10 Kasım 2018 Cumartesi

----3

Vücûdun mazhâr-ı sırr-ı ezeldir yâ Resulallah
Dilin mir’ât-i nûr-ı lemyezeldir yâ Resulallah
Seni Hakk nûr-i zâtından yarattı hubb-ı zâtıyla
Anın çün Zât-ı Pâkin bî-bedeldir yâ Resulallah

Bazıları vardır ki, o elest meclisinde görüp yüzünü bu âleme gelirler. O demdeki sözlerine vefâ eyleyip ikrâra, tasdik etmeye gelirler… Bazıları da vardır ki aynı ezel meclisinde gözleri saçında, cemâlinde takılı kalıp o güzelliğin aslını bu dâr-ı fenâ’da bulamadıklardan, seni hiç bilemeyip inkâra gelirler. Gözleri suretlere takılmıştır, o suretlerden hakikate nazar etmezler. Demek ki elest âleminde insanlara hem içindeki mazhârlarla birlikte kâinat gösterilmiş hem de kâinatın Hak yüzü olduğu öğretilmiştir. Zâten Sure-i Rahmân’ın başındaki âyetlerinden insana önce Kur’ân’ın öğretildiğini, daha sonra da insanın beden sahibi olarak yaratıldığını anlıyoruz.

O halde, kâinattaki her şeyin Allah’ın kısmi görünüşe geçişi, tecellisi olduğu insana elestte öğretilmiştir. Böylece daha o zaman insan, tevhit gerçeğinden haberli kılınmıştı. Bu haberi öğrenip benimseyenler, bu âlemde Hakk’ın yüzünü görerek, bilerek dünyaya gelmişlerdir. Böylece onlar elestte yaptıkları ahde vefa ederek imanlı olmuşlar, her mazharda Hakk’ın tecelli ettiğini bilmekten ötürü, aynı zamanda iyi ve âdil insan olma yoluna girmişlerdir. Ezelde gözleri (saraydaki padişahtan mâada altınına, süsüne takılıp) maddi nimetlerde kalmış olanlar ise sadece o mazharları görüp onlardaki iç varlığı (onlara can veren Hakk’ı) inkar yoluna sapmışlardır. İbn-i Arabi hazretlerine göre inkâr edenler aslında inkâr ederken ezelde gördükleri mutlak cemâli, Hak Teâlâ’yı aradılar. O gördüklerini bulamayınca kendilerine anlatılan ilâhı inkâr yolunu seçtiler.

Bir rivayette ise, Allah Teâlâ, kıyamet günü zâtında bulunduğu hal üzere kullarına tecellî eder. Fakat hiç kimse Allah Teâlâ’yı kabul etmez ve “Sen bizim Rabbimiz değilsin” diye kaçışırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, herkese herkesin zâtı hakkındaki tasavvuruna göre tecellî eder. Böylece herkes, kendi inancına göre gördüğü Allah Teâlâ’yı kabul eder. Ve O’nu ikrar ederler. Ancak Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmekten aciz kalmışlardır. Sadreddin Konevî kaddese’llâhü sırrah’ül azîz, bunu şöyle ifade etmiştir: “Hakk, kıyamet günü müminlere tecellî eder, onlar da Hakk ile kendileri arasındaki alâmeti görmedikleri sürece, Hakkı inkâr ederler ve ondan kaçınırlar. Söz konusu bu alâmet, Hakka dâir “O şöyledir, şöyle değildir” şeklindeki inançlarıdır. Hakk, onlar için suretlerde başkalaşır (tahavvül) ve her birisi, kendi alâmeti ile O’nu tanır.”

Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî
Ol aşk ile bu âlem-i devvâre gelirler
Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı
Mansûr gibi meydâna girip dâra gelirler
“Âbdâl-ı ilâhi” kaynağından aşk şerabını içen, Hakk deryasına dalmış kişi mânâsınadır. Onlar beden kılıflarına girmezden önce de Hak deryası içinde oldukları halde o deryayı görebilen kişilerdir. Bundan ötürü onlar o alemde de mânâ gözüyle (her taraftan kendilerini kuşatmış olan) Hak nurunu gördükleri için bu âlem-i devvâra(devreden, dönen bu âleme, kâinata) gelirken de bu aşkla doludurlar.

-----2

İnsanoğlunun en doğal, en içten sesidir şiir. Hakikate ve kendi özümüze yakın olabilmek için şiir. Ötekine hüznün, sevincin kuşlarını uçurmak için şiir. İnsan var oldukça, varlığını sürdürecek şiir. Hem şiirin yazanı yoktur; vardır yalnız okuyanı… Şâir de bir okurdur; kendi şiirinin okuyanı… Canımızı okuyan Hz. Niyâzî dilinden bir nutku şerif ile vakt-i şerifi nurlandırmak dileriz:

Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler
Ol ahde vefâ eyleyip ikrâra gelirler

Onlar ki ezel gözleri saçında kalıpdır
Bunda seni hiç bilmeyip inkâra gelirler

Çeşmin kadehin nûş eden abdâl-ı ilâhî
Ol aşk ile bu âlem-i devvâre gelirler

Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı
Mansûr gibi meydâna girip dâra gelirler

Şol dâneleri gör biter eşcâr olur evvel
Sırr ile içinden yine esmâre gelirler

Her tohmu neden aldın ise eksen anı bil
Her cinsi yine bittiği eşcâre gelirler

Hiç biri izinden çıkıp âhar yola gitmez
Her birisi bir yol ile bâzâra gelirler

Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Cümle seni ister, sana didâra gelirler

Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî
Hârın gezip evvel sonu gülzâra gelirler.
Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler
Ol ahde vefâ eyleyip ikrâra gelirler
Onlar ki ezel gözleri saçında kalıpdır
Bunda seni hiç bilmeyip inkâra gelirler

Hazretim, insanların elest âleminden beri kendi yollarını bizzat tercih ve tayin ettiklerini ifade etmektedir. Habibi Kibriya hazretlerinin, mazhâr-ı sırrı ezel olan vücud-u pâkini, sûret-i nûrâniyesinin yüzünü gören, “Elest” bezminin ahdine vefâ ederek ikrâr etti ve o kimse Allâh’ın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) hitâbını işitip buna karşılık, her anda “Belî” (evet) der.

Hz.Niyazi Mısr-ı -----1

Ey söze müşteri olan can,
Ölümsüz bir canın var, ne diye korkarsın ölümden, Hak nuruna sahipsin, nasıl sığacaksın mezara… Mezarın içinden cennete kapılar açmaya gücün kuvvetin var; beden mezarında da beş duyguyu var eden, öteki aleme kapılar açmış sana… Mezarda yılan yoktur, fakat yılan sepeti sendedir, çünkü sendeki bu kötü huylar var ya bir bir hepsi de düşmandır sana… Mezarını orada geçer akçeyle doldur, şehvet, hırs, haset bakırlarıyla değil… Sen şimdi güç yetirebilirsen pencereden bak, tövbe kapısını aç, evi düz, koş hadi, durma; bizim nöbetimiz geldi işte: Biz bir bölük âşıklarız; seni görmek hevesine düştük de uzun yollardan geldik. A tâ canının içinde yüzbinlerce cennet, hûri, köşk bulunan, ne olur hasta âşıklar topluluğuna hoşça bir bak. A sûfilerin sâkisi, ne küpten alınan, ne üzümden olan o şerâbı sun bize. O şerâbı sun ki coşkunluğunun kokusu ölülere bile can verir…

Meşhur meseldir “Kul kocayınca ana şahı ider hoş merhamet” Köle yaşlanınca, sahibi azad eder onu; bense kocaldım, yeni baştan kul ettin kendine beni. Kıyametin şiddetinden çocukların bile saçları ağarır da mezarlarından saçları bembeyaz oldukları halde kalkmazlar mı? Halbuki senin kıyametin ihtiyarların bile saçlarını karartır, gençleştirir onları.

Bir nefesinle mürde diller can bulur, kocamışlar taze olur… Bak ben de sustum işte, duaya koyulayım bari senin amin dediğin niyazlara…

Ey sevgili, önce, bizi adam et, aşka lâyık bir kişi haline getir! Sonra, bize aşk şerabından sun; kadehi durmadan döndür!.. Ey can; bizden, bizim hizmetimizden ne çıkar? Mademki binayı sen kurdun, onu yine kendin tamamla! Bizim selâmet evimizi melâmet evi yaptın; melâmet evimizi de selâmet evi yap! Bu aşk yolu, sonsuzdur, uzundur! Onu, sonsuz lûtfunla kısalt, iki adımlık yol yap! Bizi, nefs-i emmâreye esir ettin fakat, kötülüğü emreden nefsin de emîri sensin; sen, bizi emîr yap da, onu bize kul et! Herkese ait olan lûtuflarını has kullarına nasip ettin! Bugün de, has kullarına ihsan ettiğin lûtufları herkese, bütün kullarına lûtfet! Duayı bize tatlılaştır; dua, ağzımıza süt gibi, bal gibi tatlı gelsin! “Âmin!” diyene de lûtfet, onu herkesin iyiliğini ister bir hale getir!


8 Kasım 2018 Perşembe

---3

B E Ş İ N C İ   T U R

 

Beşinci turun da hâli şöyledir...

Evvelce belirtilen turların derecelerini birleştirip, öylece müşahede edersin. (Varlık O’dur dersin)... Bu makamın sahibine “İBN’ÜL VAKİT” yani “VAKTİN OĞLU” tabiri kullanılır.

 

Bu hâl de idrak edilirse altıncı tura devam edilir.

 

 

A L T I N C I   T U R

 

Altıncı turun halini idrak eden, her şeye “AYNA” olur!.. Ve bu makamda salik, KENDİNDEN gayri kimseyi göremez mevcudatta!.. Bütün eşyayı kendine bağlı olarak müşahede eder.

 

“Cübbemin içinde Allah’tan gayri yok!..”  

ve,

“İki âlemde de gayrim var mı ki!..” demeye başlar...

 

Her şey O’na ve O her şeye AYNA olur... Belki ayna ve aynadaki akis dahi kendidir!..

 

Bundan evvel “İBN’ÜL VAKİT” makamında idi ve 

“Allah’dan gayrı mevcut yoktur!..” diyordu... 

 

Bu makamda kemale eriştiğinde ise şöyle der:

“Mevcudat yoktur, ancak ben varım!..”

 

Ve bu makama “EBU’L VAKT” yani “VAKTİN BABASI” denir. 

 

Şayet bunları da idrak edersen, yedinci tura doğru yola devam edersin.

 

 

Y E D İ N C İ   T U R

 

Yedinci turda salik, külli bir fena ile kendini kaybedip, halis tam yokluğa erer... Bundan sonra bekâ içinde bekâ hâsıl olur, ne hâl ve ne de makâm ile sıfatlanır... Müşahede ve marifet tamamıyla kaybolur. Bu halin tarifi ve izahı olmaz. Zira, burası tam bir yokluk makamıdır!.. 

Makam dememiz dahi sadece izah gayesiyledir... Yoksa bu mertebe sahibi için ne makâm olur, ne nişan!.. 

Ancak ehl-i zevk olanlar, zevk ile bu hali yaşarlar, anlarlar.

 

Arif bu makama vâsıl olduktan sonra ki burası “makâm-ı cem”dir.

“Cem”den farka gelirse Hakkanî bir vücud ve onu süsleyen yeni bir elbise verirler... Böylece de hakikatine arif olur... 

Bu da, hadîs-i şerifteki “rabbını bilir” hükmünün sırrını anlamaktır. İşte böylece Hak’ka arif olunur; ve mecazi bir itikadla kendini kayıd altına almaz...

 

Beyt:

Ölmeyince bulamadım yolu Hakk’a,

O’ndan oldum Hay ve yaşadım bekâ.

Kendimi kendim yitirdim, yine bulam kendimi,

Hep olursun, hiç edince kendi benliğini!..

 

Bundan sonra arif bildi ki, bütün afak ve enfüste tecelli eden bir ZAT ve bir hakikattir... Başkası yoktur!. Cümle varlık bir varlık, bir can, bir tendir!.. Hakikat birdir, parçalanmış ve bölünmüş değildir. Görünen her şey, zuhur yeri ve aletidir...  Her zuhur yerinde tümüyle zahir olur...  Bir zerrede dahi tüm esma ve sıfatıyla mevcuddur...

 

Herkese itikadına ve zannına göre, her mertebede, her mahal ve makamda ayrı bir yüz gösterir!..

 

Zahirde de, Batında da tasavvur olunan, her akılda makul, her gönülde mana, her kulakta işiten, her gözde gören O’dur!.. Bir yüzden tecellî eder, bir yüzden bakar...  Aşık ve maşuk, talib ve matlub, itikad eden ve edilenin hep tek şey olduğunu anlayıp, vahdete erince, artık arif tek bir itikad ile kendini kayıdlamaz!..

 

Böylece de, baştaki “arifin tarifi” anlaşılmış olur.

 

---2

B İ R İ N C İ   T U R

 

Bir kimse kendi cisminde, bedeninde tasarrufu olan cüz’i ruhunun varlığını idrak edip anlarsa, birinci tura dahil olur, ki buna Nefs-i natıka yani konuşan nefis derler.

 

Vahdet, ehli katında; nefs, kalb, ruh, akl, sırr; hepsi tekdir, ancak sıfatı değiştikçe birer itibarî suret ve isim alır, derler.

 

Nefs-i natıka, cisim ve cisme mensup arazdan değildir. Cesedin dahilinde ve haricinde tasarruf eder. Mekânsız ve nişansızdır. Vücudun belirli bir yerinde yerleşmiş olmayıp, her nereye parmak bassan tümü orada mevcuttur. 

 

Parçalanma ve bölünmesi dahi mümkün olmayıp, şahsın elinde tutan, gözünde gören, dilinde söyleyen, kulağında işiten ve ayağında yürüyen velhâsıl bütün organlarında tasarruf eyleyen odur. Bedenin bütün parçalarının her bir cüzünde zatıyla ve tümüyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış bir halde ve de herşeyden ötedir. Eğer, bedenin parmağı, eli, ayağı kesilse, ona hiç bir eksiklik veya son bulma ulaşmaz. Hatta bütün bedene son gelse, ona fena ve zeval gelmez. O yine eskiden olduğu gibi merkezinde daim ve kaimdir. 

 

Ayrıca buna daha pek çok misaller verilebilir. Kişi kendi nefsinin ne olduğunu böylece bilip anlayınca ikinci tura doğru yola çıkar...

 

 

İ K İ N C İ  T U R

 

Birinci turu idrak ettikten sonra ikinci tura doğru yönelen kişi ufuklara, yani zahirî âlemin derinliklerine bakar... Âfakta olan nefs-i külliye nazar eder ki ona; akıl, izafî olan külli ruh dahi derler: Halifetullahtır!.. O cisim ve cisme mensup değildir... Semâların ve yerlerin içinde de, dışında da değildir. Bütün mevcudatı kuşatır, onlarda tedbir ve tasarruf eder... 

 

O’na nisbetle; alâ illîyin ile esfel safilîn yani yüksekliklerin en yükseği ile en alt, ya da diğer bir ifade ile en latif ile en kesîf birdir... Her mertebede zatı ile tümüyle mevcuddur. Parçalanma ve bölünme kabul etmez. Bütün gökler ve yerler tümüyle yok olsalar, bu yokoluş ona hiç bir eksiklik, bölünme vermez...

 

Mesela güneş buna misal olabilir... Âlemde ne kadar evler, saraylar yapılsa, hepsine güneşin aydınlığı vurur; ancak, her eve penceresi kadar yansıma yapar... Ayrıca, bütün evler ve saraylar harap olsa ve yıkılsa, güneşe bir zarar ve son gelmeyeceği gibi; Hak Teala’da ne kadar insan ve hayvan halketse, Ruh cümlesine hayat verip, tedbir ve tasarruf eder. Ve ne kadar ruh sahibi ölürse ölsün, Ruh-u izafî aslı üzere olduğu gibi daim ve bakî olup, merkezinde sabittir.

 

Eğer bu hali de idrak edersen, ikinci turun hakikatini idrak etmiş olursun.

 

 

Ü Ç Ü N C Ü   T U R

 

Üçüncü tura yükseldiğinde, cüz’î ruhunu, külli ruhda fani ve yok görüb; külli izafi ruh ile kendini zinde bulursun... Yani, ruhunun, ruhi külli; aklının, aklı külliye mensup olduğunu hakkal yakin müşahade edip anlarsın... Bu üçüncü tur, üçüncü aşamadır. Buradan da ilerlersen, dördüncü tura geçersin...

 

 

D Ö R D Ü N C Ü   T U R

 

Bu turdaki ilerleme halinde, kendi ruhunu, ruh-u izafîde fani gördükten sonra; ruh-u izafîyi dahi Hakkın Zatında  mahvolmuş,   yok olmuş   müşahede   ederek, parçalanmaktan ve bütünlenmekten kurtulursun!..

 

Böylece, bütün fiilleri, Hakkın fiilinde; bütün esma ve sıfatı, Hakkın esma ve sıfatında, bütün zatları da Hakkın Zatında yokolmuş görüp; ilmelyakîn ve hakkalyakîn müşahade haline geçersin...

“La mevcuda illa hu!..”

“Mevcudat yoktur ancak O vardır!..”

ve;

“Leyse fiy cübbetül vücude sivahu!..”

“Tek vücud cübbesi içinde ondan gayri yoktur!..” gibi sözlerin manalarına zevk ve hâl ile vakıf olursun.

 

Hazreti Kur’anı Kerimde;

Mümin Suresi (40. sure) 16. ayette

 

Limenil mülkü’l yevme lillahil vahidil kahhar!

“Anda mülk kimindir?.. Vahid ve Kahhar Allah’ındır!..

 

hitabının manası çözülür... Bu mana ve ifadeye vakıf olarak, zahirde Hak’dan gayri mevcud olmadığına arif olursun...

 

Misalen anlatılan dört turdan; 1. turda enfüs (iç) âlemi: 2. turda afak (dış) âlemi; 3. turda enfüs ve afakın bir şey olduğunu; nihayet 4. turda da cümlesinin Hakkın Zatında mahvolmuş olduğunu anlattık... 

Bunları da idrak ettiysen beşinci tura doğru yoluna devam edersin.

Hz.İbn-i Arabi Sırrın sırrı..----1

Gerektiğinde, lüzumu görüldüğünde bazı faydalı ilaveler de yapıldı. Hakikatte, bu hakir ve elde yazan kâlemin, atıcı ile elindeki yay misali olduğuna şüphe edilmeye!.. 

Mesela, bir kadeh içki ile kendinden geçen kimse, sarhoşluk halinde bazı şeyler konuşsa, o kelam kendi fiiliyle değil, içkinin fiiliyledir, içki söyletti, derler...
Üzerinde baygınlık alameti olan kimse bazı sözler söylese, cin söyletti, derler; ve sözünü mazur görürler.

Evliya, Hakk’ın kudret eli ve kudret dilidir. Nitekim hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“İza ahbibtü abden küntü lehü yed’en ve lisanen”
“Kulumu sevdiğimde onun eli ve dili olurum.”

Durum bu hadîste belirtildiği gibi olunca, bu hakirin lisanında söyleyen O olursa, acaib mi olur?..

Yine  Kur’anı Keriym  Enfal Suresi 8. sure 17. ayette;

“Ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema”
“Attığın zaman sen atmadın, Allah attı!..” Hükmü bu manaya şahittir ve tasdik eder.

Ve gene işaretleriyle bu risaleye “LÜBB-ÜL LÜB” ve “SIRR-ÜS SIR” yani “ÖZÜN ÖZÜ” ve “SIRRIN SIRRI” adı verildi.

Bu arada hata ve eksikliklerinim af ve hoşgörüyle karşılanacağım umarım. Zira insan unutma mahalli değil midir?

“Vema tevfiyke illa billahi, aleyhi tevekkültü ve ileyhi ünib”

“Muvaffakiyet Allah'ladır, O’na dayanır ve O’na güvenirim.”

  
ÖZÜN ÖZÜ VE SIRRIN SIRRI

Hazreti Şeyhin “Fütühat-ı Mekkîyye”sinde açıklamayı  arzu  ettiği meselelerden biri de “ARİF”hakkındadır.

“Feiza kanel arifu arifen hakikaten felem yetekayyed bimutekadin...”
“Bir irfan sahibi hakikaten arif olduğu zaman, bir itikad ile kayıdlanmaz...”

Bir irfan ehli, kendi hakikatine arif olsa, bir itikada uyup, diğerlerine uymamazlık etmez. Yani Arif-i Billah, itikadında heyula gibi olup, heyula ise, her ne suret olursa olsun kabul edip, cümlesine mahal ve mekan olur. Ve haddizatında kendinde ne bir başkalaşma ne de bir değişme vaki olmaz.

Ve hangi surete bürünürse burunsun, yine zatında kendi aslı üzerinedir. Arif-i billah her türlü itikadı kabul edip, herhangi bir itikadla mukayyed olmayıp, ilahi bilgideki yeri üzere olan itikadında. daim ve sabittir.
Bununla beraber, cümle itikadları da câmi ve havi olup, cümlesinin aslına vakıf olarak, bütün itikadları kapsamına alır. Özünü bildiği şey, dıştan hangi surete bürünse. gaflet etmeyip ve bir suret ile de kayıtlanmayıp, her yüzde müşahede edici olur.

Beyit:
Tecelliyatı hüda iledir iki cihan,
Cemal-i hakka nazar eyle, dilediğin yandan.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

 

“Ehl-i cennet, cennete dahil olduğunda. Hak Subhanehu ve Teâlâ Cemâl ile Kemâlinden kibriya perdesini kaldırıp: 

 

 “Ene Rabbükümül ala”

“Yıllardır görmeyi arzuladığınız âlâ. Rabbınız benim,” diye zuhur eder... 

Onlar Rabbın bu tecellisini inkâr edip;
“Hayır, Asla!..” diyerek feryad u figan ederler.

Bu tecelli değişik şekillerde üç defa daha tekrar eder.
Ve onlar da tekrar tekrar inkâr ederler.

Sonra Hak onlara, “Rabbınızla sizin aranızda bir işaretiniz var mı?..” diye hitab eder... 
Onlar da “evet” derler.

Ondan sonra herkese, kendi zannı ve itikadı üzere olan tecelli ile tecelli eder. Onlar da bu defa kabul ederler.»

Nitekim şerefli hadîste:

“İnneküm seteravne rabbüküm kema teravnel kamere leyletel bedri,” buyrulur...
“Ayın ondördüncü gecesi kameri nasıl görürseniz, Rabbinizi de öyle aşikâr göreceksiniz!..”


Amma “Arif’ olanlar ilk emirde, gördükleri gibi hemen kabul ederler. Zira bunlar, cümle itikadı câmi olup, bir itikadla kayıtlı değillerdir.

Beyit:
Bugün her kim görürse yârin,
Gören onlardır yarın.
Ne bilsin orda bildârın,
Onlar burada a’malardan.

Nitekim Hazreti Kur’anda buyrulur:
İsra Suresi (17. sure) 72. ayette;  

“Ve men kane fiy hazihî a’mâ fehüve fiyl ahireti a’mâ
“Kim burada a’ma olup rabbini göremezse, ahirette de a'madır!”

Ve bu sebebten ahirette de Hakkı görmek ona nasip olmaz. Hak Teala’dan ricamız şu ki, kullarını taklidden ve mecazî itikatla kayıtlanmaktan esirgesin. Amin. 

Eğer suâl edilirse ki:
Arifin, kendi hakikatine arif olması ne şekilde hasıl olur?..

Cevab:
Kendisinin hakikatına vasıl olmuş, “Arif-i Billah” olan bir Zata canı gönülden tabi olup, O’nun ahlakiyle ahlaklanmakla olur. 

Hazreti Kur’anı Kerimde;
Maide Suresi (5. sure) 35. ayette:

“Vebtegu ileyhil vesiylete” buyurulur.
- Beni bulmak isterseniz, beni bulmuş kullarım vardır, onları izleyiniz!.. Onlar size vesile olup, bana ulaştırırlar; manasına gelir bu ayet...

Onlara hizmet etmekle, kişi kendini bulup, nerden gelip, nereye gideceğini ve ne için gelip, halen ne makamda olduğunu anlar...

Bu âleme gelmekten murad ve maksad şudur:
“Küntü kenzen mahfiyyen, feahbebtü en u’rafe  fehalektül halka liu’rafa bihi...”

Şeklindeki Kudsî Hadîste belirtildiği üzere;
 “Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi arzu ettim ve bu halkı halkettim.”

Ancak, ey aşık, Hakkı bilmen yalnız, kendi nefsine arif olmakla mümkün olur. 
Nitekim hadîs-i şerifte:

“Men a’refe nefsehu fekad a’refe rabbehu..”.
“Kim nefsine arif olursa, o rabbine arif olur!” buyurulur.

Aksi dahi böyledir. Yani, nefsini bilmeyen Rabbini bilmez. Ehline mâlumdur.

Bu hadîs-i şerif hakkında, havas ve avam anlayış derecelerine göre çeşitli manalar vermişlerdir, İnşaallahu Teala havas katında olan bir mana burada beyan olunacak...

Bu makamda yedi tur müşahade edilmiştir.

7 Kasım 2018 Çarşamba

Sadece bak..

Dur ve bir an bulut ol ve dünyaya düşünce tohumlarını at ve yağmur yağar gibi düşün.Kuraklık nerde varsa oraya yağmur ol, emin olun yağmur yağacak.Ama burda dikkat edilmesi gereken şey insanların tekamüllerine karışılmaması.
Veya yaşanılması mümkün olmayan yerleri düşünün insan eliyle harap edilmiş.Orda ne eksikse sizlerde oraya eksik olanı götürün.Bu tür çalışmalar önce zor olabilir ama evren daha yaşanılası bir cennet haline gelecek.
Ben mi bana benim aracılığımla yaptırılıyor.(hiç bir düşünce ve eylem benim değildir.Ben aracıyım)
Hadi şimdiden başlayın.😊😊

5 Kasım 2018 Pazartesi

Goethe..

Bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye yöneliktir,işleme tarzına degil. 


Her eylemde bir ders vardır..

Fonksiyon düşünce daima bir güçlügü yenmekten ibarettir.Yargıda bulunmak çift anlamıyla güzel bir sözdür: İki kere iki dört eder, deriz;bu bir yargıdır; başkasını kıskanan kişiyi küçümseyebiliriz deriz; buda bir yargıdır. Dilde bütün açıklıgı ile beliren o derin halk bilgeligi bizi burada parlak bir düşünceye dogru götürür; o da şu: yargıda bulunmak, daima bir karara varmak, yasa çıkarmak, insanca düzene göre güçleri kullanmak, bizim konumuzda da çizmeleri yalaması gereken hayvanı egitmektir.

Avcının sertliginde büyük bir ders vardır. Avcının köpegini sevdigini herkes bilir; ama onun bu sevgisi egemenliginden azıcık olsun feda etmesine müsade etmez; egemendir. "çok seven çok eziyet eder." Görüyorsunuz ya, köpekle insan arasındabir samimilik vardır; hatta insan, gözle göremedigi keklige dogru koşan bu içgüdünün anlayış kabiliyetini bile benimser; bundan ötürüde her avcı köpeginin maheretlerini bir bir saymaktan hoşlanır. Ama gelin bunu, sevgili köpegine durmadan nutuk çeken küçük bayanla bir karşılaştırın; o da köpek gibi dört ayak olur, köpegine köpekçe bir sevgi gösterir. Avcı kendinden emin bir davranışla ayakta durur, buyurur, vurur; kuyruk sallamaların, yılışmaların, yaltaklanmalarının, şu yada bu vesile ile gösterilen baglılık ve kahramanlıkların hiçbir önemi yoktur; hiçbiri ergeç tekmenin savrulmasına engel olamaz; iyi niyet, pişmanlık, umutsuzluk, üzüntü tutkuların dili, duygu hazineleri, yargıç tarafından soguk kanlılıkla boyunduruk altına alınır, yola getirilir, yok edilir.Yargıç ta avcıdan başkası degildir.

Şimdi bir de istirhat etmekte olan avcının özel izni ile bacakları arasına girip oturmuş olan köpegi seyredin. Böyle sert bir efendisi oldugu için bilseniz ne kadar magrurdur! Amacına ve aradıgı yere tam manası ile ulaşmış sayılır. Şu uysal köpek, gördügü itibarı, çorbayı, dişi köpegi arzuladıgı şekilde arzulamaz; bunula beraber köpeklik rolunü sever; kendisni bir vasıta olarak kullanan o egitimci ve yönetici gücü sever. Köpegin insana olan bu yakınlıgı, tutkulaırın daha üst düzene olan baglarını, sırf bu zorlamadan ötürüde tabii hallerinden çok daha iyi bir şekilde tatmin edildiklerini gösterir.
Tabii düşüncelerin tümü de köpegi andırır. Bu düşünceleri öyle bir sevme tarzı vardır ki bütün düşünceyi en aşagıya dogru sürükler. Dekadan bir şairi örnek alalım; karşısına ne çıkarsa hepsini benimser: etki, hayal, kalime ;gelişmekte olan sevgili benine bakar, ama onu gerektigi kadar sevmez. Daha dogrusu çok az sever. Kafada beliren her düşünceyi egitmek yola getirmek gerekir. Gecenin karanlıgında bir yolun kıvrımında şöyle böyle gördügüm korkunun kolaylıkla yorumladıgı bir şekli, ben agaç olarak düşünür ve geçerim. Şu öfkeyi inkar ederim, şu istegi tekmeliyerek sustururum. Bir kapının aralıgından köpek gibi uluyan melodiyi duymam bile; şu umutsuzluga yat ve uyu derim. İnsan uyanışının temeli olan hergün kü iş. Deli ise aksine ,kendini, düşünceye duyguya, hayale koyuveren kişidir. Hayal peşinde koşanların hepsi üzgündür. En salt anlamda din de önsezi, bıkkınlık, belirsiz umutlar gibi kendini düşünce oyunlarına koyuvermekten başka bir şey degildir. Dikkat etmek suretiyle düşüncenin, bütün bunların inkarı demek oldugunu yeteri kadar düşünemiyoruz; korkuya ve umuda karşı daima irade ile karşı koymak. Akıllı uslu köylü, tutup devedikenlerinin üstünde inlemez, onları keser.


Zihinsel gücü geliştirmek..

Güneşin gezegenleri selamlamaya durduğu, Seni dünyaya ödünç veren gündeki gibi, Varsın ve durmaksızın büyüdün o günden beri, Dünyaya adım atarken uyduğun yasa gereği. Böyle olmalısın, kaçamazsın kendinden, Bunu söyledi kahin kadınlar, peygamberler bunu söyledi; Ne zaman parçalayabilir, ne de herhangi bir güç, Yaşayarak kendini geliştiren, belirlenmiş biçimi.                                                   Goethe  


Bu bakımdan, bizim elimizde olan tek şey, verilmiş olan kişiliği olabildiğince yararlı bir biçimde kullanmamız, yani sadece ona uygun çabalara girişmemiz ve o kişiliğe tam uygun bir eğitim türünü almaya çalışmamızdır; ayrıca başka türlerden kaçınmamız, demek ki bu kişiliğe uygun konumu, uğraşıyı ve yaşam biçimini seçmemizdir. Olağanüstü kas gücüyle donanmış, Herkül gibi bir insan, dış koşullar yüzünden oturarak yapması gereken bir işle, küçük zavallı bir zanaatla uğraşmak ya da kendisine çok yabancı başka türlü güçler gerektiren çalışmalar ve zihinsel işler yapmak zorunda kalırsa, bunun sonucunda kendisinde kusursuz olan kuvvetleri kullanamazsa, ömür boyu mutsuz hissedecektir kendini; ama zihinsel güçleri çok ağır basan ve bu güçleri gerektirmeyen çok kötü bir işi ya da fiziksel gücünün yetmediği bedensel bir işi yapmak uğruna, zihinsel güçlerini geliştiremeden, kullanamadan olduğu gibi bırakmak zorunda kalan biri daha da mutsuz olacaktır. Ancak burada, özellikle gençlikte, insanın kendisine, sahip olmadığı ölçüde güç biçmemesi için, tahmin tuzağından kaçınılmalıdır. 


4 Kasım 2018 Pazar

Tanrının varlığına ermek.

Nefs (benlik)-disiplininin uygulanabileceği dört ana yol vardır. Biri fiziksel yoldur, aynı pozisyonda kalma, belli bir süre aynı şekilde oturma uygulamasıdır… mistikler yıllar ve yıllar boyunca çeşitli duruşları çalıştılar; ve belli nefes egzersizleri yaparken oturma şekillerini keşfettiler…Bu duruşlar insanın yön bilgisini öğrenmesini kolaylaştırır…Yeme ve içmeyle bağlantılı olan başka bir benlik-disiplini de vardır; kişi belli şeylerden kaçınır…ve bunlarsız, özellikle onsuz yaşayamayacağını düşündüğü şeyler olmadan yaşayabilme uygulaması yapar. Bu bazı üstadların meyve ve sebze diyetiyle yaşamalarının, psikolojik ve fiziksel nedenleri dışındaki nedenlerden biridir… Oruç tutma bedenin yoğunluğunu azaltmanın yollarından da biridir…Fakat aslını ararsanız, oruç tutmayı salık verecek son insan benim. Ben hemen hiç oruç tutmam; ben sadece eğer kendilerini oruç tutacaklarsa öğrencilerime bazı öğütler veririm.

Günümüzde HathaYoga duruşları ve nefes egzersizleri Batıda oldukça iyi biliniyor. Yarım yüzyıl önce “Doğudaki ustalarınız neden akrobatik hareketler yapıyorlar?” gibi sorulara yanıt vermek zorunda kalıyordu ve bunun bir eğlence değil, fakat bedenin duyarlılığını arttırmanın bir yolu olduğunu açıklıyordu. Bugün pek çok Batılı sağlık için yoga yapıyor ve elbette bu bir anlam da ifade ediyor, fakat esas amaç bedeni ruhsal erişim için sağlam bir alet haline getirmektir.

Sınırlı egoyu terk etmenin ve dar dünyevi bir bilinci kırıp çıkmanın pek çok yöntemi vardır. Nefs-disiplini, konsantrasyon için yeterince güçlenmenin bir vasıtasıdır. Başka bir yol Tanrı’nın 99 isminin konsantre olarak meditasyonda tekrarlamadır. Bu egzersizlerden bazıları belli nitelikler geliştirmek için kullanılır; fakat esas hedef ego-farkındalığını yenmektir.

Kendimi unutmama izin ver, Rabbim, ki Senin Varlığının bilincine varabileyim.

Bilinç ve biz..

Bizler hepimiz bilincinde olduklarımızızdır. Hapisteki biri hapisin bilincindedir…Sadece bilincinde olduklarımıza sahibizdir. Bu nedenle büyüklüğümüz ya da küçüklüğümüz bilincimize bağlıdır. Aydınlanmış bir insan bile olmak sadece bilincin bir farkındalığıdır.

Ruhsal erişim ruhu canlandırır ve bilinçlendirir. Bir insan ruhunun varoluş boyutunu değil de sadece maddi varlığının bilincindeyse ahmaktır; ruhtan çok uzaklaşmıştır.

İnsan içinde yanlış bir düşünce geliştirir ve bu yanlış düşünce kendisi diye adlandırdığı bir şeyle özdeşleşir. “Ben bir profesörüm, bir avukatım, bir doktorum” ya da “ben bir kralım, bir lordum v.s” der. Fakat ne iddia ederse etsin, o değildir. İddiası mütevazi veya azametli olabilir, fakat gerçekte o değildir.

Ruhsal bilgi bir şey öğrenmekte değil, bir şeyi keşfetmekte yatar; sahte bilincin prangalarını kırmakta ve ruhun kendisini ışık ve güçle açmasında yatar…ruhsal demek ruh-bilinci demektir. Kişi bedeninin bilincinde (sadece bilincinde) olduğu zaman ruhsal olamaz. Bu krallığını bilmeyen bir krala benzer… Bu pek çok sembolik hikayede anlatılır.

Yüreğimi genişlet, Rabbim, gökyüzü kadar, öyle ki tüm evren ruhumda yansısın.