Yanılsama ile,
Taç çakramız da Bencillik / dünyevi bağlantılar ile engelleniyor.

Tüm bunlar bizim için bir tür Zihinsel Zehirdir 

(Aslında her çakra ile ilgili arketipler vardır
ve bunlardır zarar gören de)

___Sonuçta da -sıra ile-

hayata kök salamama

Çaresiz ve güçsüz hissetme, kendini sevmeme,kıskançlık ,cinsel düşkünlük /cinsel soğukluk

Ani tepkiler, depresyon,öfke,kibir, yavaş metabolizma,

Bağımlılık, yalnızlık korkusu,merhametsizlik, hoşgörüsüzlük,

Yalanlar / Maskeler, iletişim sorunları ,dünyanın bize karşı olduğu hissi,

Bağnazlık, tutuculuk, toplum kurallarına aşırı bağlılık, ilgisizlik , zayıf konsantrasyon,

Dünyevi olana aşırı bağlılık ait olamama, tükenmişlik duygusu, gerçeklerden kaçma, inkar...

görülüyor.

___Tüm bunlara bakarak ;

Korkularla yüzleşmenin,

af dilemenin, yaratıcılık ile bağlanmanın

özsaygı geliştirmenin, gülmenin,

sevecenlik, şefkat, sevgi ve muhabbetin,özveri ile paylaşmanın,
diğerkâmlığın,

gerçeklere -acı da olsalar- kendini açmanın, 

gereksiz bağlardan kurtulmanın,

sessizliği deneyimlemenin, duanın, meditasyonun,
yanı sıra
Doğa ve model insanlarla birlikte olmanın

önemi de ,

muhtemel birilerinin 
toplumların psikolojilerini 

nasıl etkileyebildikleri de

çok açık değil mi...


3 Nisan 2018 Salı

Her yer ve an onun adıyla dönüyor;Allah,Tanrı,Tengri,Tao gibi değişik inançların yaratıcıya verdikleri isim.Yani bütün akarsular dereler okyanusa akar ve akmakta..Esma-ül Hüsna: Allah’ın 99 sıfatının enerjileri ...

İnsanlara yaradılış esnasında kendi ruhundan üfleyen Allah, 99 sıfatının enerjilerini de bizlere vermiştir. Kuantum ve Tasavvuf öğretileri der ki: Her zerre bütünün bilgisini taşır. Esma ül Hüsna..

Akıl, fikir ve özgür irade veren Allah bizlerin bu güçlere sahip olmamızı arzu etmiştir. O ne cezalandırır, ne de ödüllendirir. İnsanlar kendi seçimleri ve eylemleri sonucunda kendileri cezalandırırlar ya da ödüllendirirler yani Kuran’ın söyleyişi ile kendi öz benliklerine eza ederler ya da sefa sürdürürler. Bir insanın dışarıda bir güç araması başka insanlardan medet umması Allah’ın istemediği bir davranış modelidir.

Ayrıca Allah’ın sıfatlarına sahip olan bir kişinin kendi gücünü inkâr etmesidir ki bu davranış, tüm canlılar içerisinde en onurlu olan insanın kendine dolayısıyla Allaha yaptığı hakarettir. Size şah damarınızdan yakınım diyen Allah, Hz. Adem’e öğrettiği gibi biz tüm insanlara da öğretmiştir kendi isimlerini. Melekler bile bilmezler onlar sadece görevlidirler. Emir kuludurlar ve bize ademoğulları gibi özgür iradeleri ve seçim yapma güçleri yoktur.

Kozmik alanda tüm bilgiler mevcuttur ve aynı zamanda tüm bilgiler genetik şifremize kodlanmıştır.

Dileyen ve alanda sabırla çalışan herkes bu bilgilere ve güçlere ulaşabilir. Esmaların yani Allah’ın güzel sıfatlarının okunma sayıları vardır. Seçmiş olduğunuz Esmayı sürekli verilen sayılar doğrultusunda zikr ederseniz yani tekrar ederseniz, kozmik alana ulaşıp, ilgili alanla bağlantı kurarsınız.

Bu şu demektir: Esmaların görevlileri olan enerji kuvveleri (melekler) size ilgili konularda yardımcı olurlar ve görünmez destekler alır, aklınıza gelmeyecek güzellikler yaşarsınız. Bu yaşanan güzellikler hem maddi hem de manevi anlamda gerçekleşir. Böylesine güzel bir öğretiyi bize sunan Allah’ın istediği, bu Esmaları kullanmamızdır. Böylelikle İnsan olma onuruna sahip olarak, kimseden medet ummadan, kendi gücümüze sahip çıkarak bir ömür sürmemiz ve böylelikle tekâmül etmemiz sağlanabilecektir.

Rahim sıfatını taşıyan bizler merhametli olabildiğimiz gibi, Kahhar sıfatını taşıyan bizler aynı zamanda kahredici, yok edici de olabiliyoruz. Her birey kendi özünde tüm Esmaların özelliklerini taşır, bunlardan bazıları daha baskındır. Bu baskınlık sizin karakterinizi oluşturur. Yaşam deneyimlerinizden ya da kendi davranış modellerinizden memnun değilseniz, esmalar içerisinden size değişim dönüşüm yaptıracak bir esma seçebilirsiniz. Allah tüm bu bilgileri, bizler kullanalım ve ona geri dönerken ona layık olabilelim diye öğretmiştir. Esmalarla kendi yaşamlarımızı  oluşturuyoruz bu nedenle her birimiz kendi yaşamlarımızın mimarları olan yaratıcılarız.

Kuantum ve Tasavvuf öğretileri der ki: Her zerre bütünün bilgisini taşır.

Her zerremiz tüm bilgilere ve Allah’ın sıfatlarının bilgisini taşımaktadır. Artık bu bilgileri ve güçleri açığa çıkarma zamanımız. Kuantum olasılıklar sahasındaki Aydınlanma yolcuğumuzda hakikati öğrenmeyi seçmenin, kendi gücümüzü ortaya çıkarmanın, idrak ederek farkındalıkla yaşamanın, insan olma onurunu taşımanın, Kahhar, Cabbar değil, Rahim ve Vedud olmalıyız.

Zikrettiğiniz zaman adlandırılamayacak kadar güzel bir alana giriyorsunuz ve inanın dünyada böyle bir haz yok. Her şeyle BİR olduğunuzu, BİR’in parçası olduğunuzu hissetmek yüreğinize sevgi, sefkat, güven ve huzur enerjilerini dolduruyor.

Yalnız değiliz..Ruhsal sağırlık: Sesler açık büfe, afiyet olsun!

Nasıl geçti günün? Trafik yeterince sıkışık mıydı? Haberler yeterince sıkıcı mıydı? Düşün bakalım en çok hangi sesi duydun bugün? Neyi dinledin dikkatlice? İnşaat seslerini mi? Gün boyu gezdiğin sokaklarda aklında kalan ses ne? Akbil biplemesi mi?

En çok hangi sesi duydun? Neyi dinledin dikkatlice?

Diyorlar ya hani, her gazeteyi açtığında görürsün o klasik başlığı: “Çağımızın hastalığı…” Depresyonu, hiperaktivitesi, stresi… Noktaların önüne ne koysalar gidiyor peynir ekmek gibi. Bence çok uzaklarda arıyoruz çözümü. Bak ben söyleyeyim hastalığın net ismini: “Ruhsal sağırlık.” Hastalığın semptomları belli. Öyle yorumluk bir durum yok. Kendini dinlemeyen, hayatı duyamaz. Dinlemezsen, duymazsın. Duymazsan doymazsın. Net.

Doymak demişken insanların en çok heyecanlandığı üç sesin ne olduğunu biliyor musun? Sondan başlayayım. Üçüncüsü pişen et sesi. Sen doymaya duyarak başlıyorsun. Sonra kokuyor mis gibi. Yiyorsun Vedat Milör kıvamında şapırdatarak. Bu, hayatın temeli. Yemek nihayetinde ama üçüncü sırada.

İkinci sırada ne var? Telefon bildirimleri… SMS sesi, Whatsapp mesaj bildirimi, ıvır zıvır işte biliyorsun hepsini. Neden? Ödül işte. Biri bizi arıyorsa ilgi görüyoruz demek. Facebook’ta bana yorum yapıldığında fark ediliyorum demek. Bildirimi de duyuyorum ya dünyalar benim oluyor. Çiling! Oh bir like daha cepte. İyice biriktireyim de ölümsüz olacağım yeterli sayıya ulaştığımda. Kalıcı olacağım. Yeterince değerli olacağım başkalarının gözünde.

Çok karamsar geldiyse birinci sıradaki sesi de söyleyeyim. ATM’deki para sayma sesi. Bizi etten, yani temel hayatta kalma prensibimizden daha çok heyecanlandırıyor. Bundan garip bir şey yok çünkü banknotları yeterince yersek tok tutuyor değil mi?

Hep açız!

Tutmuyor. İşte onun için hep açız sabah işe giderken. Akşam yorgun dönerken. Televizyon izlerken. Alışveriş yaparken. Hep açız. Ağzımızdan yemek giriyor midemize ama ruhumuza ulaşamıyor bir türlü. Dinlemiyoruz çünkü. Hani var ya ruhun gıdası: Müzik. Kulaklıkları takıp hayata kapatınca kurtulamayız bu açlıktan. Çikilop gibi midemizi tutar ancak. Fast-food şekli yeriz seçtiğimiz müzikleri, kulaklığı çıkarınca sanki hiç doymamışız gibi… Çünkü duymuyoruz hayatın içindeki sesleri.

Para sayma makinesi diyince hemen geliyor kulaklarımıza sesi değil mi? Peki, kendi kahkahamızı bu kadar net anımsıyor muyuz gözlerimizi kapayınca? Hatta en son ne zaman gözlerimizi kapatıp hayatı dinledik? Acele etmeden… Bir yere yetişmeden… Hayatı es geçmeden…

Şimdi niye anlatıyorum bunları?

Grundig uzun süren sessizliğini önce #sesiniaç diyerek bozdu. “Sevdiğin şeylerin, mutluluğun, duygularının sesini aç” diye başladı görünmeye. Şimdi de “Duymadığınız sesler” diyor yeni kampanyasında. Marka, reklam, sistem ne dersek diyelim. Adamlar ısrarla bir şey anlatmaya çalışıyor. Daha doğrusu bir şey hatırlatmaya… Unuttuğumuz, derinlere gömdüğümüz duyguları harekete geçirecek sesleri duymaya, dinlemeye yeniden başlamaya teşvik ediyor ısrarla.

Yani diyor ki “duymadığın sesleri dinle.” Bugün kafanı önüne eğme. Telefonuna kilitlenme. Bak etrafına ama kulaklarınla. Vapurda giderken 100’üncü defa dinlediğin şarkı yerine, hava ne soğuk olursa olsun bu sefer motorun, dalgaların, martıların sesini dinle. Hatta soğuğu dinle. Rüzgarı, yağmuru, gülen insanları dinle. Bırak şimdi şikayetleri. Elini göğsünün üstüne koy. Kalbini dinle. Kıyafetin, evin, araban değil, o her gün mükemmel şekilde işleyen ritim seni yaşatan. Aşık olunca yükselen, sakinleşince düşen, hapşurunca duran, doğduğunda başlayan o nabız işte yaşamın en temeli. Bu kadar basit. Karmaşıklaştırıp ruhumuzu sağır eden biziz. Kendimiz duymadığımız sesleri dışarıdan bekleriz.

Yazıyı sonuna kadar okuyan dostum. Artık biliyorsun. Senin yükün daha ağır. Dinlemediğin, duymadığın her gün, bilmeyenlerden daha çok acı çekecek, daha çok öldüreceksin kendini. Yapma. Hemen, şimdi, bu anda yaşa! Bugüne kadar yeterince zaman kaybettin zira. Görmeye ve duymaya yeniden başla.

Çöl Çiçeği filminin gözler önüne sunduğu gerçek: Eril tahakküm.

Nedir bu eril tahakküm? İsmi çok süslü olsa da basit olarak “erkek odaklı baskı, buyruk, güç uygulama anlamına gelmektedir. Erilin sözlük anlamı “erkeklik, erkek cinsiyeti” demektir. Peki bu kavramla iç içe olduğumuzun günlük hayatımızda ne kadar farkındayız?

Beden Algısı

İnsan bedeni denince akla ilk olarak erkek bedeni gelir. Bütün sosyal hayatımız buna göre şekillenmektedir. Ya tam tersi olsaydı? Düşünelim. Kadınların regl (adet) dönemlerinde bunu belirtmek için “halamlar geldi, anavatan kan ağlıyor vb.” gibi safsata cümleler uydurmadığı açıkça söyledikleri, o dönemde işe gitmekten muaf tutulduğu, canları ne istiyorsa onu giydikleri, otobüs, kamyon, vinç gibi erkeklerle özdeşleşmiş makineleri kullandıkları,  günün her saatinde daha sık dışarıya çıkıp eve nasıl döneceklerini dert etmedikleri, argo ve hakaretlerin kadın cinsiyeti üzerinden dönmediği, temel ihtiyaçların kadın fizyolojisi odaklı karşılandığı, masallardaki süper kahramanların kadın olduğu ve erkekleri belalardan kurtardığı, güç, otorite, liderlik, hırs, azim gibi kavramların kadınlarla bağdaştığı, “makbul” yani olması gereken kadın imajının bağımsız, güçlü, dışa dönük, yönetmeyi seven bir imaj olduğu dünyada yaşıyor olabilirdik. (Bu örnekler uzar da gider)

Eril Tahakküm

Gelelim kavramımıza ve kadınlar üzerindeki çarpıcı etkilerine. Ünlü Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun “Eril Tahakkümü” toplumsal kurulan ilişkilerin cinsiyet kavramı çerçevesinde nasıl ayrıştığını göstermektedir. Biz fark etmeden Eril tahakküm hayatımızın her alanına işlemiş durumdadır. Çöl Çiçeği filminde de bunu yakından görebiliriz.

Çöl Çiçeği: Waris Dirie

Filmi kısaca ele alacak olursak Waris Dirie (baş karakter) Somalili Müslüman bir kadındır. Üç yaşındayken dine dayandırılan bir adet ile kadın sünneti olur. Sünnetten sonra ağır kan kayıpları ve acılar çekmesine rağmen hayatta kalmayı başarır.On yaşına geldiğinde yaşlı bir adamla evlendirilmek istenir.

Bir gece öncesinde evlenmemek için evinden kaçar. Sayısız zorluk atlatarak Londra’ya gelir. Orada bir arkadaş edinir ve onunla yaşamaya başlar. Bir gün fast food dükkanında çalışırken ünlü bir fotoğrafçı tarafından fark edilir. Ünlü olur ve yaşam hikayesini tüm dünyaya duyurur. Böylece dünyada birçok Müslüman kadının küçük yaşlardayken travmatik olarak yaşadığı kadın sünnetine dikkat çeker.

Kadın sünneti

Film genel hatlarıyla bundan ibaret olsa da bize eril tahakküm hakkında gözle görülemeyen ayrıntılar sunmaktadır. Asıl önemli olan husus ise dünyada “kadın sünneti” adı altında kız çocuklarına yapılan zulüm ve bu noktada eril tahakkümün ne kadar belirgin olduğudur. Geleneğe göre kız çocukları yeni doğduklarında bacak aralarındaki “şey” pis olarak görülür. Bu yüzden alınmalı ve kız çocuğu temiz kılınmalıdır. Alındıktan sonra eğreti bir dikiş atılır ve bu dikiş gerdek gecesine kadar bozulmamalıdır, aksi takdirde kız toplumca namussuz kabul edilir.

Bu noktada anneler yani kadınlar kendi kızları dahi olsa söz söyleme hakkına sahip değildir. Çünkü her toplumda gelenek demirden bile güçlü zincirler taşır. Değiştirmek ya da kırmak neredeyse imkansızdır. Geleneğin mantığa uyması ya da uymaması o toplumdaki etkisini azaltmaz. Çünkü hemen hemen her toplum anaerkil evreden geçse bile en son ataerkil bir yapıdan günümüze ulaşır. Bu yapı hiçbir zaman tam anlamıyla değişmez. Varlığını her alanda hissettirir.

Tekrar filme dönecek olursak Waris, kadın sünneti olduğu için yetişkinliğinde dahi büyük acılar çekmekte, tuvalete rahat gidememekte, cinsel ilişkiye girememektedir. Cinsel ilişki bir yana onu düşünmek ve uyarılmak bile kadına büyük bir acı vereceği için kadın “iffetini” ister istemez “bu zihniyete göre” korumuş olur. Çünkü eril tahakküm “makbul” kadın imajını böyle uygun görmüştür. Kadınların bir çoğu doğum anında ya da cinsel ilişki esnasında ölmektedir.

Görüldüğü üzere son derece keyfi, erkeklerin isteğine dayanan bu uygulama kadınların hayatını karartmaktadır. Bu uygulama şu an yasaklansa dahi dünyanın her yanında bu geleneği sürdüren insanlar vardır. Bu gerçek yaşanmış öykü, eril tahakkümün ne denli vahşi olduğunun çarpıcı bir örneğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.


2 Nisan 2018 Pazartesi

ALTERNATİF TIP KRONİK AĞRILARDA MODERN TIPTAN ÜSTÜN

Bel ve boyun ağrıları, migren, kireçlenme (osteoartrit)  gibi hastalıklarda modern tıp tarafından kabul edilmeyen alternatif tıp yöntemlerinin etkili ve emniyetli olduğu bildirildi.

Üstelik de yoga, tai chi ve akupunktur gibi alternatif tedavilerin ilaçlarda olduğu üzere hiçbir ciddi yan etkisi bulunmuyor.

Kronik ağrıya (12 haftadan uzun süren ağrı) sebep olan hastalıklar tüm dünyada çok yaygındır.

Mesela USA’ da yılda 100 milyon erişkin bu tür ağrılardan mustariptir ve bunların 40 milyonu da şiddetli ağrıdan şikâyet eder.

USA’ da son 50 senede kronik ağrılarda ilaç dışı tedavilerin etkisini inceleyen 150 randomize kontrollü klinik çalışmanın meta-analizi Mayo Clinic Proceedings’ de yayınlandı (1).

Analize göre sırt ağrısı için yoga ve akupunktur etkili ve emniyetli iken akupunktur ve tai chi diz kireçlenmelerine iyi geliyor.

Haftada 2-3 defa 1 saatlik masaj tedavisi de boyun ağrısına karşı tesirli ve güvenilir bulundu.

Migren ve şiddetli bağ ağrıları için de stres yönetimi ve gevşeme teknikleri gibi yöntemlerin etkili ve emniyetli oldukları belirlendi.

Araştırmaya göre, sırt ağrısı olanlar spinal manipülasyon, masaj tedavisi ve osteopatik manipülasyondan, fibromiyalji hastaları ise tai chi ve gevşeme tedavilerinden kısmen fayda görüyorlar.

Alternatif tıbba körü körüne karşı değilim

Dr.Küçükusta, Modern tıp okumuş ve öğretmiş biri olarak ben bu modern tıp dışı tedavi yöntemlerinin tümüne körü körüne karşı değilim.

Her şeyden önce bu yöntemlerin birbirlerinden her bakımdan farklı pek çok türü var ve bunların hepsinin aynı kefeye konulması doğru değil.

Bunların içinde modern tıbbı gerçekten de tamamlayabilecek veya destekleyebilecek uygulamalar olduğundan da hiç şüphem yok.

Meselâ, bunlardan akupunktur, hipnoz, yoga artık modern tıp tarafından kabul gören ve günümüzde bazı gelişmiş ülkelerin tıp fakültelerinde kürsüsü bile olan yöntemler.

Modern tıp ‘dediğim dedik, çaldığım düdük’ prensibine sıkı sıkıya bağlı bir kurumdur. Kendi öğretisinde yer almayan hiçbir tedavi yöntemini tartışmaya bile gerek görmeden kesinlikle reddeder ve bunları uygulayanları veya savunanları da gözünü kırpmadan ‘şarlatan’ ilan eder.

Oysa modern tıbbın elinin kolunun bağlı kaldığı pek çok hastalık olduğu gibi ‘kendi şarlatanlarının’ sayısı hiç de az değildir; belki daha bile fazladır.

Tabii ki modern tıptan etkinliği bilimsel olarak kanıtlanmamış bir tedaviyi itirazsız kabul etmesini ve ona onay vermesini beklemiyoruz, ama bunları araştırıp incelemeden reddetmek de bilimsellikle uyuşmuyor.

Toplumların yüzlerce yıldan beri uyguladıkları yöntemlere en azından merak duymak, her şeyden önce bilimselliğin bir gereğidir.

Günümüzde modern tıp uygulamalarının birçoğunun bu geleneksel tedavilerden esinlendiği, faydalandığı da unutulmamalıdır (2).

Son zamanlarda toplumda giderek yaygınlaşan şöyle bir temayül var: Tomografiden endoskopiye, eforlu elektrodan anjiyoya, alerji testlerinden sintigrafiye kadar modern tıbbın tüm teşhis imkânlarından cömertçe faydalanıyor ama sıra tedaviye gelince çareyi otta, çöpte, sapta, püskülde aramaya başlıyor.

Haksız değiller çünkü modern tıp kronik hastalıkların tedavisinde akut hastalıklarda olduğu kadar başarılı değil.

Kronik ağrı sendromlarına karşı kullanılan ilaçların da hem ya hiç faydası yok veya çok sınırlı fayda gösteriyor ve hem de bunların ölüme kadar gidebilen çok ciddi yan etkileri var.

Bu meta-analiz, modern tıp tarafından aşağılanan, “tu kaka” ilan edilen alternatif tıp yöntemlerinin etkin ve emniyetli olabileceğini ortaya koyuyor.

Korkum, alternatif tıp yöntemlerinin gerek hekimler gerek mutatabbibler (tabiblik taslayan, doktor olmadığı halde doktormuş gibi davranan ve tedâviye kalkışan) tarafından suiistimal edilmesidir.

Allah bizi modern tıbbın şarlatanlarından da alternatif tıbbın hokkabazlarında da korusun.



Uzmanlar Dünya’nın 6.Kitlesel Yokoluş Olayının Eşiğinde Olduğumuz Konusunda Uyarıyor.

Yeni yapılan araştırmalara göre gerçek şu ki, sonuncu namluya doğru bakıyoruz. Bilim insanları, önceki varsayımların aksine, tarihteki en büyük kitle yok oluşu olayına yönelik erken uyarı işaretleri olduğunu belirlediler. Artık bu işeretlerin neler olduğunu biliyoruz ve bunların günümüzde gözlemlenebilir ve endişe verici benzerlikleri var. Tarihte böyle olaylar az rastlanır şeyler değil ve bugün dünyanın canlılarla dolu olduğu gerçeği, onların gezegendeki yaşamı tamamen yok edemediklerini gösteriyor. Ama kitlesel yok oluş, canlılığın nasıl gelişeceğine dair gidişatı değiştiriyor. Bazı dinazorlar yok olmasaydı, örneğin insanların da dahil olduğu memelilerin artışı hiç gerçekleşmeyebilirdi. Bildiğimiz en büyük kitlesel yok oluş Permiyen-Triyas olayıydı. Permiyen döneminin sonunu ve Triyasın başını işaret eden olay 252 milyon yıl önce oldu. Korkunç bir şekilde bu olay deniz yaşamının %96’sını ve karadaki yaşamın %70’ini öldürdü. Sibirya’daki büyük volkanik aktivitenin büyük ölçüde tüm dünyada atmosferi değiştiren ve birçok ekosistemin çöküşüne yol açan neden olduğu düşünülüyor...
Belki de, kısmen ozon tabakası üzerindeki volkanik hareketlerin etkisi , onun incelmesine ve bitki yaşam döngüsünün bozulmasına neden oluyor. En az 20 yıldır, bu olayın uyarısız ve aniden olduğu kabul ediliyordu. Bir gün herşey yolundaydı ve ertesi gün patlama. Ancak Friedrich-Alexander Üniversitesi Almanya’daki Museum Naturkunde’den araştırma ekibine göre bu böyle olmadı. İran’da önceden araştırılmamış fosillerin incelenmesiyle, olay yaşanmadan 700,000 yıl kadar önceki uyarı işaretlerini şimdi buldular. Ammonoidlerin aynı zamanada amonit olarak da bilinen deniz yumuşakçaların türlerinin o zamanlar öldürüldüğünü ve hayatta kalan türlerin giderek azaldığını ve daha az karmaşıklaştıklarını keşfettiler. Başka işaretler de mevcut ve şok edici bir biçimde olduğu biliniyor. FAU’nun baş yazarı Wolfgang Kießling “Oksijen eksikliğinin, okyanus asitlenmesinin ve şiddetli küresel ısınmanın çok fazla kanıtı var.” dedi. “Geçmişte yaşanan olaydan bizi farklı kılan bu fenomenlerin kapsamı. Örneğin, Bugünün sıcaklıktaki artışı 250 milyon yıl öncesinden önemli ölçüde daha düşük.” Diğer araştırmacılar son milyon yılda Permiyen sürecinde, karada dallı bacaklıların azaldığını ve denizde radiolarian denilen tek hücrelilerin de azaldığını keşfetti. Günümüzde deniz hayvanlarının azalabileceğine dair bulgular var. Geçen yıl araştırmacılar, son 65 yılda Atlantik ringa balığının %15 oranında azaldığını ve bunun iklim değişikliğinin doğrudan bir sonucu olma ihtimalini ortaya çıkardı. Ekibin araştırması, bilim insanları korosu ve giderek artan bulgularla birleşerek Dünya’nın altıncı kitlesel yok oluş olayının eşiğinde olduğumuz konusunda uyarıyor. Kießling “Şu anda gözlemlediğimiz tüm habitatlardaki artan yok olma oranı, insanların yaşam alanlarının tahrip edilmesi, aşırı balık tutma ve kirlilik gibi doğrudan etkilere dayandırılabilir.” dedi. “Bununla birlikte, özellikle okyanuslardaki hayvan türlerinin azalması, iklim değişikliğine oldukça açık bir şekilde atfedilebilir. Bu işaretleri çok ciddiye almalıyız.” diyerek ekledi. 

Kaynak: https://www.sciencealert.com/world-s-largest-mass-extinction-permian-triassic-warning-signs-happening-now

Dünya Üzerinde Yüzen Dev Plazma Tüpleri Var

Uzun süredir onlardan şüpheleniyorduk ama 2015’te gökbilimciler ilk kez Dünya’yı çevreleyen manyetosferin iç katmanlarında tübüler plazma yapılarının görsel kanıtlarını yakaladılar. 2015’te Cleo Loi ”60 yıldan uzun süredir, bilim insanları bu yapının varlığına inandı ama onları ilk kez görüntülüyerek , onların gerçekten orda olduğuna dair görsel bir kanıt sağlamış oldular.” dedi. Loi bu araştırmanın baş yazarıydı, ödüllü lisans tezinin bir parçası olarak yapılmış ve Geophysical Research Letters dergisinde yayınlanmıştır. 
Yapıların keşfi önemlidir çünkü bir örnek olarak sivil ve askeri uydu tabanlı navigasyon sistemlerimizi etkileyebilecek istenmeyen sinyal bozulmalarına neden olurlar. Yani onları anlamalıyız.” dedi. Plazma yapısı şu şekilde açıklandı: Dünya’nın etrafında uzay bölgesine magnetik alanla dolu magnetosfer adı verilen ve güneş ışığıyla iyonize edilmiş atmosfer tarafından oluşturulan plazma ile doludur. Magnetosferin en içteki katmanı iyonosferdir ve bunun üzerindeki de” plasmasphere”dir. Tüpler içeren çeşitli garip şekilli plazma yapıları ile gömülüdürler. Loi ” Yaklaşık olarak yerin 600 km üzerinde olması için pozisyonlarını hesapladık ve iyonosferin üzerinden plasmasphere’ doğru geçişin devam ettiği görüldü. 
Burası neredeyse nötr atmosferin bittiği yer ve uzayın plazmasına geçiş yapıyoruz.” dedi. Loi, Batı Avustralya çölünde bir radyo teleskopu olan Murchison Widefield Array’ı kullanarak gökyüzünün büyük yamalarını haritalayabildiğini ve bir film oluşturmak için dizinin hızlı enstantane olanaklarından yararlanabileceğini keşfetti ve plazmanın gerçek zamanlı hareketlerini etkin bir şekilde yakaladı. 

Kaynak: https://www.sciencealert.com/science-confirms-giant-plasma-tubes-floating-above-earth

1 Nisan 2018 Pazar

İnsan olmak yaratılmışlığın kutsalında görür bütün canı veyacansızlara (kainatta cansız diye bir şey yok.Her şey canlı )aynı gözlebakar.


Tabakhaneye bok yetiştirmek deyimi

Tabakhaneye Bok Yetiştirmek
Osmanlı döneminde deri tekeli Safranbolu'daydı. Tabaklanmayan deriyi satanlardan, o dönemin tüccarları alış veriş yapmazlardı. O dönem çok para kazanan Safranbolu'lu iş adamları Köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış, bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir. Safranbolu'da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği "sama" safhasında, taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulduğundan, tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, "sama" işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı ile yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek bokunda bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen, yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş. Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur.
Bugün bu tür dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yani kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş. "Tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini
bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak -belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden- günümüze kadar gelebilmiş.
Safranbolu'da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına;
"Dabbak mısın; it bokuna muhtaçsın" denirmiş...

Adalet öldü..