28 Temmuz 2018 Cumartesi

Babilde büyü ve gizem..


Babil’de yapılan bir büyü ayinindeki büyü sözleri(Tamamı büyücülüğü teşvik etmemek adına yayınlanmamıştır. Sadece Bbail’de büyücülüğün yaygın olmasıyla ilgili bilgi vermek amaçlıdır.) Yaklaşık 50 satırdan oluşur. Aşağıda Türkçesi verilmeye çalışılmıştır. Eksik ve tam olarak çevrilmemesinin elbette bir amacı var.:)

O ……. \ O ……! Yüce bir…

  1. O ……., en kusursuz sanatçı, o en parlak olanı
  2. O uluslara ışık veriyor.
  3. Kara sanata (büyüden bahsediyor) elverişli olan
  4. Gökyüzünde parlar, senin ışığın
  5. Parlak, ateşin tanrısı gibi meşalesi
  6. Sizin parlaklığınız geniş dünyayı doldurur!
  7. Topladığı ulusun parlaklığı, göründüğünde. . .
  8. O #### gökyüzünün amacı, kimse kimseyi öğrenmez!
  9. Efendim, ışığın Güneş tanrısı [oğlu] gibi ilk doğan!
  10. Onun önünde eğilsin büyük tanrılar, dünyanın kaderi sana göre ayarlanır!
  11. Böyle ve böyle bir ayda böyle ve böyle bir gün gerçekleşen ay tutulmasını kötülüğünde,
  12. Güçlerimin kötülüğünde, kötülüğümde ve kötülüğümde değil, sarayımda ve ülkemde olan alâmetlerin kötülüğünde,
  13. Büyük tanrılar sana yalvarır ve tavsiyede bulunur!
  14. Onların hepsini alıyorlar, dileklerinizi ayaklarınızdan çekiyorlar!

Mistizm ve Babil Tanrıları.

Babil astronomi ve tanrıların mistik kimlikleri. Babil mistik inançlar.

EA- Balık Burcuyla bağlantılı Marduk Jüpiter. İştar Venüs.

Gezegenler takımyıldızları tanımlanmadan evvel bilinirdi.

Babil mistik inançlar.

En parlak yıldızların, en yüce ve en etkili yıldızlar olduğu düşünülürdü. Babil’de tüm gezegenler büyük tanrılarla özdeşleştirilirdi. Örneğin Jüpiter Marduk’tu. İştar’ın göksel şekillerinden biri ise Venüs’tü. Marduk EA’nın balığı dolayısıyla balık burcuyla bağlantılıydı.

Yani EA ‘ya duyulan inancın yıldızlarla ilgili çağrışımları da vardı. Takımyıldızları gezegenler tanımlanmadan önce öğrenilmişti.

Babil mistik inançlar.

 İNANÇLAR BİRBİRİNE KARIŞIRDI.

Tanrılarla göksel şekiller verildiğinde ilkel inançlar tuhaf bir şekilde birbirine karışırdı. Tanrılar her yıl ölürdü. Mısırlı rahipler Heredot’a Osiris mezarını ve onun yıldızını göstermişler, Tanrıların basit vahşi devler olduğuna inanılan ülkelerde ‘dev mezarları’ da vardı.

ÇİFT CİNSİYETLİ NİL’İN RUHU TANRI.

Bir tanrı birden fazla şekle bürünebilirdi. Indra gibi böcek şeklini alıp, bitkilerin içine saklanabilir veya Gılgamış destanındaki tanrılar gibi yılan yahut fare olabilirlerdi.

Bir tanrının çeşitli formların hepsine birden bürünebileceği teorisi, o tanrının Natüralizm evresindeyken kişisel bir tanrı fikrini kabul eden insanlar tarafından ortaya çıkarıldığını ileri sürer.

Örneğin Mısır’daki Osiris her ay güzel bir çocuk olarak gelen  ve zayıflayan yaşlı ay olarak şeytan Set tarafından yenen aydı; her sene gençliğinin baharından öldürülen genç bir tanrıydı;

Isis’in hem babası, hem kocası, hem de oğluydu. İnsanları yöneten ve ölülerin yargıcı olan bir kraldı; yeryüzü  ruhuydu, çift cinsiyetli Nil ruhuydu. Bahar güneşiydi. Memphis’in Apis Boğası, Mendes’in koçuydu; hükmeden firavundu.

Üç parçadan oluşan  (Khepara, Ra ve Tum) Ra ile birleşiminde her gün yaşlı bir adam olarak ölürdü. Geceleri ise hayalet Orion takımyıldızı olarak  gökyüzünde belirirdi.

Temmuz’a benzeyen Osiris’e İsis ilahilerinden birinde şöyle seslenilir.

’Güçlü Orion senden gelişir geceleri gökyüzünde parlar,

Günün sabahına kadar!

 Sirius dönemi yaklaşırken küçük Osiris’e bakan kişi benim İsis.

Onu bakmayı bırakmayacağım, çünkü yaşayan Osiris’ten gelişen  

Her ne olursa olsun saygıdeğerdir.

Senden çıkan şeyler tanrılara ve insanlara, sürüngenlere, hayvanlara yaşam verir.

Orada senin sayende yaşıyorlar.

Odandan çık ve bize gel ruhun yeni yaşamlara gebe kalınca, Senin ruhun için tanrıların ve insanların yaşamasını sağlayan adak üstüne adak adanınca.’’

 

Bu parça bazı tanrıları ‘ güneş tanrısı’, ‘ay tanrısı’, ‘gökyüzü tanrısı’, ‘yeryüzü tanrısı’ olarak basitçe sınıflandırmanın ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamaktadır. Bir tanrı aynı anda hem güneş, hem ay, hem yeryüzü, hem hava, hem su hem ölü, hem canlı hem doğmamış hem de çok yaşlı olabilirdi.




Kapağına göre kitabı yargılama.

‘’Öyle bir deli ki, Tanrı’nın bütün bilgeliği onun dudaklarından dökülsün ve insanın kibri utansın’’ J.L Borges

İncil’in Yuhanna-8.Bölümünde geçen olayı kısaca özetleyelim. (Aşağıda yazılanlar sadece konunun özetidir; cümlesi cümlesine okumak için İncil-Yuhanna-8Bölüme bakabilirsiniz.)

YASAYA GÖRE TAŞLANARAK ÖLDÜRÜLMESİ GEREKEN KADIN.

İsa Zeytindağına gitmiş, ertesi gün tekrar tapınağa dönmüştür. Halk onun yanına gelmiş ve İsa’nın derslerini dinlemeye başlamıştır. Tam bu sırada Ferisililer diye bilinen bir gurup dini bilgin, bir kadını İsa’nın önüne çıkarmış ve İsa’ya şöyle demişlerdir.

‘’Bu kadın zina ederken yakalandı öğretmen. Yasa’ya göre bu kadın taşlanmalı. Sen ne dersin?’’

İSA’YI SINAMAK İSTEYEN FERİSİLİLER. 

Elbette Ferisililer’in amacı İsa’yı sınamaktı. Ferisililer aslında İsa’yı deniyordu. Onlar onun ne cevap vereceğini böylece konulara vakıf olup olmadığını anlamak istiyordu. Onun ağzından çıkacak olanlar, İsa’nın özel  ya da sıradan biri olduğunu kendi ağzıyla ortaya koyacaktı ve İsa o sözü söyledi….‘’ ilk taşı aranızda günahsız olan atsın.’’

Bunu söyledikten sonra İsa’nın yanından çıkanlar onu yalnız bıraktılar. Zina suçlamasıyla getirilen kadın orada öylece dururken İsa, bir müddet sonra ona diğerlerinin nerede olduğunu ve onu yargılayıp yargılamadıklarını sordu.

Kadın hiç kimsenin kendisini yargılamadığını söyleyince İsa’da kendisinin de onu yargılamayacağını, serbest olduğunu söyledikten sonra, gitmesini ve artık bundan böyle bir daha günah işlememesini ekledi sözlerine.

 İNSAN DENEN VARLIK KORKUTUCU DERECEDE KİBİRLİ.

Şimdi gelelim bu örneği vermemin sebebine. İnsanlar gerçekten de kendi hatalarını görmekten çok başkalarının hatasını ortaya çıkarmak peşinde. Herkes birbirine çamur atmaya bayılıyor ama fark etmiyorlar ki, bu çamurun içinde kendilerini de boğuyorlar.

İnsan denilen varlık çok ama çok kibirli bir varlık. Eline güç geçirdiğinde en mülayim görüneni bile bir canavara dönüşebiliyor. Kur’an’da yazan Alak suresinin bir ayetinde denildiği gibi ‘’Kellâ innel insâne le yatgâ. / İnsan ki ne zaman kendini yeterli zannetti, işte o zaman muhakkak azar.’’(-6.ayet)

Günümüzde artık tavan yapmış bir şey: dış görünüşüne göre insanları yargılamak. Irkına, rengine ve dinine göre yargıda bulunmak zaman zaman hepimizin içine düştüğü bir yanılgı. Aslında yanılgıdan çok kibrin görüşümüzü bulandırması diyebiliriz.

Güç denen kırbacı kim geçirirse eline diğerlerine yaşam hakkı bile tanımak istemiyor, vuruyor da vuruyor. Bunu görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Okulunuzda, çalıştığınız iş yerinde ya da müdavimi olduğunuz bir kafe de yahut yaşadığınız mahallede de bunu gözlemleyebilirsiniz.

KORKU EN İLKEL DUYGUSUDUR İNSANIN.

Kimin gücü kime yeterse ezip geçiyor. Şişmansa dalga geç, zayıfsa yine dalga geç. Farklı görünüşlerle alay et. Senin gibi olmayanlara eziyet et. Çünkü insan kendinden farklı olan her şeyden korkar, bu korkuyu ancak ondan farklı olanı yok ederek yener ya da böyle olduğuna inanır. Korku insanların en eski ve ilkel duygusudur.

”SANA YARDIMA GELEN MELEĞİ ELİNİN TERSİYLE, KİBRİNLE İTTİN.”

Dalga geçerek, ya da eziyet ederek bir köşeye fırlattığın kişiye dikkat etseydin belki en büyük derdinin şifasını onda bulacaktın. Kim bilir hikâyelerde geçen, üstü başı kir içinde dilenen adam belki de senin yardımına koşmuş Hızır’dı ya da bir melekti ve sen elinin tersiyle, kibrinle ittin onu.

Ama şunu hatırla insanoğlu. ‘’O ezip geçtiğin, itip kaktığın sırtına basarak gidecek bir gün cennete.’’ demiştir Mevlana.

Ve çok sevdiğim yazar; Jorge Luis Borges, bir hikayesinde şuna benzer bir kelimeyle yerin dibine sokar adeta bir tokat atar insanın kibrine.

’Öyle bir deli ki, Tanrı’nın bütün bilgeliği onun dudaklarından dökülsün ve insanın kibri utansın’’




27 Temmuz 2018 Cuma

---3

Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi

Yukarıda söylediğimiz gibi Hacı Bektaş’ın aile çevresi ve yandaşları en geç 1221 yılı ortalarında, Kuhistan’daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu yerdi. 1221-1223 yılları arasında tanınmış bilgin ve İsmaili ozanlarının övgü şiirleri yazığı Şihabeddin, muhtashim (Kuhistan İsmaili valilerinin genel adı) idi. Bu İsmaili valisi, İsmaililiğin kurucusu, büyük İmamı İsmail’in kardeşi Musa Kazım soyundan gelmiş olan Hacı Bektaş ve ailesine saygıda kusur etmemiş, özel bir değer vermiş olmalıdırlar. Hacı Bektaş’ın, 1224’te Alamut tarafından Kuhistan yöneticisi olarak atanan genç Şemseddin Muhammed (el Tebrizi) ile kurduğu ilişki yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir.

Yaşamı tamamıyla aydınlanmamış ve (batıni İsmaili) inancının gerektirdiği sırrı hâlâ koruyan Şemseddin Tebrizi’nin, Alamut İmamı Celaleddin Hasan III’ün (1210-!221) oğlu olduğu ve İmam İsmail soyundan geldiği üzerinde kaynak ve kayıtlar bulunmaktadır.(1) A. Gölpınarlı bu kaynaklardan birincisini göstermekle birlikte, İsmaililerin büyük düşmanı tarihçi Cuveyni’nin “Nev Müsülman Celaleddin Hasan’ın Alaaddin Muhammed’den başka oğlu yoktu” diye yazmış olmasını geçerli görüyor, hiç bir kanıt göstermeden. (Aldülbaki Gölpınarlı, agy, s.50)

Şems’in, 12.yüzyılın son on yılının başlarında doğmuş olması olasıdır ve kendisi Şemseddin Muhammed ya da Şemseddin Hasan gibi babasının adıyla çağrılmaktaydı. Bağdad halifesiyle anlaşma yaparak şeriatı benimsemiş olduğu bilinen ve yeni Müslüman Celaleddin Hasan’ın öldürülmesinin ardından 9 yaşında yerine geçirilen Alaaddin Muhammed ile aynı anadan olmadıkları anlaşılıyor. Hasan III’ün ölümünde (1221) parmağı bulunan başvezir ile Alaaddin Muhammed’in anasının anlaşması sayesinde küçük kardeş Alamut tahtına oturtuluyor. Şemseddin Muhammed de böylece dışlanmış olmalıdır.

Ancak üç yıl sonra onun Kuhistan bölge valisi olarak atandığını görüyoruz. 1224-1226 yılları, göçmen sorunları ve yıllardır süren Sistan savaşlarının sonuçlandırılmasında gösterdiği başarılarla hem tanınıyor, hem de Alamut yönetimi tarafından sık sık önemli görevlere atanıyor. 1227’den 1235’e kadar Kuhistan valisinin, Nasiruddin Tusi’nin koruyucusu, Nasuriddin Abdurrahman bin Mansur olduğunu görüyoruz. Bu yıllar Şemseddin’in Hindistan’da Multan, Pencap ve Gucerat bölgelerinde İsmaili davasını yaydığı yıllardır. Buralarda daha sonra, Multan’da mezarı bulunan Şemseddin Sebzvari Multani (Ö.1356) ile Şemseddin Tebrizi’nin söylenceleri birbirine karışmış. Halk arasında daha çok Şemseddin Tebrizi tanınmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, Şemseddin Tebrizi hakkında bildiklerimizi bir daha gözden geçirmemiz gerekecektir. Onun Kalenderi ve zaman zaman tacir kılığında dolaşıp kendini saklamasını ve Makalat’ında “Ona niçin medreseye uğramadığını soranlara; ‘ben sözlerin görünüşteki ya da açık görünen anlamları üzerinde tartışmaya girmem. Kendi anlayışımla (batıni, iç anlamıyla) tartışsam bana gülerler, kafir derler” demesini iyi anlamak gerekir.

Şemseddin üzerine geniş incelemeyi başka bir yazıya bırakarak, özetleyelim. 1242-43’lerde Diyar-ı Rum’da (Anadolu’da) İsmaili davasının görevlisi şef dai olarak bulunan; ancak Mevlevi tarihçilerinin anlattıklarıyla tanıdığımız ve bir yıl boyunca Konya’dan ayrıldığını, Mevlana’nın ağlayarak onu aradığını bildiğimiz Şemseddin’in Alamut’a çağrıldığını görüyoruz:

Alaeddin Muhammed III, Abbasi halifesi al-Mutasım (1242-1258) diğer birçok İslam liderleri tarafından ortak anlaşmayla düzenlenen bir elçilik heyetinin başına, eski Kuhistan valisi ve şef dailerden Şehabeddin ve Şemseddin Muhammed (Tebrizi) geçirilerek Moğol başkentine (Talikan) gönderildi. Bu heyet 1246 yılının başlarına Mogol İmparatorluğunun başına geçen Göyük Han’ın tahta geçme törenlerine katılmıştı. Moğol geneğine göre toplanan kurultaya 2000 kişi bulunuyordu. Alamut önderi Alaeddin Muhammed III, bu heyetle Göyük Han’a babası Celaleddin Hasan ile Mogollar arasında yapılan anlaşmayı anımsatan bir memorandum gönderdi. Ancak Nizari elçileri Han tarafından hakarete uğrayıp kovuldular. Memoranduma da ağır sözlerle karşılık verildi. Han, bu olayın hemen arkasından sözlerini uygulamaya koydu ve Elgidey’i (Elçigiday) Moğol ordularının başına geçirerek İran’a gönderdi. Hedef, İsmaililerin ve Bağdad halifelerinin idaresindeki toprakların zaptı idi. Göyük’ün Nizariler’e karşı düşmanca planları onun ölümünden (1248) sonra halefleri tarafından sürdürüldü. (F.Daftary, agy, s.418; V.V. Barthold, Hz. Hakkı Dursun Yıldız, Mogol İstilasına kadar Türkistan, Ankara,1990,s.511-513)

Genç Hacı Bektaş’ın Şemseddin gibi birinin koruması altına girmiş olmasıyla, batıni eğitimini bir devlet olarak örgütlenmiş Nizari İsmaililerden, Kuhistan ve Alamut’ta almış olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hacı Bektaş’ın durumu, 1227’de Kuhistan baş dai’si Nasuriddin Abdurrahman’ın korumasına girmiş büyük İsmaili bilgini Nasıruddin Tusi’nin (1202-1274) ilişkisine benzer görülmektedir. Bu ilişki sayesinde, onun yaptığı gibi, Alamut kitaplığından ve dai öğretmenlerden yararlanarak eğitimini tamamlamıştır. Konuşmakta olduğu Türkçe ve Farsça’yı geliştirdiği gibi Arapçayı da öğrenmiştir. Üç dil ile dava’yı sözlü ve yazılı yayacak dereceye yükselmişti. Olasıdır ki, Bizans dilini, yani o dönemin Yunancasını da öğrenmişti.

Hacı Bektaş’ın Makalat’ında bilim ve akıl-usun tanımları, onsekiz bin alem; büyük evren (makro kosmos) ve küçük evren (mikro kosmos=İnsan) ilişkisi, yani evrenin tüm özellikleriyle insanda varoluşu, (“İnsan küçük bir alemdir; alemde olan herşey, hatta artuğu insanda vardır”) insan-evren-tanrı birliği; gökte asılı yetmiş bin kandilin (yıldızın) her birinin birer dünya büyüklüğünde oluşu; kabe insan gönlüdür ve insandan ulusu olmadığından Hac ibadetinin aşamalarının insana hizmet olarak algılanması-anlamlandırılması (Örneğin: “Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabede arafatta taş atmaya benzer; sakinlikle yürümek, Arafata varmaktır.”, Makalat, s.75) vb. inanç ve anlayış, eğitimini yaptığı İsmaili yapıtlarına dayanmaktadır.

Hacı Bektaş, Alamut kitaplığında tüm dai’lerin okuduğu Ummu’l kitab, Mansur el-Yamani’nin Risalat el-alim ve’l Ghulam, İhvan-ı Safa Risaleleri, Nasır Husrev’inkileri(Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbah’ın Dört Faslı ve Sergüzeşt’ini; 1164’de Büyük Kıyameti ilan etmiş Al-a Zikri Selam Hasan II’nin oğlu Alaaddin Muhammed II (1210-1221) zamanında Kuhistanlı Abu İshak’ın kaleme aldığı, İsmaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş ilke ve buyruklarını içeren Haft bab-i Baba Sayyidina’yı; yola giriş ilke ve törenleri, dereceleri açıklayan Tusi’nin Rawdat-ül Taslim vb. yapıtları okuyup yetişmiş bir İsmaili dai’siydi...

Ayrıca İsmaili ordusu saflarında (fedayin birlikleriyle) savaşlara da girmiştir Hacı Bektaş. Vilayetname’de, Ahmet Yesevi’nin onu sözde oğlu Kutbeddin Haydar’ı kurtarmak için gönderdiği Bedehşan savaşına ilişkin keramet söylencesi, gerçekte Şemseddin Tebrizi’nin 1226 yılında yönettiği ve zaferle sonuçlandırdığı, Sünni Sistanlılarla yapılan savaştan başkası değildir. Hacı Bektaş bu savaşlara 17-18 yaşlarında bir delikanlıyken katılmış olmalıdır.

Babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı yandaşlarıyla Azerbaycan’da Hoy kentine yerleştiklerinde, belki anneleri de ölmüş bulunan Hacı Bektaş ve kardeşi birlikte Nizari İsmaili eğitim kamplarında eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, İsmaililer arasında 15 yıldan az kalmamıştır. 1230’lu yıllarda bir İsmaili dai’si olarak Dava misyonu yüklenip seyahatlara çıkmıştır. Bu görevleri de, Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III’ün (1221-1255) onayıyla yüklenmiştir. Dai’ler listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp icazet verilmesi, Fatımi İsmailileri zamanında gelenekselleşmiş-resmileşmişti. Alamut kitaplık ve arşivlerinin 1256’da toptan yakılıp yok edilmesi dolayısıyla ele geçmemiş olabilir.

Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi dolayısıyla vermekte yarar var: 995 yılında, Rey kenti Mutazili (başkadısı) olan Abul Cabbar Hamdani (936-1025), “Tathbit Dala’ il Nubuwwat, s.180” kitabında Kahire’yi ziyaret eden dai’ler listesinde Abul Vefa al-Daylami adı geçmektedir. (1017 yılında öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd soylu (annesi Kürt) olan Abul Vefa da (İ.Kaygusuz, Alevilik...Tarihi ve Uluları I, İstanbul-1995, s.52-54), Fatımi İsmaili dai’si olarak Irak’tan Azerbaycan’a İsmaili davasını yayıyordu. Alamut dai listelerinde mutlaka adı vardı, ama olasıdır ki babasının adlarından biri olan Seyyid Muhammed diye çağrılıyordu. Dai, davet eden; İsmaili inancını yayan demektir. Dailer daisi (İmamın vekili, hüccet), Du’i l-Kebir (büyük dailer) ve Du’i (sıradan dailer, davetçiler) diye üç kısma ayrılıyordu. Hacı Bektaş büyük dailer sırasında yer almış olmalıdır.

Batıni İsmaili Dai’si Hacı Bektaş Veli

Hacı Bektaş önce Hindistan’a gitmiş olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin Tebrizi’nin Multan, Pencap ve Gucerat’ta İsmaililiği yaydığı döneme rastlar. Onun Hindistan’ı gezmiş olabileceği, Vilayetname’deki Güvenç Abdal söylencesinden anlaşılmaktadır. Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal’ı Delhi’deki kuyumcu müridinden 1000 altın neziri (adağı) almaya göndermiştir.

Hacı Bektaş’ın Halep, Şam ve Necef’i dolaştığını; Mekke ve Medine’ye gittiğini ve özellikle İmam Bakır’ın mezarının başında riyazata (benliği yoketme, nefis eğitimi alıştırmaları, kendine çile çektirme) girdiğini, orada üç yıl hizmette bulunduğunu Vilayetname’den okuyoruz.

Bu sonuncusu çok önemlidir: 5.İmam Muhammed Bakır ve oğlu İmam Cafer’in, İsmaililiğin kurucuları olarak tanınan Abu’l Hattab ve Kaddah bin Maymun’a batıni tevil bilgisi öğrettiklerine inanılır. Bu iki kişi, her iki İmamı kendi dönemlerinde Tanrının yerdeki mazharı (görünümü, açınımı-epiphany) olarak görmüştür. İmamların görünüşte onları reddettikleri, gerçekte ise sırrı faş ettikleri, yani gizli inancı açığa çıkardıkları için çevrelerinden uzaklaştırdıkları, İsmaili inanç tarihinin önemli olaylarındandır. Abbasi yönetimi tarafından antropomorfist (insan biçimli tanrıya inanan) suçlamasıyla katledilmiş olan bu kişiler, İmam İsmail ve oğlu Muhammed’in Hicab’ı (örtüsü, perdesi) adıyla onları yetiştirenler olarak büyük saygı görürler. Olasıdır ki Hacı Bektaş, Heterodoks İslamın (Aleviliğin) ilk yazılı kaynağı sayılan Abu’l Hattab’ın Ummu’l Kitabı’nda İmam Bakır için anlatılanları mezarı başında tekrar tekrar okudu; soyundan geldiği İmam Musa Kazım’ın dedesini can gözüyle seyretti.

Yine Hacı Bektaş’ın Makalat’ında (s.81-82) “Adem Aleyhisselam Sıfatı Beyan Eder” başlığını taşıyan bir bölüm vardır. Burada, Tanrının Adem’i topraktan yaratması üzerine çok ilginç bir betimleme yapıyor. Yaşadığı zamanın (13.yüzyıl) iyi tanınan yirmiden fazla ülke, kent ve bölge adlarını tek tek vererek, Adem’in organlarının herbirinin, bunlardan birinin toprağından yaratıldığını söylemekte. Çok büyük olasılıkla, tüm bu ülke, kent ve bölgeler, gezip gördüğü, kendi ölçülerince değerlendirdiği yerlerdir. Üzerinde biraz düşünülünce, her organın işlevinin, toprağından yapılmış olan kentin ya da ülkenin özelliklerini gösterdiği anlaşılır. (Makalat’taki bu pasajı, yüzyıl sonra Fazlullah Hurufi (Ö. 1393-4) Cavidanname’sinde kullanmıştır.) Burada geçen coğrafi adlara bakılırsa, Buhara’dan Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Hindistan’dan Konstantiniye’ye (İstanbul) uzanan kent ve ülkelerinin çoğunu yıllarca gezmiş olabileceği varsayılabilir.

Otuz yaşlarındaki genç İsmaili dai’si olarak batıni derviş Hacı Bektaş’ın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Ancak onu Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi değil, Alamut İmamı Alaeddin Muhammed III (1221-1255) olmuştur. Alamut’tan Horasanlı Baba İlyas’a yeni bilgiler getirmiş ve onun hizmetine girmiştir. Aşık Paşaoğlu’nun söylemiyle “Bu Hacı Bektaş... kardeşiyle Anadolu’ya gelmeye heves ettiler... O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmeğe gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur...” Aşık Paşa gibi saray uşağı tarih ve menakib yazıcıları, “bu çok hikayeleri” alabildiğine kısaltmış ve gerçeklikten uzaklaştırarak Baba İlyas’ın, Hacı Bektaş’ınkileri değil, kendi hikayelerini aktarmışlar.

Hacı Bektaş’ın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu Baba İlyas ve Baba İshak’ın yönettiği Babai Halk hareketinden Alamut’un habersiz olduğu düşünülemez. Baba İlyas’ın dahi Dede Garkın’ın yerine geçirilmiş bölge baş dai’si olması çok mümkündür. Suriye İsmaili kalelerinden yardım gelmiş olması da doğaldır. Bu arada Selçuklu Sultanlarının Alamut’a her yıl belli miktarda vergi verdiklerini İsmaili kaynaklarından öğreniyoruz. En büyük Selçuk Sultanının da Alamut’a vergi vermiş olması düşündürücüdür :

“1227 yılında ise Suriye baş dai’si Mecdeddin Rum Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’a ellçisini gönderip ondan Sultanlık tarafından Alamut’a her yıl düzenli gönderilen 2000 Dinarı talep etti. Sultan bir süre onu oyaladı ve Alamut yöneticisine (Alaaddin Muhammed III) (1221-1255) danıştı. Alamut İmamı, Suriye şefinin talebini onaylayarak, verginin Suriye İsmaililerine verilmesini söyledi. Bunun üzerine vergi Suriye İsmaili topluluğuna gönderildi.” (Al Hamawi, al- Tarikh-i al-Mansuri, s.340’dan aktaran Farhad Daftary, agy. s.420)

Babai hareketinin bağımsız olduğu kesindir. Çünkü yine, 12.yüzyılın ikinci yarısında büyük Suriye baş dai'si Raşidüddin Sinan’ın (Ö.1193-1194), Alamut İmamı Hasan II (Ö.1166) tarafından atanmış olmasına rağmen, Alamut’a yaptıkları işler hakkında bilgi geçmenin ve karşılıklı ekonomik yardımlaşmanın dışında bağımsız hareket ettiğini biliyoruz.

Baba İlyas’ın piri olan Dede Garkın’ın Abu’l Vefa yolağından olduğunu ve dolayısıyla Baba İlyas ile Baba İshak’ın Abu’l Vefa’ya bağlı bulunduklarını Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler. Yukarıda değindiğimiz üzere Abu’l Vefa, Fatımi İsmaililerin 995 yılı listesinde Daylam baş dai’si olarak geçiyor. Yaşamının son zamanlarında ise Irak’ta Bağdad baş dai’si görevinde bulunmuş olup, Abu’l Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Baştan beri verdiğimiz tüm bu tarihsel bilgi ve olaylar, Hacı Bektaş’ın ve Babai ayaklanması önderlerinin batıni İsmaililerle ilişkileri bulunduğunu göstermektedir. Unutmayalım ki, halk arasında Alamut önderleri “Baba Seyyidina” diye çağrılıyordu.

Vilayetname’de Hacı Bektaş Veli’nin yaşamına ilişkin anlatılanlar, yazarın halkın arasından ve başka menakıbnamelerden derlediklerinin, dönemin yöneticisinin inançsal ve siyasal istekleri doğrultusunda kaleme almış olduklarıdır. Dikkat edilirse Hacı Bektaş, Vilayetname’sinde batıniliğinden – bir suçmuş gibi - aklanıp, sünnileştirilmiş. Keramet sahibi bir velidir, yani Tanrı dostudur; ama en büyük kerametlerinden biri olan tek danesini dökmeden darı çeçi üzerinde otururken bile ona namaz kıldırtılmıştır. Ayrıca Vilayetname’ye sokulan bazı keramet ögeleri, çok daha önce yaşamış veliler tarafından gösterilenlerin yinelenmesidir.

Örgütlü batıniliğin son temsilcileri Nizari İsmaililerin (1090-1256), Sünni yönetimler tarafından İslam düşmanı, dinsiz, katil, her türlü kötülüğü yapmaya hazır şeytan gibi görülmesi nedeniyle menakıbname yazarları “dai ve İsmaili” adları kullanmaktan çekinmişlerdir. Oysa Vilayetname’de Hacı Bektaş’ı ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler, İsmaililerden başkası değildir.

Gerçek böyle iken, Hacı Bektaş Veli, Nizari İsmaililerle ilişkisi bir yana içinden geldiği Babailerden bile uzaklaştırılmış ve hala Babai ayaklanmasına katıldı-katılmadı tartışması yapılıyor. Onu Sünni göstermek için Nakşibendiler Hacı Bektaş'a “amcazade” diyor ve onun batıliğini-Aleviliğini “iftira” kabul ediyorlar.

Sonuç

Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı karşılaştırmalı incelendiğinde, İsmaili kitaplarındaki Tanrı inancı, din ve felsefe anlayışı, yola giriş kuralları aynen bulunabilir. Bazılarının ise üstü örtülmüş, farklı adlarla verilmiş, takiyyeye gerek duyulmuştur.

Hacı Bektaş’ın Selçuklu Prenslerinin çatışmalarında İzzeddin Keykavus’a destek vermesi ve Bizans’a yakınlık duyması, Anadolu’da merkezi birliğin kurulması amacı kadar, antik Ege Uygarlıklarının son mirasçısı olan ileri Bizans uygarlığından yararlanma ve İslam-Hristiyanlık ayırımı yapmadan insanlığı birleştirme hedefi taşır.

Hacı Bektaş Veli, 1256’da Alamut’un Moğollar tarafından yerle bir edilmesi sonucu İsmaililerle ilişkisini kesmiş, ama batıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı olarak ortaya çıkıp, Alamut İmamlarının temsil ettiği (Haft bab-ı Baba Seyyidina’ya göre Alamut İmamı Ali’yi temsil ediyor, bütün İsmaili inançlıların her biri de Salman’nın makamında bulunuyordu, yani birer Salman idiler.) Ali’nin donuna bürünmüştür. Bunu pekçok Alevi-Bektaşi ozanı işlemiştir. Biz Sadece Hasan Dede’den (Ö.1469) bir tek dörtlükle örnekleyelim:


“Yerlerin göklerin binasın düzen

Ak üstünde kara yazılar yazan

Engür şerbetini Kırklara ezen

Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir”

 

---2

Hacı Bektaş Veli ailesi ve Mogolların Nişabur’u zaptı

Nedense araştırmacılar o yıllarda bölgenin tarihsel koşullarını inceleme gereği bile duymadan, Vilayetname’de anlatılan olayların hepsini doğru kabul ediyorlar. Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişabur’dan en geç 1221’in Mart ayında ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü kent Nisan ayının ikinci haftasında Moğol ordusu tarafından kuşatıldı. Hacı Bektaş 11-14 yaşlarındadır. Belki de Vilayetname’de anlatıldığı gibi, babası “İbrahim el-Sani, Tanrının rahmetine vardı.” Ayrıca aynı paragrafta, “padişahlığı Hacı Bektaş Veli’ye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve Musa-el Sani evladından Seyyid Hasan’a verdiler” denilmektedir.

Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Aile bireyleri, Muhammed Ali soyundan olması dolayısıyla kendilerine bağlı ehlibeyti ve İmamları sevenler için bir padişah, yani inançsal önderdi. Belli ki, Hacı Bektaş’ın henüz çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid Hasan seçilmiştir. Bu kişi kaynaklara göre Abdal Musa’nın babasıdır. Eğer İbrahim el-Sani Nişabur’da ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar Seyyid Hasan’ın önderliğinde Nişabur’dan çıkıp yollara düşmüştür.

Moğollar Türkistan’dan Azerbaycan’a kadar Horasan’ı baştanbaşa işgal etmişlerdi. Konar-göçer Oğuzlar, kentli kasabalı Türkmen toplulukları, Doğu’ya değil Batı İran ve Irak’a doğru gidiyorlardı. Moğolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmen Alamut’a bağlı Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındı. Hacı Bektaş aile çevresi ve yandaşları en geç 1221 yılı içinde, Kuhistan’daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük olasıyla bu kale, Nizari valisinin oturduğu yerdi. Hacı Bektaş burada önemli biriyle tanışacaktı.

Bu ilk duraklarında ne kadar kaldıkları üzerine yorumlarımıza geçmeden önce Nişabur kenti ve kentin son Moğol işgali hakkında kısa bir bilgi geçelim: İlk kez Sünni Selçuklu önderi Tuğrul 1038’de Nişabur’u alıp kendini orada sultan ilan etti. Nasır Husrev, 1052 yılında Horasan hücceti (İmamın tanığı) ve Fatımi İsmaili baş dai’si olarak karargahını Belh’de kurdu; oradan Nişabur ve Horasan’ın diğer kentlerine İsmaili propagandasını yönetti. Onun başarıları, Selçuklu yöneticilerinin desteğini alan Sünni ulemanın düşmanlığını yükseltmiş (Farhad Daftary, İsmailis, their history and doctrines, s.204,216) ve kuşkusuz heterodoks İslam inançlı Türkmenler ve İranlılar (Oniki İmamcılar, yedi İmamcı İsmaililer) bu ortamda kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardı. Ancak Hasan Sabbah’ın Alamut Nizari devletini kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve ölümünden sonraki Alamut şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla mücadeleleri boyunca İsmaili dai’leri İsfahan’da Belh ve Nişabur’da çok geniş propagandaya girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar olmuştu. Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın Hasan Sabbah’ın kalelerine (darül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde kalanlar da gizli ilişkiler içerisindeydiler. Hacı Bektaş Veli’nin babasının ve dedesinin bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez. Ayrıca çocukluk dönemi hocası Lokman Perende’nin bile bu ortam içinde Yesevici olduğu iddiası bizce geçersizdir.

Nişabur 1142’de Selçuklu prensi Atsız tarafından ele geçirilmiş ve arkasından Sencer tüm Horasan’a yeniden egemen olmuştu. Sonra 1174-1185 yılları arasında Toğan Şah Ebu Bekr’in egemenliği altına girdi. 1187’de Melikşah bin Tekiş ve 1193’de Kutbeddin Muhammed’i Nişabur’un hakimleri olarak görüyoruz. Kent, bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular arasındaki çekişmeler arasında birinden diğerine el değiştiriyordu. Son olarak;

“10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu (Merv’den) daha acıklı oldu. Halk, Kasım 1220’de şehir surundan atılan bir ok ile vurulan Tokuçar’ın ölümünden dolayı cezalandırıldı. Bu nedenle Toluy aman dileyenlerin isteklerini kabul etmiyordu. Şehir zaptedilince 400 sanatkar hariç bütün halk katledildi. Şehir tamamıyla tahrip edilerek çift sürüldü. Gizlenerek sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı 400 Tacik ile harabeler arasına bırakıldı.” (V.V. Barthold, Türkistan, s. 472, 558,560; dpnt.385)

Batıya doğru ilerleyen Cengiz Han 1221’e doğru Oksus’u geçip Buhara’yı almış. Genç oğlu Toluy’u Horasan’ı fethetmekle görevlendirmişti. Doğu İran’a yöneldikleri sırada Cengiz Han 1223’te oğullarıyla görüştü. 1225’te Mogolistan’a döndü ve 1227’de öldü. Onun ölümü ile bölge geçici olarak biraz nefes aldı. Zaten bölgede Moğollarla mücadele eden sadece Celaleddin Harezmşah idi.

Elbette, Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş, tarla gibi sürülmüş Nişabur’a bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi. O zaman bu aile nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş bulunan Hacı Bektaş eğitimini nerede görmüştü? Farid Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batı sınırını oluşturan Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında şu bilgileri veriyor:

“Alaaddin Muhammed III’ün (1221-1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dahil (acaba Belh’den çıkmış olan Mevlana’nın babası Bahaaddin Veled de bunlar arasında mıydı?İ.K.), Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındılar. Mogollar istilalarının başlangıcından itibaren, Alamut Nizari İsmaili devletinin, diğer küçük prensliklerden daha güçlü olduklarını deneyerek anlamışlardı. Ayrıca Nizari İsmaili önderleriyle Moğollar arasında bir andlaşma yapıldığı anlaşılıyor; çünkü Celaleddin Hasan III (1210-1221) Mogolların batıya hareketinin başlangıcında, Talikan’da bulunan Cengiz Han’a barış istemiyle gizli bir elçi heyeti gönderdiği biliniyor.”

“Kuhistan Nizari İsmailileri Mogol istilasından etkilenmedi. Güçlerini, gelişim ve özgür yönetimlerini (saltanatlarını) sürdürdüler. Aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin (Shihab-al Din) bu mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki, bu Nizari bölgesinden Alamut’a şikayetler oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıyordu. Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni muhtashim (Kuhistan Nizari önderlerine verilen genel ad) Shams al-Din (Şemseddin) de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı. Bu olayları ve Kuhistan’daki Nizarilerin o zamanki durumunun ayrıntılarını, Minhac-i Sirac adıyla tanınan, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan’ı ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Minhac al-Din Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani anlatmaktadır. Cuzcani, hem yüksek övgüler yaptığı Şihabeddin’i hem de Şemseddini’i tanımış. Hatta Şemseddin ile Sistan adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.”

“Şemseddin’in Kuhistan’a gelişi Nizarilerle, Sistanlı komşuları arasında yeni çatışmaların patladığı dönem rastlar. Sistan Emiri Yamin al-Din Bahramşah, daha önce Hasan III ile iki kez çatışmaya girmişti. Moğollar Sistan’ı istila ettiyse de fazla kalmadan batıya doğru ilerlediler. Yeniden tehditler ve karışıklıklar başladı Sistan’da. Güçlü bir askeri kumandan olan Şemseddin Nizari güçlerin başına geçerek, Sistan Emiri Binaltıgin’i 1226 yılında kesin bir yenilgiye uğrattı... Kuhistan’daki Nizari topluluğu bölgesel işler ve olaylarda Alamut’tan bağımsız davranma siyaseti izliyordu; böylece diğer bölgelerle ticaret yolları geliştirdi, bu da ekonomisinin yükselmesine büyük yardımcı oldu.” (F.Daftary, İsmailis, s.381,414; Juzjani, Tabaqat , vol 2, s.182-185 ve 186-188).

Hacı Bektaşı Veli ve gizemler..----1

Yunus Emre,Hacı Bektaş-ı Velinin Dergağına geldiğinde,sorun bakalım Buğday mı ister himmetmi,diye .Yunus buğday isterim diyiince her nefes karşılığında buğday alır ama aklı o soruda takılır kalır.Yunus yaptığına pişman olur geriye dönet dergeha gelir ve Hacı Bektaş'a sultanım yaptık bir hata ben himmet isterim diyince şu karşılığı alır.Artık senin anahtarın Taptuk Emre'de der..Hacı Bektaş Veli’nin Türkistanlı Hace Ahmet Yesevi’den (ö.1167-9) el aldığı doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Geleneksel bilgiler, özellikle Vilayetname, Ahmet Yesevi’nin halifesi Lokman Perende’den el aldığını söylüyor. Ahmet Yesevi, Orta Asya’da “Hacegan (Hocalar) Hanedanı”nın kurucusu bilinen Yusuf Hemedani’nin (ö.1140) öğrencisidir. Onun öğrencilerinden Abdel Halik el-Gucvani (22 yaşına kadar Malatya’da yaşamış, ö.1120) yol zinciriyle Nakşibendilik, Şeyh Zahid (ö.1296) aracılığıyla Safevilik, Halvetilik ve Bayramilik, ve Ahmet Yesevi - Lokman Perende - el Harasami üzerinden Bektaşilik’in çıktığı üzerine bir Tarikat zinciri kurmaktadır Nakşibendi araştırmacıları. (Hasan Şuşud, “Hacegan Hanedanı-Les Maitres de Sagesse de l’Asie Centrale-Orta Asya Bilgelik Üstatları”, Fransızcaya Çev. Charles Antoni, Le Soufism, la voie de l’Unité, Paris-1980, s.47-80)

Hacı Bektaş Veli’nin, Yesevilik çevresinde yetiştiği doğru mudur? Daha önce biz de gelenekçilere uyarak, istemeye istemeye Vilayetname verilerini kabul edip, bu soruya “evet” diyorduk. Zaten İttihat Terakki’ci araştırmacılardan bu yana milliyetçi ve resmi çevreler, Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra doğmasına rağmen, onun tarafından Anadolu’yu “Türkleştirmek” ve Türkçe'yi yaymak için gönderildiğini ciddi ciddi(!) ileri sürdü, yazdı çizdi. Bile bile yanlış olanda ısrar etmek, tarihe müdahale etmektir. Bu ise baskıcı devlet anlayışının yansımasıdır. Kaldı ki, Hacı Bektaş Veli’nin Yesevi çevresinde, Lokman Perende aracılığıyla yetişmiş olması da onun Yeseviliği Anadolu’ya taşıyıp Bektaşiliğe dönüştürdüğünü, ve de aynı çevrenin onu Türklük-Türkmenlik adına buraya gönderildiğini kesinlikle göstermez.

Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti:

“Hacı Bektaş’ın, Mevlana’ya karşı Türk harsını koruduğu, Mevlevilerdeki Farsça'ya karşılık Bektaşilerde Türkçe'nin işlendiği gibi götürü, yahut ısmarlama pek çok sözler duyuldu. Hatta onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi’nin bulunduğu bir teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu’ya gönderildiği gibi, kargaları bile güldürecek hükümler verenler çıktı...” (Abdülbaki Gölpınarlı,Mevlana Celaleddin, 4.Basım, İstanbul-1985, s.237)

Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a (Ö.799) kadar çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına engel değildir. Yedinci İmam Musa Kazım’ın ölümüyle 11. kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu arasında tam dörtyüz yıl var. Adı geçen İmam ve oğlu İmam Rıza Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri ve çocukları yerli halkla evlilik ilişkileri kurmuşlardır. Yalnız onlar değil 8.yüzyılın başlarından beri Hasan ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Türkistan’a yayılmış bulunuyorlardı. Özellikle Zeynelabidin oğlu Zeyd soylu, İmam Cafer’in oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed soylu İmamlar da yaşıyorlardı. Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe karışmışlardı. Bir kaç kuşak sonra artık onların etnik Arap olduklarını söylemek çok anlamsızdır. Hele Nakşibendi şeyhi Prof. Dr. Esat Çoşan’ın, Makalat’ı Arapça yazmış olmasını kastederek Hacı Bektaş Veli için; “demek ki, Arap ırkından ki, Arapça yazmayi uygun görmüş” yargısını vermesi saçmalığın en büyüğüdür! Zaten Coşan, Ahmet Yesevi’nin Yusuf Hemedani ve El-Gucvani ile ilişkilerinden ötürü, Hacı Bektaş’ı Yesevi tarikatından kabul edip, “Nakşilere amcazade” yapıyor, “akraba olarak” görüyor. (Bu kişi Hünkar’ı Sünni göstermek için Makalat’ı tümüyle tahrif edip, işine geldiği gibi yorumlayarak Üniversite kariyerini tamamlamış; onu kendi inanç ve kişisel çıkarlarının aracı yapmıştır.) Hacı Bektaş Veli’ye - hatta ellerinde doğru şecereleri olan seyyidlere, dedelere - Ali soylu diye Arap gözüyle bakılırsa, tarih boyunca halkların ve kültürlerin kaynaşma sürecinde yaşamış olduğu gerçeğini yadsımış olursunuz.

Hacı Bektaş Yesevi yolu yolcusu mu, yoksa bir Batıni mi?

Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu değildir, olamaz. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende, Ahmet Yesevi’nin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor. Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda, “hasılı bizce,” diyor, “Ahmet-i Yesevi nasıl şöhreti yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu geleneğe sokulmuş ve bu zata Hacı Bektaş’a hocalık ettirilmiştir”. (Vilayetname, s.103) Elbette bu kişiler sadece “şöhretleri” yüzünden değil, Hacı Bektaş’ın “menkıbe”lerinin yazıya geçirildiği dönemin (1480’li yıllar) Osmanlı siyasetinin gereği olarak Vilayetname’ye sokulmuştur. Gölpınarlı’nın asıl Mevlana Celaleddin (s.237) adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki aşağıdaki saptaması çok yerindedir:

“Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yürüten, propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyid eder.”

Bu kanısına fazla açıklık getirmemesi ve nedenleri üzerinde doğru bilgi vermemesi düşündürücüdür. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hacı Bektaş’ı, salt Mevlana ile karşılaştırılacak düzeyde olmadığını göstermek ve onu küçük düşürmek için (sevilmeyen) bir tarihsel gerçeği ortaya atıp ardında durmamasının, belirsiz bırakmasının anlaşılır yanı olamaz. Ayrıca, bu saptamasından sonra Gölpınarlı, Mevlana karşısında Hacı Bektaş’ı tanımlarken, doğrularla yanlışları bir arada kullanarak, birbirlerini elimine etme niyetini ortaya koyuyor:

“Halbuki Horasani’lerden olmakla birlikte ne kadar bilgin olduğunu bilemediğimiz, ancak ‘Makalat’ına ve gene elimizde bulunan bir ‘Şathiyye’sine nazaran derin ve geniş bir bilgiye sahip olmaktan ziyade münteşir (yaygın,dağınık) terbiyeyle yetiştiğini sandığımız Hacı Bektaş, bir halk isyanının (Babai başkaldırısı kastediliyor- İ.K.) arda kalanları tarafından ulu tanındı. Bilgisi, meşrep ve mezhebi bakımından yalnız medrese mensupları tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanan bu zümre, ilk zamanlardan itibaren gizlenmeye lüzum görmüş ve tekkelerini, şehirleri bile dağ başlarında, ıssız yerlerde kurmuştur. Ortodoks Müslümanlıktan dışarı gören saltanat ve medrese, bu zümreyi vakıftan da mahrum etmişti.”(agy.s.239-40)

Abdülbaki Gölpınarlı, Hacı Bektaş’a bir batıni dai’si diyorsa - ki bu en doğru saptamadır-, bunun arkasında durmalı ve açıklığa kavuşturmalıydı. Yani onun bir batıni olarak yetişmesinin tarihsel ve nesnel koşullarını açık açık göstermeliydi.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Akıcı zeka..

Zekanı kullandığın sürece ayakta kalırsın.Bu zeka iyi yönde kullanılırsa işe yarar..Fluid intelligence (Akıcı Zeka), yeni bilginin, gecmiste ogrendigimiz bilgilerin ve hayat gorusunun disina cikarak, farkli bir acidan degerlendirmeye alinabilme yetenegidir. Baska bir deyisle, yeniliklere acik olma yetenegidir.

Tabiki yenilik ya da yeni bilgi dediginiz zaman bu, goreceli bir kavram haline geliyor. Her yeni bilgiye acik olmak demek, o bilgiyi kayitsiz sartsiz kabul etmek anlamina gelmez. Zaten hemen hemen tum yazilarimda, kendimi dahil, herseyi sorgulamanizi israrla rica ediyorum. Fakat sorgulama surecinde, bilgi sizin gecmis inanc paternlerinize uymuyor ya da mevcut hayat gorusunuzu desteklemiyor diye hemen silip atmayin. Karsilasilan bilgiyi, yine o bilgiyi veren kaynagin bakis acisindan anlamaya calisin. “Acaba farkli bir acidan bu bilgi gecerli olabilir mi” sorusunu olabildigince objektif bir sekilde degerlendirin. Kaybedecek hic bir seyiniz yok burada. Arti, beyin jimnastigi yapmis  olursunuz.

Bir bilgiyi analiz etme yetenegi sonradan ogrenilebilir, gelistirilebilir bir yetenek. Bunun icin, kisinin kendisi ile ic calisma yapmaya hazir olmasi ve dolayisiyla bir takim zorluklari onceden goze almasi gerekir. Cunku, kisinin kendisi ile yuzlesmesi, yapabilecegi en zorlu ve akabinde en faydali sureclerin en onemlisidir, bu gibi tum diger onemli gelisim sureclerine ön kosuldur. Ezoterik öğretilerde bu surece buyuk onem verilir. Ic calisma konusuna, mevcut konunun dagilmamasi adina girmek istemiyorum fakat baska bir yazimda ele almayi planliyorum.

Zaman zaman arkadaslarim bana, insanlara kendilerini anlatamadiklari, bir turlu karsi tarafin anlamak istemedigi ya da yeni bilgiye karsi muthis bir savunma ile karsilastiklari ile ilgili dert yanarlar. Belki sizin de basiniza geliyordur. Belki bir arkadasiniz ile konusmanizda ya da ailenizden biri ile farkli bicimlerde deneyimlemissinizdir.

Bilginin ne kadar saglikli ya da sagliksiz oldugundan bagimsiz olarak, karsi tarafin, her durumda yeni bilgiye kapali olmasinin nelerden kaynaklandigina hep beraber bir bakalim.

  • Psikolojik acidan, yeni bilginin hazmedilmesi kolay degildir. Cogu durumda, birey yeni bilgiyi kabul edip, eski hayatini ayni sekilde yasamaya devam edemez. Beyin, yeni bilgi ile karsilasinca, o bilginin yerine gelecegi eski bilgiyi silmesi gerekir ve gecmis yillardan beri uzerine bir cok sey ekledigi o eski bilgiyi silince, uzerine ekledigi bilgiler de dolayisiyla gidecektir ya da tekrar programlanacaktir. Beyin, bu durumda yeni bilgiyi reddeder cunku bu durum, beyin icin ciddi bir efor anlamina gelir ve bu zorlugun ustesinden gelmek icin en kolay yol, yeni bilgiyi reddetmektir!
  • Ego. Yeni bilgi ile karsilasan kisinin egosundan dolayi, sizin bilginiz silinir atilir cunku, O’nun degerleri sizin degerlerinizin ustundedir. Bu bilgileri, O’nun bunca yillik surec icerisinde farketmemis olmasi ve sizin O’na bunlari soylemeniz, O’nun egosunun size karsi savunmaya gecmesine sebep olur ve yas farkindan ve statu farkindan bagimsiz kacinilmaz sonuc tezahur eder.
  • Bir cok durumda, kisi, icinde bulundugu hizli yasantiyi yasama konusunda o kadar rahattir ki, bu durumu degistirme konusunda caba harcamayi tercih etmeyecektir ve dis dunyada ne olup bittigi ile de pek fazla ilgilenmek istemeyecektir. Bu grup, genelde kendi dunyevi zevklerine gereginden fazla odaklananlardan olusur.
  • Cogu insan, yeni bilgiyi almaya hazir degildir. Arastirma konusunda tembeldirler ve mevcut duzene o kadar umutsuzca baglanmislardir ki eski bilgiyi korumak icin sizinle kavga etmeye bile hazirdirlar.
  • Sisteme inanirlar, kendileri icin en dogrusu oldugunu dusunurler. Cogunlugun kabul ettigi degerleri otomatikman kabul etmek daha kolaylarina gelir. Mevcut duzene o kadar cok guveniyorlardir ki, kendi gercekliklerinin dinamosu olmustur. Televizyonsuz yapamazlar.

Iste bu sebeplerden dolayi, bilgi her zaman birey tarafindan talep edilmeli, baskasi tarafindan direk verilmemeli. Kisi kendini egitime actigi zaman zaten ego duvarlari otomatikman duser ve yeni bilgiyi degerlendirmeye daha acik hale gelir.

Her seyin otesinde, “dogru”nun ne kadar goreceli bir kavram oldugunu herkes bir yerden duymustur. Zamana ve kulture gore degisir. Savasta insan oldurmek dogru olabilirken, barista yanlistir. Bu ornek, dogrunun degiskenligine ornek oldugu kadar insanoglunun mevcut sığlıgına da guzel bir referanstir.

Bazen, televizyonda gorunce belgesel izler gibi tartisma programlarini izliyorum. Insanlarin kendi dogrularini ne kadar siddetle, hararetle karsi tarafa kabul ettirmeye calistiklarini, iclerinden fiskiran ofke, nefret, kin ile zaman zaman kendi kontrollerini kaybettiklerine sahit oluyorum. Peki ayni insani, tartistigi karsi taraftaki insanin icinde buyutsek bebeklikten itibaren, onlarin kulturel sartlarinda yetisse, yine ayni sekilde mi dusunur? Aslinda bu da biraz tartismali bir kavram ama detaya girmeden, cok buyuk olasilikla ayni dusunmezdi. Teyid: Baba hangi takimi tutuyorsa, cocuk da o takimi tutar (istisnalar kaideyi bozmaz). Kulturel birikim, soy agaci yolu ile gecer. Ya da, Slovak bir ailenin cocugunun konustugu ilk dil japonca olmaz, gibi.

Demek ki, farkli ailelerde buyumus olsaydik, su anki hayat gorusumuz oldukca farkli olabilirdi. Ve, o hayat gorusu de, su an bize cok ters gelse de, bizim icin en dogru gorus olurdu. Bu sekilde, “dogru” kavraminin ne kadar goreceli oldugunu daha net gorebiliriz. Peki, bu bilgi isiginda, insanlarin kendi dogrularini baska insanlara kabul ettirmeye calismalari ne derece mantikli oluyor? Ailemize, arkadaslarimiza, sirf onlara duygusal olarak bagliyiz diye, kendi dogrularimizi onlarin bilgilerinin uzerine oturtmaya calismak ve bunda basarisiz olunca da ortaya cikan drama, bize birsey anlatmiyor mu?

Kisiler, karsilarindaki kisilerin farkli yasam tecrubeleri neticesinde farkli dogrularinin olabilecegini kabul edebildigi ve onlara saygi gosterebildigi noktada, akici zekaya daha yatkin hale gelirler. Bu saygiyi gostermenin kolay oldugunu savunmuyorum fakat bunu gosterebilmenin, kisinin olgunluk seviyesi ile paralel oldugunu dusunuyorum.

Herkesin farkli bir realiteye ve bu dogrultuda farkli dogrulara sahip oldugunu dusunebiliriz. Bazen karsilastigimiz karizmatik, dinamik ve iyi iletisim gucune sahip bireylerin, etraflarindakileri kendi bildikleri dogrular dogrultusunda etkilemekte cok zorlanmadiklarini goruruz. Bu durum, onlarin her zaman “gercekligi” dogru ifade ettikleri anlamina gelmez.

Bunun tersinde, utangac ya da icine kapanik bir birey de, en az yukari ornekteki karizmatik birey kadar dogru bilgiye sahip olabilir fakat, karakterinden dolayi bunu dis dunya ile paylasamayabilir (ya da paylasma ihtiyaci hissetmeyebilir).

Bu noktada, herkesi tatmin edecek dogruyu ya da yanlisi bulmak zor olacaktir. Bir bilginin ya da bir hareketin dogrulugunun analizini yaparken simdi verecegim yaklasimin, kisiyi aradigi cevaba goturmekte diger yaklasimlara gore daha saglikli sonuc verecegini dusunuyorum.

Yapilan hareketin kokeninde yatan niyete ve duyguya bakin. “Sevgi” duygusunun en saf haline yaklastikca, alacaginiz cevap da o derece pozitif tarafa kayacaktir. Burada, “en saf sevgi” olgusu ile, sahiplenmek, kiskanmak ve sadece kendimize saklamak gibi duygularin ayrimini da yapabiliyor olmak lazim. Bunlara paralel olarak, karsi tarafin gelisimini de goz onunde bulundurmak faydali olacaktir. Koza icerisinde donusum geciren tirtila yapilan yardim ve sonucu ile ilgili hikayeyi animsatmak isterim. Kozadan kolay ciksin diye yapilan yardim dolayisiyla, kanatlarinda yeterince kan sirkulasyanu yapamayan kelebek ucamaz  ve olur. Kissadan hisse, kisinin kendi gelisim surecine gelecek dis yardimin derecesi dikkatli ayarlanmali.

Kisi, bu tip degerlerin farkina vardikca, akici zekaya, yenliklere ve pozitif degisime acmis olur kendini. Bize en yakin insanlar olsunlar ya da olmasinlar, degismek istemeyen yakinlarimizi da olduklari gibi kabul etmek, denklemin zor oldugu kadar onemli bir surecidir.

Renklerin ve zekanın gücü.

Günlük yaşamımızda tüketime dayalı bir davranış içindeyiz.Hemen hemen herşeyin kullanılış teknigine göre fayda ya da zarar sagladığı bir dönem içerisindeyiz. Yin ve Yang’de oldugu gibi, iyinin ve kötünün birbirine muhtaç olduğu bir boyutta, fayda ve zararın da birbirlerinden ayrılamaz oldugunu anlamak kolaylaşır.

Bush ve Saddam nasıl ki savaştan önce beraber yemek bile yiyebiliyorlardı,

Nasıl ki gözümüzün önündeki, orta doğu ülkelerindeki yöneticiler bir zamanlar emperyalizmin kankalarıydı,

Nasıl ki bir çalışan bir süre sonra kendi çalıştığı kurumda karlılık uğruna harcanabiliyor ise,

Ve nasıl ki ortaklıklar* bile bitebiliyor ise,

O zaman, insanın iç sorgulama yapmadan, egosal çıkarlarını sadece kendi menfaatleri için kullanması, yukarıdaki döngüde tetikleyici olmuyor mu?

İnsan her döngüde aynı soru ile karşılaşıp, farkında olarak ya da olmayarak menfaatlerinin peşinden gittiği için kısırdöngüde takılmış gözüküyor.

Her gün, her saat, bazen her dakika bu kavşaklardan geçiyoruz. Gunumuzun metropolitan yasantisinda, bir sürü hayat hengamesinin var oldugu bir ortamda, bir birey her anının ne kadar farkında olabiliyor. Aldığı kararları hangi süzgeçten geçiriyor? Yapay, suni kaosun hayatımızın her noktasına entegre edildiği bir ortamda ne kadar merkezimizde durabiliriz? İmkansız mı? Yoksa illa ki uzun felsefi, dini, spiritüel dersler mi almak gerekir? Ya da yaşam koçu şart mı??

Tabi ki hicbirisi şart değil. Kişinin ilgisi doğrultusunda, bu alanları seçerse faydalanabilir belki. Fakat merkezimizi bulamilmemiz için dikkatimizi alacağımız kararlara cevirmemizin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Kararların, temel olarak kimi ve neyi, ne pahasına etkileyeceğini düşünmemizin çok önem taşıdığına inanıyorum.

Mesela;

Günlük hayatımızda kararlar alırken, bu kararların evimizin, ev içindeki ailevi yaşantımızın geleceğini nasıl etkilediğini düşünürüz. Ailemizin mutlu olması için her türlü fedakarlığı göze bile alabiliriz (bazen).

Peki, bu kararların dünyayı, dünya üzerinde yaşayan bireyleri nasıl etkilediğini düşünürmüyüz? Yoksa “sistem böyle gelişmiş, ben dahasına karışmam, ben mi kurtaracam dünyayı, o yazı yazan adam kurtarsın” mı deriz?

Bu güne kadar sahiplendiğimiz normların, değerlerin, kültürün hatta belki de inançlarımızın (sadece dini olması gerekmiyor), bu dünyanın sorunlarını ne derece çözebildiğini bir düşünmeliyiz. Çünkü, modern toplumda, bizi biz yapan bu değerlerimiz.

Yazının başında da dediğim gibi, kutuplu bir realite yaşıyoruz. Bu sayede hür irademiz var. Kutuplar olmasaydı seçimler de olamazdı. Dolayısıyla hür irade de olamazdı. Fakat bugün insanların iradesi, holywood filmleriyle, evlilik programlarıyla, endoktrinasyonla, televizyon kutusu ile köle edilmiş durumda. Hür iradeden bahsetmek çok zor. Hemen hemen yenilikçi ve yaratıcı fikirlerin tümünün ezildiği; sorgulama yapmayan, tekrarlayıcı, linear düşüncelerin değer kazandığı bir dünya sisteminde gökkuşağı renklerinin bile tekrardan griye boyanmasını yadırgamamak gerekir. Belli ki bazı insanlar çıkarları uğruna renklere bakmaya bile tahammül edemiyorlar. Onların jenerasyonu artık son jenerasyon. Yeni jenerasyonda da gelişime kapalı gençler yok değil fakat, genç nüfus içinde bunların yeri o kadar az ki, mevcut gri kafalı jenerasyonun gücünün azalmasıyla hızlanan değişim de ivme kazanacaktır. Kendi güçlerinin emperyalizm ve kuklaları tarafından sömürülmesine seyirci kalanlar da, zamanı geldiğinde batan gemiden kurtulamayabilirler. Bu onların seçimi olacak.

Bu süreç içerisinde, değişime açık olanlar, akıcı zekaları  güçlü olanlar, hem kendi hayatlarında hem de çevrelerindeki bu değişime yön vereceklerdir. Çünkü maskeler düştükçe, önümüze sunulacak kuklaların da bir geçerliliği ve değeri kalmayacaktır. İnsiyatifin bireye, insana geçmesi tamamen kişisel bir karar meselesidir. Yeter ki, zaten içimizde var olan bu gücü artık akıllı kullanmaya, dünya için, özgür ve bağımsız düşebilen yeni neslin geleceği için kullanmaya başlayalım.

24 Temmuz 2018 Salı

-----3

Bilokasyona örnek olarak gösterilen en şaşırtıcı raporlardan biri Baron von Güldenstubbe’nin ikinci kızı Julie von Güldenstubbe tarafından, Amerikalı yazar Robert Dale Owen’a anlatılan Emilie Sagee’nin hikayesidir.

Julie von Güldenstubbe 1845 yılında, henüz 13 yaşındayken, Litvanyadaki Wolmar yakınlarında Pensionat von Neuwelcke adlı özel bir kız okuluna gönderilir. Öğretmenlerinden biri de Amilie Sagee adında 32 yaşındaki Fransız kadındır. Okul yönetimi kadından oldukça memnun olmasına rağmen yakın zamanda kadın hakkında Doppelganger’ının olduğu ve zaman zaman öğrencilere görünüp kaybolduğu gibi garip söylentiler baş göstermiştir.

Birgün, dersin tam ortasında, Sagee tahtaya birşeyler yazarken kadının eş bedeni hemen yanında beliriverir. Eş, kadının her bir hareketini taklit etmektedir, bir tek elinde tebeşir yoktur. Bu olaya sınıftaki 13 öğrenci şahit olur. Aynı şekilde başka bir olay, bir akşam yemeği sırasında Sagee’nin eş bedeninin hemen arkasında belirerek, kadının yemek yeme mimiklerini taklit etmesiyle meydana gelir. Bir tek elinde çatal bıçak yoktur. Ancak kadının eş bedeni her zaman hareketleri taklit etmemektedir.

Birkaç olayda, Sagee okulun bir bölümünde görüldüğünde aynı zamanda bir başka bölümde de görülmüştür. Bu olaylardan en belirginine 42 öğrenci şahit olmuştur. 1846 yılının bir yaz gününde, başka bir öğretmen tarafından verilen dikiş ve işleme dersinde olan 42 öğrenci, pencereden Sagee’nin bahçede çiçek toplamakta olduğunu görürler. Ders esnasında okul müdürüyle konuşmak için sınıftan çıkan öğretmenin ardından, Sagee’nin eş bedeni bir anda sınıfta, çıkan öğretmenin oturduğu iskemlede beliriverir. Aynı anda bahçede çiçek toplayan Sagee de görülebilmektedir ancak öğrenciler bahçedeki gerçek Sagee’nin tavrının yorgun bir hal aldığını farkederler. İki cesaretli kız sandalyede hareketsiz oturan hayali görüntüye doğru ilerlediklerinde görüntünün çevresinde garip bir hava akımı farkederler. Kızlardan bir, hayali görüntünün içinden geçerek sandalye ile masa arasında dolanır ancak görüntü kıpırtısız orada oturmaktadır. Ardından doppelganger yavaşça solarak gözden kaybolur.

Emilie Sagee hiçbir zaman eş bedenini görmediğini ancak başkaları tarafından görüldüğü söylendiği zamanlarda kendini bütün gücü çekilmiş gibi yorgun hissettiğini söyler. Hatta böyle zamanlarda kadının tüm renginin uçtuğu farkedilmiştir.....

Tasavvuf ve Bilokasyon

Bilokasyon teriminin İslam tasavvufundaki karşılığı, "tayyi mekan'dır. Tayyi Mekan, bir şahsın aynı anda çeşitli yerlerde görünmesi demektir.[10] Istılahi bir anlam olarak, velâyet makamına ulaşmış bir kâmilin, bir anda ve bir zamanda muhtelif yerlerde görünmesine denir. Tasavvuf kaynaklarında bunun çeşitli örneklerini görebilmekteyiz.[11]

Tasavvufta bir şahsın 3 yönü ile tecellisi vardır:

  1. Bedensel vücud,
  2. Ruhsal vücud,
  3. Ruhsal ve bedensel vücuttur.

Ahmet Aslan, "Tevhid Deryasından Damlalar" adlı kitabında tayyi mekandan şu şekilde söz eder:

Ruhsal vucut, kendi varlıklarından geçerek Mutu kable ente mutu sırrına ermiş Hakk’ın varlığı ile varlıklananlardır. Onların vücut ülkesinde padişahları Ruhullah olmuştur. Ruhsal vücuda sahip olanlar mekan ve zaman kavramını yok ederek, rüyalarda tanıdık ya da evliyaların ruhaniyeti ile uzak menzillere gidip ruhenkonuştuğumuz gibi konuşur. Kâbe, Mekkede uzak bir mesafede olduğu halde belki bir saniyede oraya gidip Kâbeyi tavaf ettiğimiz gibi zaman ve mekân mevhumu olmadan istenilen yerde saniyesinde olmak halidir. Çünkü ruhta beden gibi zaman ve mekân diye bir şey yoktur. O serbest olarak istek ve zevkinin ülkesinde tecelli edendir. Bütün veliullahların 33 defa ruhani miraç yapmaları da bu cümledendir. Bu şahıslar ister namaz, ister oruç, ister hac, isterse Zekât ibadetlerini zahir unsuriyetlerinin ibadetleri yanında siret dediğimiz ruhani zevklere de sahiptirler. Zahirde bayramdan bayrama, cumadan cumaya, kutlu gecelerde serbest ruhlar nasıl evlatlarının torunlarının evlerine gelip onların ziyaretlerini yaparak durumlarını görürler, memnun ya da mahzun olarak ayrılır giderler denilmektedir. Aynen onun gibi daimi serbest ruhlar istediği yerde istediği anda bulunan bir haldedir. Hasan Fehminin "Bu kafesten uçarım, hiç beni gören olmaz." sözleriyle, bir kişinin ruhen bu ten kafesinden ayrıldığı halde vücut burada görülür, fakat ruhen başka yerlerde olduğu anlaşılmış olur....

Tayyi mekân’a örnek olarak olarak başta Peygamber efendimizin mirac mucizesini söyleyebiliriz. Mirac olayını okuyup düşündüğümüzde bunun bir tayyi mekân olduğunu anlayabiliyoruz. Hz. Mevlânâ’nın aynı gün hem Konya’da hem de hac da görülmesi, tayyi mekân olayının yaşandığına birer örnektirler.[11]

Osmanlı Padişâhı Yıldırım Beyazıt, yaptırdığı Ulu Câmi’nin açılış hutbesini Emir Sultan’dan ricâ edince, Emir Sultan’ın “Burada bir kutup var. O varken açılış hutbesi ona yakışır” diyerek varlığını deşifre ettiği "Somuncu Baba" ortaya çıkıyor, Ulu Câmi’nin açılış hutbesini okuyor ve Fâtiha Sûresi’nin yedi ayrı tefsirini yapıyor. O ana kadar sâdece, “Mü’minler! Somunlar!” diyerek halka ekmek satan Somuncu Baba’nın yeni yüzünü gören halk coşuyor. Kapı çıkışında sıraya girerek elini öpüyorlar. Ne var ki, o gün Ulu Câmi’nin dört kapısının her birinden çıkan ve elini öpen insanlar, ‘Somuncu Baba bizim kapıdaydı’ demezler mi? Kaynaklar, Somuncu Baba’nın tayyi mekân sâyesinde aynı anda 4 kapının her birinde bulunduğundan bahsederler.....

Bilim ve Bilokasyon

Kuşkucular, bilokasyonun kanıtlarının söylentilerden ve ikinci ya da üçüncü elden aktarımlardan ibaret olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu da onlar için yeni bir "sözde bilim" örneğinden başka bir şey olmadığı anlamına geliyor. Ayrıca tanıklıkları bildirmek yerine bu deneyimi yaşayanların psikolojik durumlarını incelemenin çok daha doğru olduğunu belirtiyorlar. Bununla birlikte yakınlarda gerçekleştirilen bilimsel bir çalışma, "ikinci" ya da "doppelgänger" olayının ilginç nörolojik yapısını ortaya çıkarmış oldu.

Eylül 2006’da Natura dergisi, İsviçre’nin Cenevre Üniversitesi Hastanesi’nden olan Dr. Shahar Arzy ve meslektaşlarının bir makalesini yayınladı. Ekip, insanın yalnızken sanki yanıbaşında biri duruyormuş gibi hissetmesine bir açıklama öneriyordu. Bilim insanları, deneylerini 22 yaşında, psikiyatrik sorunları bulunmayan, ancak epilepsiye karşı tedavi uygulanmak üzere beyin ölçümleri yapılan bir kadın üzerinde yaptılar.

Arzy ve arkadaşları, kadının beyninin belli bir noktasını elektriksel olarak uyardıklarında hastanın kendi duruş pozisyonunu ve hareketlerini yankı gibi tekrarlayan hayali bir kişiliğin ya da "gölge'nin varlığından söz ettiğini fark ettiler.

Doktorların bu durumdan çıkardıkları sonuç, beynin sol yarımküresindeki bir düzensizliğin "bizi izleyen bir ikizimiz varmış gibi" sarsıcı bir duyguya yol açtığı yönünde oldu.

Buna karşılık beyin tarafından yaratılan görüntü teorisinin açıklayamadığı bilokasyon olayları da mevcuttur. Örneğinin aynı bilokasyonun birden çok insan tarafından görüldüğü durumlar. Her ne olursa olsun Dr. Arzy’nin araştırması ile en azından belli türdeki bilokasyon olayları ile ilgili aktarımların beynin sol yarımküresindeki temporo-pariyetal kavşlak noktasından kaynakları kanıtlanmış durumdadır.[13]