17 Mart 2018 Cumartesi

Hadi bu hafta psişik yeteneklerinizi ölçen geliştiren bir şey paylaşayım.Ben yapıyorum ve bunu yapanları da biliyorum.Denizde bana gelen dalgaları veya buna benzer vs.şeyleri sakinleştiriyorum.Önemli olan suyla bir olmak sakin ama güçlü.Bu çalışmada kolay gelsin derim.Arasıra buna benzer çalışmaları paylaşacağım..

Suya hükmetmek..



Sıvı durumdaki bir maddenin moleküllerine nüfuz etme yeteneğidir. Pyrokinezinin aksine burada su oluşturmaktan bahsedemeyiz. Var olan su kütlesinin biçimini değiştirmek yani manipüle etmek esas amaçtır. Başlangıç itibariyle geliştirme teknikleri telekineziye benzeyebilir. örnek verecek olursak, bir su kütlesinin ortasındaki mantar tıpayı hareket ettirmek. Fakat dikkat edin, mantara odaklanmak değil, suya etki ederek mantarı oynatmak. Tıpkı girdaba yakalanan bir geminin sürekli dönmesi gibi.



burada "Bu zaten suya telekinezi uygulamak değil midir?" diyebilirsiniz. Evet aslında olabilir. fakat suyla gerçek bir bağlantı kurmalısınız, sadece maddeye yönelik bir fizik değil elementin kendisiyle bir olmalısınız. Eğer gerçek yeteneğiniz suysa zaten egzersiz sıklığınıza göre, kısa bir sürede ilerleme kaydedebileceksiniz. Su hariç bir şey düşünmeden meditasyon yapın, yoğunlaşın. bütünüyle suyla kaplandığınızı, gerektiğinde suyun derinliklerinize daldığınızı hissedin. Su olun.


Egzersizler İçin



İçi su dolu orta ya da büyük boy camdan bir kase alın. Camdan, çünkü suyun tamamını görebilirsiniz. Mantar tıpa gibi su üstünde kolayca yüzebilen bir nesneyi üzerine yerleştirin. (Telekinezi alıştırmalarında önerilen 2 ucuna kibrit çöpü batırılmış iğne gibi)


Şimdi sıra geldi işin en çok pratik ve imajinasyon isteyen bölümüne: Kasenizin karşısında gözlerinizi kapayın. Suyun enerjisini, serinliğini, titreşimlerini hissedin. Onun enerjisiyle kendinizinkini birleştirin. Zihninizde, suyla kurduğunuz enerji bağını hayal edin. Suyun sesini zihninizde duyun, zarafetini hissedin. Bu düşüncelerinizi zihninize kopyalayın ve suyla bir olun. Kendinizi hazır hissettiğiniz zaman gözleriniz açın. Fakat suyla kurduğunuz bağlantıyı kaybetmeyin. O senin bir parçan ve sen de onun. Enerjiyi, zihninizde tutun. Su hareketlenecektir... Ve şimdi, Sudan bir parçasın.. Ona istediğin emri verebilirsin. Kasenin içinde bir girdap oluşturduğunu hayal et. Gittikçe büyüyor ve sürekli hız kazanıyor. İşte o sensin... Bunu yapmayı başardığını hissettiğin ana kadar yapmaya devam et... Sabırlı ol, ilk bir kaç denemede olmuyorsa, ki olmaması olasıdır, daha çok egzersiz yap. Ve sonra zihnini dinlendir.



İçine bak.

Düşünce evreninde varlık, baktığı ve gördüğü oranında
tanır ve gelişir. Gördüğü kendi dünyasıdır. Her yaratılmış,
baktığı perspektif doğrultusunda, haramdan görmektedir.
Dışa baktığında dışı, içe baktığında ise içi görür. Kavrayış
tamamen kendinden açılma ile gerçekleşebilir. Düşünce evreninde,
kavrayış ile evreni, alemi, ilahi olanı algılaması tamamen
ilahi bir yolculuktur

Felekler ve kainat.

içiçe geçmiş olarak dünyayı çevrelediği varsayılan sanal çemberlerdir ki, yedi tanesi dünyanın kendi göğünden başlayarak yedi gezegenin feleğidir. sırayla gidilirse:
1. felekte ay, yani kamer; 
2. felekte utarit, yani merkür; 
3. felekte zühre, yani nahid/venüs/çobanyıldızı; 
4. felekte şems, yani güneş; 
5. felekte mirrih, yani merih/mars/behram; 
6. felekte müşteri, yani jüpiter/hürmüz/bircis/erendiz, sakıt; 
7. felekte zühal, yani satürn/keyvan 
şeklinde dizilmişlerdir. 
sekizinci felek sabit yıldızlar ve burçlar feleğidir. 
dokuzuncu felek ise hepsini çepeçevre sarıp kuşatan, en büyük en yüksek felek olduğundan kendine yakışır bir ad ile, felek i atlas olarak bilinir. diğer adları felek ül eflak ve felek i azam dır.8. feleğe kürsi, 9.feleğe de arş da denir.

16 Mart 2018 Cuma

Kuşlar ve kuş dili -2

Benzer şekilde yine şamanlarda kuğu, avlanması yasak sayılan kutsal hayvanlardan biridir.

Genel ortak inançlar içerisinde Turna kuşu önemli yer tutar. Uzak doğu kültürlerinin yanında, Anadolu Alevilerinde de benzer şekilde kutsal hayvanlardan biridir. Halk edebiyatında Turna kuşunun sesini Hz. Ali’nin sesine benzetirler. Savaş meydanlarında gösterdiği üstün başarılar Hz. Ali cenkleri olarak dilden dile dolaşmış ve anlatılarda, savaş meydanlarında attığı naralar abartılı bir dille anlatılagelmiştir. Bu sebeple Hz. Ali’nin naraları turna avazına benzetilir.

“Hazret-i Şah’ın avazı,
Turna derler bir kuştadır.
Asası nil deryasında,
Hırkası bir derviştedir.”
Pir Sultan Abdal

Turnalar semahı ve Hubyar semahı da figürlerini Turnalardan almıştır.

İran edebiyatının önemli anlatıları arasında yer alan Simurg efsanesi, kuşların mitolojik kralıdır. Farklı kültürlerde benzer özelliklerle fakat değişik isimlerle anılmaktadır. Feridüddin Attar’ın da Simurg’u konu aldığı Mantıku’t Tayr isimli kitabı, farklı türden kuşların Simurg’la görüşmek için yaptığı uzun yolculuğu konu almaktadır:

Bir gün kuşlar Simurg’u görmek niyetiyle yola çıkmak isterler. Kuşlar, bu yolculuk için hazırlanacaktır. Kaf dağında yaşayan Simurg’a ulaşmak için yola çıkarlar lakin geçtikleri yedi vadiden sonra sayıları otuza düşmüştür. Kaf dağına otuz kuşla ulaşan grup, Simurg yerine bir ayna ile karşılaşırlar. Aynada görünen otuz kuştur, yani Simurg.

Yedi vadiyi aşan kuşlar, yedi nefsi aşmayı temsil ederler. Yedi nefs mertesini aşan kişi, kaf dağına ulaşmış olur ki bu mitolojik dağ, insanın gönlünü temsil eder. Nefs mertebelerini aşıp gönlüne ulaşan kişi, gönül aynasında kendisini görecek ve hakikatin kendisinde saklı olduğunu anlayacaktır.

Fil suresinde bahsedilen Ebabil kuşları da önemli dini motiflerden biridir. Ebabil kuşu ile ilgili çeşitli rivayetler olmakla beraber nasıl bir kuş olduğu bilinmemektedir.

“1- Elem tera keyfe feale rabbuke bi ashâbil fîl(fîli).
(Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine!)
2- E lem yec’al keydehum fî tadlîl(tadlîlin).
(Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?)
3- Ve ersele aleyhim tayran ebâbîl(ebâbîle).
(Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı.)
4- Termîhim bi hicâratin min siccîl(siccîlin).
(Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı.)
5- Fe cealehum ke’asfin me’kûl(me’kûlin).
(Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.)” (3)
Bir gün kuşlar Simurg’u görmek niyetiyle yola çıkmak isterler. Kuşlar, bu yolculuk için hazırlanacaktır. Kaf dağında yaşayan Simurg’a ulaşmak için yola çıkarlar lakin geçtikleri yedi vadiden sonra sayıları otuza düşmüştür. Kaf dağına otuz kuşla ulaşan grup, Simurg yerine bir ayna ile karşılaşırlar. Aynada görünen otuz kuştur, yani Simurg.

Yedi vadiyi aşan kuşlar, yedi nefsi aşmayı temsil ederler. Yedi nefs mertesini aşan kişi, kaf dağına ulaşmış olur ki bu mitolojik dağ, insanın gönlünü temsil eder. Nefs mertebelerini aşıp gönlüne ulaşan kişi, gönül aynasında kendisini görecek ve hakikatin kendisinde saklı olduğunu anlayacaktır.

Fil suresinde bahsedilen Ebabil kuşları da önemli dini motiflerden biridir. Ebabil kuşu ile ilgili çeşitli rivayetler olmakla beraber nasıl bir kuş olduğu bilinmemektedir.

“1- Elem tera keyfe feale rabbuke bi ashâbil fîl(fîli).
(Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine!)
2- E lem yec’al keydehum fî tadlîl(tadlîlin).
(Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?)
3- Ve ersele aleyhim tayran ebâbîl(ebâbîle).
(Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı.)
4- Termîhim bi hicâratin min siccîl(siccîlin).
(Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı.)
5- Fe cealehum ke’asfin me’kûl(me’kûlin).
(Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.)” (3)

Surede çok detaylı anlatılmamakla beraber kaynaklara göre Hz. Muhammed’in doğumundan çok önce dedesi Abdulmuttalip’in gençliğinde Mekke,  Aksum devletinin Yemen valisi Ebrehe tarafından kuşatılır. Şehrin dışında yer alan, Abdulmuttalib’e ait, deve sürüsüne el koyar. Bu durumu öğrenen Abdulmuttalip, Ebrehe’nin yanına giderek sürüsünü ister. Ebrehe bu duruma şaşırıp, “Ben senin şehrini kuşattım ama sen sürünü mü istiyorsun” der. Bunun üzerine Abdulmuttalip, “Sürünün sahibi benim ve onları korumakla yükümlüyüm, Mekke ise Allah’a aittir ve onu koruyacak olan da O’dur” der. Ebrehe bu cevaba karşılık, sürüsünü verip Abdulmuttalip’i gönderir. Ebrehe’nin ordusu ertesi gün Mekke’ye doğru hareket etmeye başladığında, bir anda gökyüzünü kaplayan bir kuş sürüsü belirir. Bu kuşlar ebabil kuşlarıdır. Ebabil kuşları, ağızlarında bulunan taşları ordunun üzerine bırakmaya başlar. Ordu, bir anda taş yağmuru altında kalır ve kısa süre içinde ordunun tamamı perişan olur.

Hz. Nuh’un da kuşlar ile ilgili kıssası Tufan anlatısında yer almaktadır. Tevrat’ta:

6– Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı.
7-Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun, sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu.
8-Bunun üzerine Nuh, suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi.
9-Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı. Gemiye, Nuh’un yanına döndü. Nuh uzanıp güvercini tuttu ve gemiye, yanına aldı.
10-Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı.
11-Güvercin, gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh, suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı.
12-Yedi gün daha bekledikten sonra güvercini yine gönderdi. Bu kez güvercin geri dönmedi.” (4)

Anadolu Aleviliği sözlü geleneğinde çokça anlatılan menkıbelerden biri, Hacı Bektaş-ı Veli ile Hacı Tuğrul erenler arasında geçer. Hacı Bektaş-ı Veli, Suriye üzerinden Anadolu’ya girdiğinde “Hû Erenler!” diye bir nida eyler. O sırada aynı meydanda olan erenler arasında bir tek bu selamı duyan Kadıncık Ana’dır ve selama karşılık vermiştir. Meydanda bulunan diğer erler,  “Kimin selamını aldın, biz duymadık selam vereni?” derler. Kadıncık Ana da Suriye tarafından bir erin Anadolu’ya girdiğini söyler. Bunun üzerine Anadolu’ya gözcülük etmekle görevli Karaca Ahmet Sultan, mana gözü ile Anadolu’yu bir baştan bir başa gözetlese de yabancı bir güvencinden başka bir canlı göremez. Bu hali erenlere bildirince, Hacı Tuğrul, “Erenler, bir varalım hele kimdir?” deyip şahin donuna bürünür. Güvercini bulup tam üzerine varacakken güvercin yere iner. Ne var ki şahin olan Hacı Tuğrul, güvercini tam kapacakken, güvercin bir er olup şahini boğazından yakalar. Hacı Tuğrul, tekrar adem donuna bürününce Hacı Bektaş-ı Veli sorar: “Hey erenler, sizin usulünüzde mazluma zalim gibi mi yaklaşılır?” Hacı Tuğrul, bu kimsenin büyük bir er olduğuna kanaat getirip af diler. Hünkar’a sorduklarında neden güvercin olarak geldiğini sorduklarında, “Daha mazlum bir canlı aklımıza gelse o donda gelirdik” buyurur.

Hz. Süleyman’a, hem rüzgara, hem cinlere ve hem de hayvanlara hükmetme yetisinin ihsan edildiği rivayet edilir. Bu sebepten de Süleyman peygamber ile ilgili anlatılan kıssaların ve menkıbelerin genelde hayvanlarla ilgili olduğu söylenebilir. Tasavvuf geleneğinde ise Süleyman peygamberin ‘kuş dili’ bildiği çokça söylenegelir ki asıl anlatılmak istenen, elbette simgeselliği çokça kullanan tasavvuf ehli için bu değildir.

“Süleyman kuş dili bilir dediler,
Süleyman var Süleyman’dan içeri” diyen Yunus Emre’ye kulak vermek gerekir. Tasavvuf ehli, vermek istediği tüm mesajları, özellikle sözlü geleneği çok kullanan halka indirgemek için simgeciliği kullanmıştır. Bu rumuzlu dile ise kuş dili derler. Yunus Emre’nin işaret ettiği mesele de budur bir bakıma.

Ezidilerin en önemli dini figürü tavus kuşudur. Melek-i Tavus olarak adlandırılan bu tavus kuşu figürü, Ezidiler için şeytanın betimlemesidir. Tanrının, dünyayı yarattıktan sonra idaresini Melek-i Tavus’a bıraktığına inandıklarından dolayı Ezidiler, Melek-i Tavus’u çok önemser ve ona saygı duyarlar.

Genel anlamda birkaç cümle ile konuyu özetlemek gerekirse kuşlar, uçma eylemini gerçekleştirmesinden dolayı olsa gerek, tarih boyunca hep ilgi odağı olmuş ve ruh ile özdeşleştirilmişlerdir. Birçok toplum bazı kuş türlerini kutsal kabul etmiştir. Bazı toplumlar kuşları bir tanrı ya da tanrıçanın tecellisi olarak görürken, bazıları da peygambervari bir mana yükleyerek tanrıların habercisi olduğu kanısına varmıştır. Semavi dinlerde ise kuşlar daha çok ruhun simgesi olarak kullanılmıştır. Hz. İbrahim’in yeniden diriliş ile ilgili sorusuna Kuran’da kuşlarla örnek verilmesi bu noktada manidardır. Bakara Suresi 260. Ayette geçen İbrahim’in dört kuşu, doğrudan doğruya ruhları simgeler.

Not: Leyleği havada gördüğünüz yeni bir yıl olsun, mutlu seneler…

(1)– Aşure Programı, Metin Bobaroğlu Anlatımı
(2)– Altay Panteonu, Uno Harva
(3)– Fil Suresi, Kur’an-ı Kerim
(4)– Yaratılış/8, Tevrat-Tekvin



Beden ve ruh---1

İnsanoğlu ilk çağlardan beri hayvanlarla iletişim içinde olmuş, özellikle heybetinden çekindiği hayvanlara karşı manalar yüklemiştir. Kara hayvanları heybetleri ile özellik kazanırken kanatlı hayvanların daha çok ruhani simgeleme ile mânâlandırıldığı görülmektedir.

Hz. Süleyman’la ilgili anlatılan kıssalarda kuşlar önemli yer tutuyor. Gerek simgesel anlamı gerek kültürel yeri açısından anlatılan şu menkıbe önemlidir.

Hz. Süleyman, bir gün haber saldı:
“Tüm kuşları çağırın huzuruma, bir isteğim var kuşlardan.”
Tüm kuşlar peygamber huzuruna çıktı. Peygamber buyurdu ki:
“Ey kuşlar, Yüce yaratıcıdan emir geldi ki, cennetin güzelliklerini sizlere haber vereceğim ve nimetlerden faydalandıracağım. Bunun için sizlerden biri görevlendirilecek.” Mesafenin uzaklığından bahsettiğinde ise kuşların çoğu gitmek istemediğini o kadar uzak mesafeye uçamayacaklarını söylediler. İçlerinden yalnızca leylek, uzak mesafelere kadar uçabildiğini ve bu görevi kendisinin alabileceğini söyler.
Hz. Süleyman, sonuç olarak leyleğin cennete gitmesine ve oradaki nimetleri haber vermesine izin verir.
Leylek tam uçmaya başlayacakken bir serçe leyleğin üzerine uçar ve leyleğin sırtına konar. Hz. Süleyman sorar:
“Sen küçük bir kuşsun o mesafeye kadar uçamazsın. Nasıl gitmeyi düşünüyorsun?”
Serçe der ki:
“Efendim, ben o yolu uçamam ama küçük bir kuş olduğum için leyleğin sırtında gidebilirim.”
Bunun üzerine Sultan Süleyman küçük serçenin de leylekle beraber cennete gitmesine izin verir.

Uzun mesafeler aşarlar, hayli zaman yol gittiği için leylek oldukça yorulur. Cennetin kapısına çok yaklaşmışken leylek daha fazla dayanamaz ve baygın düşer. Sırtında beraber giden serçe ise açılmakta olan cennetin kapısından içeri hızla girer. Aradan zaman geçer, leylek artık ayılmaya başladığı anda cennet kapısının kapanmakta olduğunu görür. O esnada serçe ona doğru uçmaktadır. Serçe yanına gelir der ki:
“Sen çok yorgun düştün, içeri giremedin ama ben içeri girdim, gördüm her şeyi sana da anlatacağım.” Tekrar geri dönerler ve Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkarlar. Hz. Süleyman buyurur:
“Ne gördün orada anlat bakalım.”
Leylek başlar:
“Tak Tak Tak”
Hz. Süleyman sorar:
“Bu ne demektir?”
Leylek de olayı anlatmaya başlar. Yolda çok yorgun düştüğünü bu seslerin ise sadece duyabildiği cennetin kapısının kapanma sesi olduğunu söyler.
Süleyman, “Eyvah, yolculuk ziyan oldu.” der. Ama serçeye baktıklarında renginin değiştiğini tüylerinin daha bir güzel olduğunu ve parladığını görürler. Döner ve sorarlar serçeye:
“Sen gördün mü peki bir şey?”
Serçe başlar şakımaya, gördüklerini anlatmaya, pınarlardan, nehirlerden, meyvelerinden…. Bakarlar ki serçe Bülbül olmuş… 

Bu menkıbeye göre beden belli bir noktaya kadar götürür bizi, lakin asıl menzile yetecek olan ruhtur. Beden, ruhu bir yere kadar taşısa da vakti gelince ruh bedenden ayrılır ve menzile yeter. Ölmeden evvel ölenler ise maneviyatını güçlendirirse bedene ihtiyacı olmadan manevi hediyeleri elde edecektir ve bu güzellikleri gören kimseler bülbül kesilir de hakkın kelamını bülbül gibi şakırlar.
Şamanlarda hayvanlar önemli yer tutar. Kızılderililerde de aynı şekilde totemler ve hayvanlar mana ihtiva eder. Her iki grupta da doğa ile ortak yaşam ön planda olduğundan her kişinin bireysel koruyucu hayvanı vardır. Koruyucu hayvanın hangisi olduğu, doğduğundan itibaren ilk görülen hayvan olarak belirlenmektedir. Kartallar diğer kuşlara göre biraz daha ön planda yer alıyor:

“Şamanizmin kökeniyle ilgili efsanelerde kartal, Tanrıların ulağı olarak kabul edilir. Agapitov ve Changalov’un naklettikleri bir efsaneye göre, kötü ruhlar insanların başına belaları musallat edene kadar, dünyada hastalık ve ölüm yoktur. Bunu gören Tanrılar, insanlara yardım etmesi için kartalı yeryüzüne yollarlar ama insanlar kendilerini korumak için gelen kartalın ne dilini ne de geliş maksadını anlamadılar ve bu nedenle kartal çaresizce gökyüzüne geri döner. Tanrılar, bu sefer kartala yeryüzünde karşılaştığı ilk insanı şamanlık yetenekleriyle donatma vazifesi vererek geri gönderirler. Kartal yeryüzüne tekrar geldiğinde, bir ağacın altında uyuyan bir kadınla karşılaşır. Kadın, eşinden ayrı yaşamaktadır ve kartal bu kadınla ilişkiye girer, kadın hamile kalır. Daha sonra kocasına geri dönen kadın, bir süre sonra bir erkek çocuğu doğurur ve bu çocuk, dünyadaki ilk şaman olur. Aynı efsanenin bir başka anlatım biçimine göre de kartalla karşılaştıktan sonra kadın, ruhları görebilmeye başlar ve ilk şaman olur.” (2)

Hacı Bektaş-ı Veli ..

"Anadolu Aleviliği sözlü geleneğinde çokça anlatılan menkıbelerden biri, Hacı Bektaş-ı Veli ile Hacı Tuğrul erenler arasında geçer. Hacı Bektaş-ı Veli, Suriye üzerinden Anadolu’ya girdiğinde “Hû Erenler!” diye bir nida eyler. O sırada aynı meydanda olan erenler arasında bir tek bu selamı duyan Kadıncık Ana’dır ve selama karşılık vermiştir. Meydanda bulunan diğer erler, “Kimin selamını aldın, biz duymadık selam vereni?” derler. Kadıncık Ana da Suriye tarafından bir erin Anadolu’ya girdiğini söyler. Bunun üzerine Anadolu’ya gözcülük etmekle görevli Karaca Ahmet Sultan, mana gözü ile Anadolu’yu bir baştan bir başa gözetlese de yabancı bir güvencinden başka bir canlı göremez. Bu hali erenlere bildirince, Hacı Tuğrul, “Erenler, bir varalım hele kimdir?” deyip şahin donuna bürünür. Güvercini bulup tam üzerine varacakken güvercin yere iner. Ne var ki şahin olan Hacı Tuğrul, güvercini tam kapacakken, güvercin bir er olup şahini boğazından yakalar. Hacı Tuğrul, tekrar adem donuna bürününce Hacı Bektaş-ı Veli sorar: “Hey erenler, sizin usulünüzde mazluma zalim gibi mi yaklaşılır?” Hacı Tuğrul, bu kimsenin büyük bir er olduğuna kanaat getirip af diler. Hünkar’a sorduklarında neden güvercin olarak geldiğini sorduklarında, “Daha mazlum bir canlı aklımıza gelse o donda gelirdik” buyurur."

"Şamanizmin kökeniyle ilgili efsanelerde kartal, Tanrıların ulağı olarak kabul edilir. Agapitov ve Changalov’un naklettikleri bir efsaneye göre, kötü ruhlar insanların başına belaları musallat edene kadar, dünyada hastalık ve ölüm yoktur. Bunu gören Tanrılar, insanlara yardım etmesi için kartalı yeryüzüne yollarlar ama insanlar kendilerini korumak için gelen kartalın ne dilini ne de geliş maksadını anlamadılar ve bu nedenle kartal çaresizce gökyüzüne geri döner. Tanrılar, bu sefer kartala yeryüzünde karşılaştığı ilk insanı şamanlık yetenekleriyle donatma vazifesi vererek geri gönderirler. Kartal yeryüzüne tekrar geldiğinde, bir ağacın altında uyuyan bir kadınla karşılaşır. Kadın, eşinden ayrı yaşamaktadır ve kartal bu kadınla ilişkiye girer, kadın hamile kalır. Daha sonra kocasına geri dönen kadın, bir süre sonra bir erkek çocuğu doğurur ve bu çocuk, dünyadaki ilk şaman olur. Aynı efsanenin bir başka anlatım biçimine göre de kartalla karşılaştıktan sonra kadın, ruhları görebilmeye başlar ve ilk şaman olur.” 

"Şaman adayı, bitkilere ve hayvanlara can veren çok güçlü doğaüstü "anaları" insan kılığında görür." 

Kaynak: Michel Perrin

Not:
Bizler madde boyutunda olduğumuz için diğer boyutların/ruhlar aleminin veya sübtil alemin varlıklarını ister rüyamızda ister gündüz düşlerinde vizyonlarında; melek, insan, eren, evliya, dede, peygamber, bitki, ruh, ışık, enerji, hayvan, peri vb. şekillerde görebiliriz. 

Gerçek formlarını ancak zihnimiz boşaldığında görebiliriz. Güvercin ve kartal donunda görülen erenlerin hikayesi de buna çok güzel bir örnektir.


15 Mart 2018 Perşembe

Öğretiler ..

Aztekler, İnkalar ve Maya uygarlıklarının, tapınaklarını 
Güneş Tanrılarına adadıkları , 
Maya takviminin , binlerce yıl önce 
Güneş'in hareketi hakkında ayrıntılı bilgi gösteren, şimdiye kadar var olan en doğru bilgilerden biri olduğu söyleniyor.

Güneş'e selam..

Gün doğumu ve gün batımında bütün inanç sistemlerinde ve öğretilerde ibadet edilerek çalışmalara ara verilir. Birde Güneşin en tepede olduğunda ara verilir. Ama bu ara diğerlerinden çok kısadır. Burada da kişi gölgesi ile bir olur yani dualite ortadan kalkar. Karanlık yanla, ışık birleşir. Teklik zamanı da dilek dilenir

Ay ve kültür..

Türk mitolojik düşüncesine bakıldığı zaman ay Tanrı’nın, güneş ise yer’in simgesi olarak görülmektedir. Bu yüzden ay erkek, güneş ise kadın-ana olarak görülmüştür. Bu anlayış bugün halen daha Türk coğrafyasında geçerli bir düşüncedir. 

Türk mitolojik sisteminde, ay gibi kutsallık atfedilen bir diğer göksel varlık olan güneş, “bilgeliğin, bütünlüğün ve gizemliliğin” simgesidir. Eski Türkler’de güneşin ulvi bir unsur olarak görüldüğünün bir kanıtı olarak, Türkler’in günlük yaşamlarındaki olaylarda güneşi şahit tutarak yemin etmeleri gösterilebilir. Güneş kültünün oluşma sebeplerine bakıldığı zaman; güneşin canlılara hayat vermesi ve sıcaklık ile ışığın kaynağı olması gibi unsurlarla karşılaşılır. 

14 Mart 2018 Çarşamba

Atam nurlar içinde yat..

13 MART günü
HEPİMİZ ATATÜRK’üz!
Askerin tekmili budur. 
"1283 Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Emret Komutanım!"

...
13 Mart 1899 Atatürk'ün Harbiye'ye girdiği tarihtir.
Fotoğrafta Kara Harp Okulu Merkez Bina Şehitler Kapısı önündeki eser görünmektedir..


Aşılar ve gerçekler..

Aşıların denetlenmediğini belirten beyin ve sinir cerrahı Dr. Russell Blaylock, “Ani Bebek ölümlerinin yüzde 70′i Difteri, Tetanos, Boğmaca aşısının takip eden 3 hafta içinde gerçekleşiyor. Havaleler aşılarla bağlantılı, aşı olduktan hemen sonra olması gerekmiyor. Haftalar, aylar, hatta bir yıl sonra bile gerçeklesebilir” dedi. Finlandiya’lı eski Sağlık Bakanı Dr. Rauni Kilde’nin dediği gibi gizli örgütlerin biyolojik silahı olmakla birlikte, aşı tacirlerinin en büyük vurgunu olduğu ortaya çıkmış durumda.

Nöroşirürji (beyin ve sinir cerrahi) uzmanı Dr. Russell Blaylock’dan çarpıcı konuşma:Eğer bağışıklık sistemini uyarırsan, bugün otizmin çıktığı gibi, hamileyken aşıladığın kadının çocuğu 20 yıl sonra şizofreni çıkacak.Aşılar Çin’de üretiliyor ve ABD’de iki yılda bir kontrol edilirken üretici, Çin’de bu 13 yılda 1 ve FDA gidip kendi kontroledemiyor. Üretici firmadan bir görevli dışarı çıkıp ‘burada her şey yolunda’ diyor 13 yılda 1.(Amerika’yı yok etmeye yemin etmiş komünist ülke Çin’den bahsediyoruz)Ani Bebek ölümlerinin yüzde 70′i Difteri, Tetanos, Boğmaca aşısını takip eden 3 hafta içinde gerçekleşiyor.Havaleler aşılarla bağlantılı, aşı olduktan hemen sonra olması gerekmiyor. Haftalar, aylar, hatta bir yıl sonra bile gerçekleşebilir.CANLI VİRÜS İÇEREN AŞILARIN TEHLİKELERİ:– Bağışıklığı bastırıyor (KKK ve HIB)– Hayat boyunca vücutta kalabiliyor. Kızamık virüsü yaşlıların %20 beyin ve %45 diğer dokularında bulundu.

– Astım, çocuklarda şeker hastalığı ve otoimun ve nörolojik hastalıklarla bağlantılı

1970′den sonra her çocuk felci vakasının Oral Çocuk Felci aşısı kaynaklı olduğu ortaya çıktı.

Nijerya’da çocuk felci salgını yaygınlaştırıldı bu oral çocuk felci aşısıyla. “Şimdi etrafındaki ülkelere Nijerya’da çocuk felci salgını var, aşı olmazlarsa size bulaştıracaklar” dediler.

Komşular Nijerya’yı savaşla tehdit etti. Nijerya’da aşı yaptırmayanları hapse attılar. Zorla aşı yaptılar. ABD de olacak olan bu eğer aşılar zorunlu hale gelirse. Çocuğunuzu elinizden alıp zorla aşı vurduracaklar. Oysa ABD’de canlı çocuk felci aşısı yasak.

Bush ve ailesinin Merck’le olan yakın bağları nedeniyle siz bugün Merck’i aşı çocuğunuza zarar verdi diye mahkemeye veremiyorsunuz.

EN ZARARLI AŞI HANGİSİ?

Hepatit B aşısı üretilmiş sinir sistemini mahveden en zararlı aşı.

Ben çocukluğumda bütün hastalıkları geçirdim, etrafımda, sınıfımda bu hastalıklardan sorun yasayan hiç kimseyi görmedim. Eğer dedikleri gibi bu kadar ölümcül olsaydı, benim zamanımda aşıları yoktu, sokaklar ölülerle dolu olurdu.

Hastalığı geçirdiğinde ömür boyu bağışıklık kazanıyorsun. Öte yandan aşıyı olunca. 4 yıl aşının korumadığını anladıklarında bu sefer de pekiştirme dozlar vurmaya başladılar. Ama onlar ilk aşı kadar bile koruma sağlamıyordu. 2 yılda onların koruyuculuğu da.

KIZAMIK AŞISINDAN ÖNCE KIZAMIK ÖLÜMLERİ ÇOK DÜŞMÜŞTÜ

Kızamık aşısı başlamadan önce kızamıktan ölüm vakaları yüzde 90 zaten düşmüştü. Hijyen, iyi beslenme, iyi bakımdı sorumlusu.

Kızamık aşısı sonucunda da ölüm oranlarıartmıştı. Ve fark ettiler ki çocuklar Çinko ve A vitamini yoksunluğu çekiyordu. Bunları verdiğinde ölüm oranları yine düştü.

ÇOCUK FELCİ ZATEN SORUN DEĞİLDİ

Çocuk felci salgını DTB aşısı başlayana kadar sorun teşkil etmemişti. Çocuk felci her daim vardı. Ama hiç bir dönemde DTB aşının başlamasıyla başlayan dönem gibi bir dönem yaşanmamıştı. Birden bire felce ve ölüme neden olması herkesi şaşırtmıştı. Çünkü o zamana kadar yaz gribi gibiydi.

GRİP AŞISI ÖLÜMLERİ ARTIRDI

2003 yılında çocuklara grip aşısının vurulmasına başlandıktan sonra 5 yaş altı gripten ölen çocukların rakamı 12′den 90’a çıktı. 

2 yaş üstü grip aşısı canlı grip aşısı yüzde 33 etkili, zayıflatılmış grip aşısı yüzde 36 etkili. 2 yaş altı zayıflatılmış grip aşısı yüzde 0 etkili. Ama gel gör ki şimdi her yaşa vurulması öneriliyor.

PEKİ, YA DOKTOR VE SAĞLIK ÇALIŞANLARI BU AŞIYI OLUYOR MU?

Doktor ve hemşirelerin yüzde 70′i “hayır” demiş. Sağlık çalışanlarının ise yüzde 62’si “hayır” demiş.

TETENOS AŞISI GÖRDÜĞÜM EN KOMİK AŞI

Tetanos aşısı gördüğüm en komik aşılardan biri. Tetanos kapma olasılığınız yolda bana çarpma olasılığınız kadar az. Kaldı ki şu anda camdan eli kesilmişlere bile Tetanos aşısı vurulmakta. Tetanos oksijensiz ortamda yaşamaz. Bu nedenle oksijenli suyla temizlik yapılır. Tetanos hayvanların dışkısının olduğu yerde yaşar. Evinizde cam kırığından Tetanos kapamazsınız.

Kızamıktan ölümlerde ateş düşürücülerin rolü… Eğer bundan endişe ediyorsanız ateş düşürücüvermeyiniz. Ölüm oranı yüzde 7′den yüzde 35′e yükselmiş ateş düşürücülerin etkisiyle. Bırakın ateş yükselsin, 40-41′i geçmedikçe sorun değil. Böylece kızamıktan ölümleri ciddi oranda düşürmüş olursunuz.

1984 kızamık salgını: %58 aşılı
1985 kızamık salgını: %99 aşılı
1986 kızamık salgını: %96 aşılı
1988 kızamık salgını: %69 aşılı
1989 kızamık salgını: %89 aşılı
1995 kızamık salgını: %56 aşılı

Kızamıkçık aşısı %55 kadında eklem iltihaplanmasına neden oluyor.

Doktorların %75′i kızamıkçık aşısı olmayı reddediyor.

Kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının ise yüzde 91′i reddediyor.

Hepatit B de en komik aşılardan biri. Vaka sayısı 25-64 yas grubunda 4.172 iken 0-4 yas aralığında 5.

Eğer yüksek risk taşıyan bir anneye sahip değilse bebek 18 yaşına kadar Hepatit virüsüyle karşılaşma olasılığı nerdeyse hiç yok.

Diğer konu Hepatit B aşısının koruyuculuğu 2 yıl.Yani doğumdan sonra vurulan Hepatit B aşısının 18 yaşına geldiğinde hiç bir etkisi yok.

14 yaş altında, Hepatit B Aşısına karşı yan etki geliştiren vaka sayısı 872 iken, hastalıkla karşılasan vaka sayısı 279.


Kandinle barıışmak bütün sistemini (içindeki organlarını) tanımak ve frekansını artırmak demektir.

Miden ağrıyorsa; Yaşamında olan herşeyin senin en yüksek hayrına olduğunu bil ve sevgiyle hazmet
Boynunu ağrıyorsa; olaylara farklı açılardan bakıp pozitif taraflarını görmeye çalış, Şimdiki bakış açın doğru olmayabilir inadı bırak
Belin ağrıyorsa; paraya olan kötü bakış açını farkedip değiştir
Ayak ve bacakların ağrıyorsa: 
Sol taraf için ; geçmişle bağlarını kopartıp geçmişte yaşamaktan vazgeç 
Sağ taraf için ; gelecekten korkma, kendi geleceğin için ÖZ’e ve akış’a güvenin!!!
Başın ağrıyorsa; değersizlik duygunun farkına var, kendini önemse!
Geceleri uykunuzda dişlerinizi gıcırdatıyorsanız; biriktirdiğin öfkeleri serbest bırak!
Gözlerinde bozukluk ve ağrı varsa; görmen gereken neyi inatla görmek istemiyorsun farkına var ve görmeyi seç
Kulaklarında ağrı varsa ve duyma bozukluğu yaşıyorsan, inatla kendini etrafın ve iç sesine kapatma, duymayı seç, o seslerden sana mesaj var unutma!
Regl ağrın varsa; dişiliğini ve bunun sana sunduğu avantajları sevgi ile kabul et
Sırtın ağrıyorsa; suçluluk duygusundan vazgeç!
Omuzların ağrıyorsa; başkalarının yüklerini, sorumluluklarını taşımaktan vazgeçmenin Zaman’ı gelmiş de geçiyor bile!
Boğazınız ağrıyorsa; kendini sevgiyle ifade etmeyi seç, çekingenlikten vazgeç
Alerjin varsa; kendi gücünü reddetmeyi bıra. Kime alerjin olduğunu düşün! ve serbest bırak
Diş ağrın varsa; kararsızlığı bırakma vaktin gelmiş demektir.
Bağırsaklarında problem varsa; ihtiyaç duymadığın şeyleri atmanın zamanı geldi de geçiyor…
Ve 
En önemlisi 
Kalbin ağrıyorsa; içerisi nefret, kin, hayalkırıklığı dolduğundandır. Onları ordan söküp at. Yalnızca SEV,
SEV çünkü 
SEVGİNİN girdiği yere ŞİFA kendiliğinden gelir.
KENDİNLE BARIŞ, DÜNYA SENİNLE BARIŞMAYA HAZIRDIR ..

13 Mart 2018 Salı

Bilinçli İnsanlar Bilinçli Zamanlar

Gerek dünyanın kaotik hali, bağlantılı olarak yaşamlarımızın karmaşası ve hızla akan giden zaman bizden, bilinçli seçimler yapmamızı ve bilinçli bir insan olmamızı gerektiriyor.

 İnsanlar sabırsız oldukları için cennetten kovuldular, tembel oldukları için dönemiyorlar.  (Kafka)

Bilinç; sadece ve sadece sessizlik olunduğunda oluşabilen hissedilebilendir.

Fiziksel bedenin ihtiyaçlarını, duygusal bedenin arzularını, zihnin kuruntu ve kibrini aşarak, beklentisiz, hesapsız ve amaçsız (öğretilmiş amaçlardan ve ideallerden azade olma hali)  olabildiğimizde, tüm kimliklerimizi, istisnasız bırakabildiğimizde, sessizlikte anlaşılır Ol’AN, Tezahür eden, O Bilinç’tir.

Sufiler; etrafımızda bizi tıpkı hapishane gibi çevreleyen ve görülmeyen ağı; fiziksel, duygusal, zihin üçlüsünün oluşturduğu matrisi aşmak için, bu üç bedenin isteklerinden infak eylemeyi, vazgeçmeyi seçmişlerdir.

Bu üç bedenin ihtiyaçları aslından bildiğimiz anlamda olmakla birlikte yine de bu üç bedenin asıl ihtiyaçları üçünü birden aşmakla mümkün olabilmektedir.

Her ne kadar, fiziksel bedenin, duygusal bedenin ve zihinsel bedenin ihtiyaçları, binlerce senede oluşmuş matristen karşılanıyormuş gibi gözükse de, aslında bu matris sanrılar yumağı (yaratılmış ve kişilere TV moda ve çevre ve v.s gibi araçlarla ve çok boyutlu çok çeşitli olarak kodlanmış ihtiyaçlardır) olduğundan bu ihtiyaçların şimdiye kadar bize öğretildiği üzere ve benliğimizin mahkum edildiği “şekillerle” karşıladığımızda, sanal matrisin devamının üretimine katkı sağlamaktayız.

Sanrılardan oluşmuş, yalan dünyanın yalanları ile dolu matristen kurtulmanın yolu “infak” eylemektir. Kısaca yaşamımızı devam ettirmemize hizmet eden şeylerin dışında her şeyi bilinçli seçimimizle bırakarak bu yaratılmış ve sonrada gerekli olduğu belletilmiş sanal ihtiyaçları -talep- ederek üretmekten vazgeçebildiğimizde, daha üstün niteliklerle donanmış ve kendini yaşayan, kendinde olanı ortaya çıkaran ve yaratan; bilinçli insanı ortaya çıkarabiliriz. Bilinçli olmak, 21. yüz yılın insanının, gelecek insan nesillerine bırakabileceği yegane insanlık hazinesidir. Mirasıdır.

Gerek dünyanın kaotik hali, bağlantılı olarak yaşamlarımızın karmaşası ve hızla akan giden zaman bizden, bilinçli seçimler yapmamızı ve bilinçli bir insan olmamızı gerektiriyor.

“Bilinç”; Toplumsal matrisin, bize yaşam diye sunduğu hapishane içinde yaşama kararlılığı veya matrisin bizden istediği bilinçsizlik edimlerini güçlendiren robotik bilinçlilik veya matrisin bizden beklediği bir türlü gelmeyen geleceğe ilerleme bilinçliliği ile ilgili alakalı bir bilinç değildir.

Kuantum Fiziğinden doğan yeni (anlayışlı) bilim, tasavvufun batini öğretisine “İlim” noktasında yaklaşırken, bu gün, taşında, havasında, otun da, hayvanın da kısaca dünyada büyük küçük ne var ise beğendiğimiz veya beğenemediğimiz, hepsinin kendilerinin bulundukları halde var olmalarına hizmet eden bir -bilinci- taşıdıklarını tespit etmiştir.

Öyleyse temel bilinç her yerde ve her şekilde vardır. Şeyleri olduran, maddeleştiren temel bilinçtir.

İnsan olmak için temel bilinçten, yani bizi insan görünümünde tutan temel bilinçten daha fazlasına ihtiyacımız vardır.

Hayvanı bilincin, insanda tezahür eden şekline tasavvufta -nefs- denilmektedir.

Dünya hayatımız ve insan toplumu içinde ki gerçekliğimiz nefs ile şekillenmekte, kendimizi tanımadan nefsin arzuları ile sürüklenmekte ve nihayet nefs ile son bulmaktadır.

Aslında tasavvuftan bakarsanız ölümde yoktur ama nefs Tanrıdan ve bihaber olduğu için, Tanrısına kavuşamadığından kısa yaşamı sonlanmaktadır.

Çünkü fiziksel realiteler, entropi yasalarının geçerli olduğu âlemlerdir.

Ve ölümsüz yaşamın entropisi de nefstir.

Kişi nefsini görmeden kendiliğini dengeleyemez. Dengelenme uzun ve zor bir yoldur.

Zorluğu alacakaranlıkta yürünmesindendir. Belirsizliklerin içinden her anda dengeyi yakalamalı, dengelenmeli ve yolunuza devam etmelisinizdir. Bu nedenle ilk üç bedeniniz olan fiziksel beden, duygusal beden ve zihinsel bedeninizden daha fazlasına ihtiyacınız vardır.

Bu bedenimize tasavvuf literatüründe sezgisel beden-bilinçli beden denmektedir.

Cennetten düşüşümüz, bilinç beden farkındalığımızı kısaca -bilinçliliği- kaybetmemizle gerçekleşmişti. Bilinçlilik ise, bütünü gören içsel “biliş” organımız gibi olan yüreğimizin yeniden “canlanması” ve nasıl cennete yeniden dönebileceğini hatırlaması ile mümkün olmaktadır.

Fakat insanlar, nefslerini tanıma konusunda tembel oldukları için, her şey böyle gelmiş böyle gidere alıştıkları ve bizatihi yaratılmasına her günkü tercihleri ile yardımcı oldukları için, paylaşmaya, desteklemeye, işbirliğine sevgiye ve kalp ile ilgili güzelliklere kapalı olduklarından kaos ve alacakaranlıkta yaşamaktadırlar.

Bırakmak ve vazgeçmek tek yoldur. Yalan dünyanın yalanlarını bırakmaktan başka -çare- yoktur. Ancak bu şekilde büyüyebilir ve olgunlaşabiliriz.

İnsan doğasını tanıyan eski bilge medeniyetler, insanın büyümesine rehberlik etmek için, bir zaman sınırı ile bu büyümeyi ve olgunlaşmayı kısaca oyunun bitiş zamanını belirlemişler ve kendi işaretlerini yeryüzüne bırakmışlardı. Tıpkı maya takviminde belirtilen zaman bitiminin işaret edildiği gibi.

Maya takviminin son günü olan 28 Ekim 2011, İnsanın cahillik döneminin, insanlığın ne olduğunu bilmeden uykuda ve uyutularak geçen zamanın bittiği gündür. Duygusal ve zihinsel bedenlerinin aşılarak, bilinçli bir varoluşu deneyimleyeceğimiz, kendimizin, diğerlerinin ve evrenin ne olup olmadığının farkına olarak, bilinçli beden ile var olacağımız; olgun hür bir Ruh olarak dünya gezegeninde yaşayacağımız, Yen İnsanın Doğumgünüdür.

Nihayet; bilinçli olan insan, dünya yüzeyindeki gelişmeleri görüp, ileri ufuklara sessizce kalbinde imanla yürüyebilme gücüne ve sevgisine ulaşmıştır.

Bilinçli insan, yalan dünyanın yalanlarını, savaşlarını silahlarını, kini öfkeyi, nefret, ve düşmanlığı bırakabilen ve anlamlı-daha büyük- bir varoluşa kendiliğinde izin verebilendir.

Dünyada yaşanan kaosa odaklanmadan, yeni kurulmakta olan toprakta yeni filiz veren yeni yaşama, yeni insanlığa, anlayışa, işbirliğine, paylaşıma da kendimizi açarak, yaşamı destekleme zamanıdır.

Yaşam ancak yaşamla desteklenebilir. Yaşam ölümle, nefretle ve kinle düşmanlıkla desteklenemez.

Aklı başında olmak, bilinçli yaşamakla mümkündür.

Bilinç, insanın, yaşamı taşıyan, yaşamın yuvası Ol’an kalbindedir.

Kalpten yaşandığında

Kalbi olunduğunda

Kalp ile olunduğunda, her şey ve herkes oradadır. Ayrılık kalmaz. İkilik biter.

Yaşam ve insan, birbirine sentezlenmiş Ol’ur.

 

İnsanlık artık,  yaşamını sentezlemeyi başarabilmelidir.

İnsan ancak ve ancak kendi yaşamının sentezlediğinde, yaşamı da yaşanır kılabilir.

Ve yaşatabilir.

 

İnsan, yaşamla ilgilendiği kadar, kendindedir.

Yaşam da, kendisiyle olabildiği kadar İnsandadır.

Kapının yanında dikilen

Pek çok var,

--2

Ama o sizin tanrınız anlamında bir tanrı değildir. O, ‘’Ben seni yarattım ve senin yapacağın şey budur. Eğer senden istediğim gibi davranmazsan, seni yok edeceğim’’ diyen bir teknolojiye sahip olan gelişmiş bir uygarlıktır. O korku ile hizmet etmekti ve bugün hala varlığını sürdürmektedir. O, dini köklerinize bağlı olarak, sizin içinizde yaşar. Tanrı’dan korkmak, bugün kültürel köklerinize bağlı olarak, sizin içinizde varlığını sürdürür. Eğer biz Tanrı’dan korkarsak onu nasıl sevebiliriz? Bazı dinlerde yer alan ve tüm mütevazı insanların o Tanrı’ya (ve o tanrılar bu dünyadan ayrıldıklarında, hala onlarla iletişimde olan rahiplere) hizmet etmek zorunda olduklarını söyleyen anlayış bundan kaynaklanır. Böylece rahipler emirleri verir ve herkes o emirlere itaat ederdi.

O zeki varlıkların hiçbiri, hava koşullarına dayanma, yiyecek yetiştirme gibi ihtiyaçlarında dolayı, kendi adına düşünemedi. Yiyecek ve barınak kaynağı, hava koşullarından korunma, sadece bu tanrıların gücü dahilindeydi ve eğer o tanrılar gitmişlerse, o insanlar aç kalacak ve korunmayacaklardı. Korunmama korkusu, ‘’Tanrı’ya hizmet etme, Tanrı’dan korkma ve Tanrı tarafından korunma’’ dini kavramı içinde de bir dinamiktir. Bu kavram uzaylı bir ırktan gelir.

Ben size bu hayatınızda Tanrı’yı göreceğinizi neden söylüyorum? Çünkü bu zamandan sağ salim çıktığınızda, Aden’de, Afrika’da, Yucatan’da ve Hindiçin’de bedenlerinizi kimin tasarladığını, kimin yarattığını göreceksiniz. Onlar büyüktürler, onlar devlerdir. Etkileyicidirler ve uzay giysileri giyerler. Onlar ışıkta yolculuk yaparlar. Işık yapay bir çevredir. Siz onları görecek ve görünümünüzü kimden aldığınızı bileceksiniz. Bedenlerinizi çok uzun zaman önce yaratmış ve sizin gelişmenize izin vermiş olanlar kudretli genlerdir. Bu sadece bir uzaylı toplumdur, ama o kendini size gösterecek olandır.

Bu arada onların sorunları vardır; sizin de vardır. Şu anda onların sizi (geçmişte, ruhun ve özün geri döneceğini bilerek, birçok bedene yaptıkları gibi) tekrar yok etmelerini önleyen şey, muhteşem bir değişimin meydana gelmiş olmasıdır. Deneyimlerin en kötüleri bir amaca hizmet etmiştir. Bu toplumda siz artık yaratıcınız olarak bu varlıklara tapmıyorsunuz. Çünkü siz, yetersiz ve zayıf bir biçimde de olsa, onlar gibi tanrısal olduğunuz kavramını benimsediniz. Değişmiş olan budur.

Sizin göreceğiniz varlıklarla ilişkinizdeki bu değişim dünya dinlerinden çok farklıdır. O, şimdiki kültürden, inançtan ve yönetimlerden çok farklıdır. Siz dini bir kişi olduğunuzda, sevdiğiniz için değil, işkenceden korktuğunuz için Tanrı’ya hizmet eder ve ondan korkarsınız. Kutsal kitaplardaki tanrıların kaprisli tanrılar olduklarını bilirsiniz. Onlar daha önce sizi ikinci kez düşünmeden yok etmişlerdir. Bunu tekrar yapmakta da hiç zorlanmazlar. Ve sizi orada sadece onlara yararlı olmanız için tutmuşlardır. Siz onlara hizmet ettiğinizde, kendi tanrısallığınızı inkar etmektesinizdir. Ben onların ne kadar uzun boylu olduklarını umursamam. Gemilerinin ne kadar parlak olduğunu umursamam. Bu, homojenleşen ırkların tekamülde ortaya çıktıkları, bir araya geldikleri ve sahte dinlerin doğasını ve kutsal emanetlerini sorguladıkları bir zamandır.

Sizi Niburu çocuklarından farklı kılan işte budur. Siz onlara benziyor olabilirsiniz, ama artık onlara hizmet etmezsiniz. Kutsal Öz’ün ateşi ortaya çıktığında ve mevcudiyetini bilinir kıldığında, içinizdeki Tanrı ortaya çıkmaya başlar. Şimdi siz asil bir türsünüz ve onlar için geçerli olan aynı kurallar, şimdi sizin için de geçerli olmalıdır. Eğer siz ağaçtan ağaca sallanan değersiz insanlar olsaydınız (ki çoğu insan hala bunu yapmaktadır) durum farklı olurdu. Ama siz uyandığınızda bir daha asla köleleştirilemezsiniz. Bir türün içinde Tanrı uyandığında onları artık köleleştiremeyeceğinizi ifade eden bu yasa yadsınamaz. Niburulular sadece, sizin genetiğinizi aldığınız, size genetik benliğinizi bağışlayan varlıklardır. Onlar tanrı değil, bilinçli, tanrısal varlıklar olarak görülmelidirler.

Bu varlıklar geri dönüyorlar. Onların geri dönmeleri gerekiyor ve geri dönmeleri onlara söylenmiştir. Onların yaptıkları şeyin sonuçlarına tanık olmaları ve kendi umursamazlıklarının herkesi yaşamsız bıraktığı yerde, diğer ırkların şefkati bulmalarına izin verdikleri için kısmen takdir görmeleri gerekiyor. Anunnaki’nin çocukları ve Anunnaki’nin tanrısı, başka bir uzaylı ırkın yardımıyla uyanmıştır. Son kez buraya geldiklerinde az sayıda insanı yok olmaktan kurtarmak için sadece kısmen müdahale ettiler ve kitlelerin geri kalanının yok olmasına kesinlikle yardım ettiler. (Nuh Tufanı) Onlar dinin ve onun altındaki istismarların korkunç tarihini meydana getirmiş olanlardır. Bu süreçte büyük yardımsever bir ağabey çevresindeki tatlı ve alçakgönüllü zekadan hoşlanmaya başladı ve sevgi onun bilimsel kalbini etkiledi. O büyük bir kaçışı mümkün kıldı ve bu güne dek o geldiği yerdeki bütün tanrılar ağını değiştirmekte öncü oldu. Öyleyse onlar ölümlü müdür? Evet. Ölümsüz olabilirler mi? Evet. Onların ömürleri ne kadardır? Uzundur. Bu varlıklar altmış yaşında emekli olmazlar. Otuz bin yaşında emekli olabilirler. Onlar da kırılgandırlar. Ve onların ardından insanlarda ortaya çıkan ve büyüyen tanrısallığı önemsemez ve onu ortadan kaldırmaya çalışırlarsa, kendileri yok edilebilirler. Bir grup cahilden (gerçek kimliğini ve tanrısal kökenini bilmeyen kişilerden) kurtulmak başka bir şeydir. Çünkü onların yapmak istedikleri tüm şey, yeterli yiyeceğe, barınağa, hayvana, sekse, temel ihtiyaçlara sahip olmak ve sonra hayatlarının geri kalanını boş, batıl inançlarla doldurmaktır. Onların üremeyi sürdürmelerine izin verilemez, çünkü onlar bilinmeyeni bilinir kılmayan (tanrısal emri yerine getirmeyen) yaratıklardır. Evet, siz böyle varlıkların zamanının zor olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama ben de size zorlu sıkıntının, dehanın kaynaklandığı ve tüm kurbanların yok olduğu ateş olduğunu söyleyebilirim. Onlar, kurban bilincindeki kalabalıkları yok etmekte hiç sorun yaşamazlar.

Tufandan sonra beş farklı ırk, dünyaya geldiler. Niburulular bu varlıkların buraya gelmelerini engelleyemediler, çünkü onlar eşit derecede güçlüydüler. Bu varlıklar dünyaya indiler, tufandan sonra hayatta kalanlarla ilgilendiler ve onları koruyup geliştirmekte rol oynadılar. Bu varlıkların bazılar çok daha yardımseverdi. Bazıları kendi uzak dünyalarından değişik bir DNA getirmişlerdi ve onlar da insanları kendi suretinde yaratmak için onların dna’larını değiştirdiler. Siz tüm bunların izini, Niburulular gibi sizin dna’nızı değiştiren ama bunu daha yardımsever bir amaçla yapan ve böylece size katkıda bulunan bir tanrılar grubuna kadar sürebilirsiniz.

Bugün sahip olduğunuz miras, DNA’nızdaki sonsuz değişim yeteneği, bu beş büyük uzaylı ırktan gelir ve hepiniz bu yeteneğe sahipsiniz. Sizin buna inanıp inanmamanız önemli değildir, hepiniz bu yeteneğe sahipsiniz. Dikkate değer olan şey, onlardaki yaratıcı/kaşif unsurunun, sadece hayatta kalacak güce sahip olmanız için değil, yaratıcı olmanız ve bilinmeyeni bilinir kılma tekamülünüzde, çok gelişmeniz için size verilmiş olmasıydı.

Siz bunu kabul etmek zorunda değilsiniz, ama ben size bunları yine de anlatacağım. Çünkü gelecek olaylar karşısında bunları bilmeniz önemlidir. Tanrı’nın sevgisi, her şeyi oluşturmuş olan o mistik zamk, bir uyanışta olağanüstü bir güç olarak gelir. O varlıklara hizmet etmeye hayır dedikten sonra, sevmek ve onu üstlenmek sonsuz bir kuvvettir, sevgili varlıklar. Bu tanrılar grubu otuz beş bin yıl önce buradaydı. Onlar da sizin gibi Tanrı’dırlar. Ve bugün hepsi buradadır. Büyük bir şey olacaktır ve onların hepsi geçmişte başlatmış oldukları şeye göz kulak olmak için buradadır. Onlar gökyüzünün her yanında ve her yerdedirler. Onlar sizi izlerler. Sizin toplumlarınızı izlerler. Her şeyi izlerler. Asla yalnız olduğunuzu düşünmeyin, çünkü değilsiniz.''

Ramtha – Ufolar Ve Realitenin Doğası/Bağlantı Kurmaya Hazırlanmak kitabından alıntıdır.


Bedenimiz tapınağımızdır..---1

Sizin bakmaya doyamadığınız güzel bedeninizin tasarımcıları Niburu’nun, geri gelen bu gezegenin tanrılarıdır (Anunnaki). Bu tanrılar bu gezegene dört yüz elli beş bin yıl önce indiler. Bu büyük bir gezegensel çarpışmadan sonra oldu. O uygarlığın liderinin, onun iki oğlunun ve kız kardeşinin öyküsü, Sümer’in, Aden’in ve Mezopotamya’nın yirmi beş bin metninin bir bölümü çeviren seçkin bir bilimci sayesinde, şimdi iyi bilinmektedir. Niburulular, yörüngelerindeki tüm gezegenlere yaptıkları gibi, buraya da bu gezegenin altınını ve diğer kaynaklarını kazıp çıkarmak için geldiler. Bu öyküde bazı dinlerin alıp kendilerine mal ettiği gibi, Hıristiyanların ve İbrahim’in alıp sözlerini ve değerlerini değiştirdiği en önde gelen yaratılış öyküsü yer alır.

Öyle görünüyor ki onlar, Mars’ın ve ayın üstündeki üsleriyle, ileri karakollarıyla ve büyük uzay gemileriyle o gezegeni yerinde tutabiliyor, buraya gelebiliyor ve birkaç bin yılı madenleri kazıp çıkararak geçirebiliyorlardı. Onlar kendi çalışmalarını yaptılar, ama gezegenlerin çarpışması yüzünden her şey yok olduğundan, özgün bir tür yaratmaya da zorlandılar. Çevredeki tek şey Homo erectus’un, yani ayakları üzerinde dikilebilen eski insanın, kıllarla kaplı olan başlangıç enkarnasyonuydu. Onların (sizin gibi) kendini beğenmişlikleri içinde yaptıkları şey, bu havayı soluyabilen bir varlık yaratmaktı. Çünkü bu tanrılar bu atmosferde uzun bir zaman kalamıyorlardı. Onların burada olabilmek için başka bir gaz karışımına ihtiyaçları vardı. Böylece, bir hayvanı değil, bu gezegende bir bedende ilk kez bilinmeyeni bilinir kılmaya başlayan yerli varlıkları alıp onlarla çiftleştiler. Bu, insanların dinazorlardn kaçtıkları bir zamandı.

Bu inanılması çok zor olan bir şey değildir. Çünkü bugün siz bir laboratuarda, bir Petri kutusunda bir bebek yaratabilirsiniz. Onlar her ikisini de yaptılar. Hem Petri kutusu deneyleri, hem de rahim deneyleri yaptılar. Her iki deneyde de dişi çizgi olmalıydı, böylece onların liderinin kız kardeşi, bir laboratuarda Homo erectus ile bir melez elde edilmesi için kendi dna’sını verdi. Eğer ortaya çıkan çocuk bir dişi ise, o liderin oğullarından biri ile melezlenirdi. Onlar en sonunda bu kıllı, hantal görünümlü, çirkin yaratığın kendileri gibi görünmesini sağladılar; sadece ortaya çıkan onlardan daha küçük bir insandı. Onlar en sonunda güzel insanlar oluşturdular. 
Biz görünmez bir Tanrı’yı, küstahça, ‘’biz insanı kendi suretimizde yaratacağız’’ demiş olan tanrılardan ayırt etmeliyiz ve bu çok derin bir gerçektir.

Ve böylece ruhlar bu gezegende geliştirilmiş bedenlere gelmeye başladılar. Onlar robotlar ve makineler yaratacak teknolojiye sahiplerdi. Çoktan onlara sahip olmuşlardı. Onların sahip olmadıkları şey zeka idi. Böylece kendilerinden, kendine bir ruh ve Öz çekecek olan bir beden yarattılar. Böylece bu tanrılar o Özleri yakaladılar. Buna Özlerin hasadı dendi. Birçok çocuk uzun yaşamadı. Onlar çok kıllıydılar, düzgün bir biçimde işlev yapamıyorlardı ve ıskartaya çıkarıldılar, öldüler. Şimdi zihninizi açık tutarak bir şeyi anlayın. Bu (beden), zekayı barındırmak için oluşturulan DNA maddesidir. Bu varlıklar ruhları ve özleri yakalıyorlardı. Böylece bir bedenin ölmesi onlar için bir kayıp değildi, çünkü ruh ve öz gittiği yerden geri dönecekti. Onlar daha iyi bir beden oluşturacaklardı. onlar, sizin gibi, ölen bedenlerin arkasından ağlamazlar; siz açık zihinli olmadığınız için bunu yaparsınız. Onlar yaptıkları şeyin bilimini anlarlar. Onlar, eğer daha iyi bedenler oluştururlarsa, o ruhların ve özlerin geri döneceklerini biliyorlardı ve bunu yaptılar, en sonunda daha iyi bedenler elde ettiler.

Böylece alçakgönüllü, saf, açık zeka gelir ve doğan bu ruhlar ve Özler tanrılara, yani onların bedenlerini yaratmış olanlara hizmet ederler. Çünkü onların burada bulunmalarının tek nedeni, bu tanrılara hizmet etmektir. Böylece biz tarihi olarak başka bir eğilim görürüz: Siz Tanrı’ya hizmet etmelisiniz, yoksa ondan korkmanız gerekecektir. Eğer Tanrı’nın yapmanızı istediği şeyi yapmazsanız, yok edileceksiniz. Bu bir olgudur.

12 Mart 2018 Pazartesi

Değişim Sürecindeki Direnç: Alışkanlıklar ve alışmış davranışlardan kurtulmalıyız.

Her gün gittiğimiz yolda gidiş biçimimiz alışkanlığa dönüşmüşse nereden gittiğimizi, nasıl gittiğimizi, hangi hızla gittiğimizi farkedemeyebiliriz. Ya da sürekli tekrarlanan davranışlara karşı bıkkınlık, usanma duyguları yaşayabiliriz. Bu durumda bilinçaltında istemsiz davranış biçimi devreye girer ve risk oluşturabilecek yeni davranış biçimleri ortaya çıkarır.

Alışkanlıklar hayatımızı nasıl etkiliyor?

Alışkanlıklarımız tekrarlanan davranışlarımız sonucunda oluşur.  Bunları iki gruba ayırabiliriz. Farkında olduklarımız ve farkında olmadıklarımız.

Farkında olduklarımıza bir göz atacak olursak; örneğin her sabah ve akşam dişlerimizi fırçalama alışkanlığımız farkında olduğumuz bir davranıştır. Bu davranışı niye yaptığımızı, yapmazsak neler olacağı konusunda bilgi sahibiyizdir. Yani bilinçle hareket ederiz.  Tekrarlanan bu davranışlar, alışkanlıklar olarak zamanla otomatik hale gelir ve artık sorgulamaksızın yerine getiririz. Yapmadığımız zamanlarda ise içsel olarak sıkıntı yaşarız. Zamanla tüm bu tip davranışlar kendiliğinden otomatik hale gelir.  Araba kullanmak, bisiklete binmek, vs örneklerle bu davranış modelini çoğaltabiliriz. Her birinin başlangıcında bu davranışı bilinçli olarak öğreniriz.  Deneme yanılma yoluyla kendimiz için en doğru hale getiririz ve sonrasında bırakırız. Ancak neyi yaptığımızı değil de nasıl yaptığımızı unutursak sorunlar yaşarız. Sorunlar farkındalıksızlıkta başlar ve o nedenle farkındalık çok önemlidir.  Bazen bir davranışı çok iyi yapıyor olmak bizi dengeden çıkarabilir ve yaptığımız davranışın bozulmasına neden olabilir.  Aşırı güven dengeyi bozan unsurdur. Bu bir anlamda mevcut döngüden çıkmak demektir.

Örneğin her gün gittiğimiz yolda gidiş biçimimiz alışkanlığa dönüşmüşse nereden gittiğimizi, nasıl gittiğimizi, hangi hızla gittiğimizi farkedemeyebiliriz. Ya da sürekli tekrarlanan davranışlara karşı bıkkınlık, usanma duyguları yaşayabiliriz. Bu durumda bilinçaltında istemsiz davranış biçimi devreye girer ve risk oluşturabilecek yeni davranış biçimleri ortaya çıkarır. Eğer bu değişimin farkında olamazsak başımıza bir kaza gelme olasılığı artar.  Bu sonuç biz bu süreçte bilinçli, uyanık olmak yerine zihinde kalmayı seçmemizden kaynaklanır.

Alışkanlıklar döngüsü

Farkında olmadıklarımızsa bizde bağımlılık yaratan davranışlarımızdır. Bu davranış modelinde bilinçaltı devrededir ve biz bir kez dahi olsa eyleme geçtiğimizde alışkanlık döngüsünü de başlatmış olabiliriz. Bu döngünün nasıl oluştuğunu farkedemeyebiliriz. Örneğin sigara, alkol, uyuşturucu, insan gibi bağımlılıklar içsel ihtiyaç olarak ortaya çıkar ve dış dünya deneyimlerince beslendikçe güçlenir ve güçlü ve büyük döngüleri oluşturur. Bu büyük döngüye yaşanan deneyimlerle bir sürü anlamlarda yüklenmiştir. O nedenle bu tür büyük döngü olarak ifade ettiğimiz alışkanlıklarda kurtulmak çok kolay olmayabilir ve zaman alabilir. Değişimin sancılı olduğu süreçlerdir bunlar. Kararlılık, irade gücü ve sabır bu tür güçlü döngülerden çıkmak için olmazsa olmaz davranış modelleridir.Bazen de yaşantımızda değişimler gerçekleştirmek istediğimizde öncelikle bu değişimle ilgili alışkanlığa ve onun döngü gücüne bakmamız gerekir.  O döngüden çıktığımızda ve yeni bir döngü başlattığımızda şüphesiz yaşamımız yeni deneyimlere açılacaktır.

Bilinçaltı bu durumda yeni bir davranışla karşı karşıya geldiği ve öncelikle kendi konfor alanını tehdit altında olarak algıladığı için direnç gösterir. Devam eden bir döngüde ise bilinçaltı bildiği bir durumla karşı karşıya olduğu için kendini emniyette hisseder. Çünkü bilinçaltı için iyi ya da kötü deneyim yoktur, deneyim deneyimdir. Direnç, eski döngüde kendini emniyette hissettiğinden mevcut sistemi koruma amaçlıdır ki bu da alışkanlıkların devamıdır. Bu direniş ile baş edebildiğimizde değişimi gerçekleştirebiliriz.  Bu nedenle bu sürecin başlangıcından itibaren değişim gerçekleşene kadar farkındalıkta ve açık bilinç halinde olunmalıdır ki bilinçaltı yeni deneyim döngüsünü öğrensin ve kabul etsin. Bilinçli farkındalık ve sebatla her türlü döngünün değişimi söz konusudur. Farketmek, istemek, karar vermek ve eyleme geçmek temel davranış modelleridir.

Neye inanıyorsan inan ama mutlaka oruç tut.Sağlıktır oruç bütün hastalıkların düşmanı..

NEDEN HASTALANINCA İŞTAHIMIZ KESİLİR?

Neden hastalanınca iştahımız kesilir hiç düşündünüz mü? Acaba vücudumuz, sindirim sistemini kapatarak hastalıkla tüm gücüyle ilgilenebilmek için bize işaret mi veriyor?
Uzun süreli açlık diyetinde su dışında hiçbir besin maddesi alınmaz. Yazar olarak ben şahsen 3 hafta boyunca hiç yemek yememiş birini tanıyorum, kendisi 2 haftadan sonra hayatımda hiç görmediğim kadar sağlıklı bir şekilde karşıma geçmiş ve vücudundaki değişiklikleri anlatmıştı. Söylediğine göre bütün eski yaraları tamamiyle yok olmuş, vücudu kendini onarmak için yaralardaki malzemeyi kullanmıştı. Ayrıca astımı ve gluten intoleransı da kaybolmuştu. Bana kendini yeniden doğmuş gibi hissettiğini söylüyordu.
Aşağıdaki makaleyi The Telegraph gazetesinde bulduk. Sıcağı sıcağına sizin karşınıza getiriyoruz:
3 günlük oruçtan sonra vücudun bağışıklık mekanizması yeni akyuvar oluşumunu tetikleyerek vücudun bağışıklık sistemini tamamiyle yeniliyor.
Çığır açan bir araştırmaya göre 3 günlük oruç yaşlılarda bile vücudun bağışıklık mekanizmasını komple yenileyerek vücudun dinçleşmesini sağlıyor.
Diyet uzmanları tarafından oruç diyetleri sıkı bir şekilde eleştirilse de, araştırmaya göre vücudu aç bırakmak kök hücreleri tetikleyerek yeni akyuvar üretilmesine yol açıyor.
Güney Kaliforniya üniversitesindeki bilim adamları bu bulgunun bağışıklık sistemi zarar görmüş hastalarda mesela kemoterapi gören kanser hastalarında çığır açabileceğini belirttiler.
Ayriyeten bağışıklık sistemleri yaşlılık nedeniyle zayıflamış ve basit hastalıklara karşı bile dirençsiz kalmış yaşlılarda da bu oruç faydalı oluyor.
Açlık vücuttaki kök hücrelerindeki bir düğmeyi aktif hale getirerek vücudun bağışıklık sisteminin kendini yenilemesini gerçekleştiriyor.
Kaliforniya Üniversitesi’ndeki gerontoloji ve biyolojik bilimler profösörü Walter Longo’ya göre oruç kök hücrelere ‘AKTİF OL’ emri vererek onların bağışıklık sistemini yenilemesine neden oluyor.
Ve işin güzel tarafı vücut bu bağışıklık sistemini yenilemek için gereksiz ve hasarlı parçaları yok ederek bunlardan elde ettiği malzemeyle yeni sistemi oluşturuyor.
Kemoterapi yada yaşlanma nedeniyle aşırı şekilde hasar görmüş bir sistemle başlasanız bile oruç döngüleri kelimenin tam anlamıyla yeni bir bağışıklık sistemi oluşturulmasına neden oluyor.
Uzun süreli açlık, glikoz ve yağ depolarını kullanmak için vücudu zorlar ama aynı zamanda beyaz kan hücrelerinin de önemli bir bölümünü yok eder. Beyaz kan hücrelerindeki bu azalma kök hücre bazlı rejenerasyonu tetikler ve bu da yeni bağışıklık sistemi hücrelerinin değişimini gerçekleştirir.
Yapılan testlerde insanlardan altı ayı aşan sürelerde 2 ile 4 gün arasında oruç tutmaları istendi.
Uzun süreli oruç sırasında yaşlanma ve kanser riskini ve tümör büyümesini artıran bir hormon olan enzim PKA da azalmış bulundu.
Doktor Longo’ya göre, uzun süreli açlık süresince vücut hücreleri azalan enerjiyi korumaya çalıştıkları için öncelikli olarak hasarlı ve çok verimli olmayan bağışıklık hücrelerini yok etti.
Hem insan hem hayvanlarda ölçümlerimize göre akyuvar sayısı kayda değer miktarda azaldı. Ardından kişi tekrar yemeye başlayınca tüm akyuvarlar tekrar yerine geldi. Biz acaba nereden ortaya çıktı, nereden üredi bu akyuvarlar diye merak ettik. Kök hücrelerinin aktifleşip bunları ürettiğini sonradan bulduk dedi.
72 saat tutulan oruç aynı zamanda kemoterapi gören kanser hastalarına da faydalı oldu. Araştırmanın yazarlarından olan USC Norris Kanser merkezi asistan profösör Tanya Dorff’a göre Kemoterapi hayat kurtarmasına rağmen vücudun bağışıklık sistemini önemli miktarda çökertir. Bu araştırmanın sonuçlarına göre uzun süreli açlık kemoterapinin zararlı etkilerini büyük miktarda azaltıyor.
Daha fazla klinik test yapılmalı. Ve böyle bir diyet kesinlikle doktor gözetiminde yapılmalı.
Profosör Longo ayriyeten belirtti ki, daha fazla klinik deneyler yapmaktalar ve sadece bağışıklık sistemi değil diğer organ ve sistemlerin de olumlu olarak etkilendiği bulunabilir.
Fakat burada belirtmekte fayda var ki bazı İngiliz bilim adamları bu bulgulara kuşkuyla yaklaştılar.
Londra üniversite hastanesi profösörlerinden Doktor Graham Rook’a göre böyle bir şey katiyen mümkün değil.
UCL’de yeniden oluşturma ilaçları Profösörü Chris Mason’a göre: Çok ilginç sonuçlar bulunmuş. Bu araştırmaya göre 72 saatlik bir açlık sırasında vücudun akyuvar ve diğer bağışıklık hücresi sayısı hatırı sayılır miktarda azalıyor, ardından tekrar yemek yenildiğinde bu sefer hücre sayısı eskisinden de yüksek miktarda geri geliyor. Potansiyel olarak faydalı olabilir, çünkü 72 saat çok uzun bir süre değil, kanser hastalarını geri dönüşü olmayacak şekilde zarar verdirecek kadar bir süre değil. Bence en doğru devam yolu hastalara bir şekilde ilâçlarla birlikte oruç tutturmak... Ayrıca oruç konusunda kesin olarak emin olduğumu söyleyemem insanlar düzenli yemek yiyerek savaşıyorlar hep hastalıklarıyla.
Doktor Longo’ya göre oruç zarar vermiyor, tam tersine bulgulara göre fayda sağlıyor.
Kanser hastalarından yüzlerce e-mail aldım. Onkolojistleri gözetiminde oruç tutuyorlar ve çoğunda ilerleyiş olumlu yönde. Sadece az sayıda yan etki görüldü bayılma ve karaciğer işaretleyici testlerinde kötü sonuç tespit edildi. Bunun dışında herhangi bir yan etkiye rastlanmadı.

İnsan tektir.


11 Mart 2018 Pazar

Kelimeler yaşamınızın anahtarı olabilir.

‘’İstemeyi bırak, yapmaya başla. Hayatının kontrolünü ele geçir!’’. Bu ifade, usta bir yazar olan ve Standford üniversitesinde profosörlük yapan Bernard Roth’un The Achievement Habit (Başarı Alışkanlığı) adlı kitabının temel ilkelerinden birisidir. Yazara göre, başarıya ulaşmamızın sırrı yalnızca iki kelimeyi kelime dağarcımızdan çıkarıp yerine bu iki sihirli kelimeyi eklemek. Bu yazımızda söz konusu olan yazarın daha iyi bir yaşam sürülmesi adına verdiği tüyoları anlatacağız.
1.‘’Ama’’ yerine ‘’ve’’ Kullanın
‘’Sinemaya gitmek istiyorum ama yapacak bir ton işim var’’ yerine ‘’sinemaya gitmek istiyorum ve yapacak bir ton işim var’’ derseniz ne olur sizce?
Profesör Roth şöyle kaleme almış: ‘’ ‘’ama’’ kelimesini kullandığınız zaman eylemler arasında aslında olmasa da bir çatışma çıkarıyorsunuz. Ancak ‘’ve’’ bağlacını kullandığınız zaman beyniniz gayri ihtiyari bir şekilde cümlenin iki kısmını da bir bütün olarak algılıyor.’’
Dilbilim’de bu tür cümle yapıları, bağlacın olduğu yan cümleler arasındaki bağdaştırıcı veya ayrıştırıcı bileşik cümleler olarak bilinmektedir. Esas itibariyle ‘’ama’’ , ‘’buna rağmen’’ , ‘’ancak’’ bağlaçları cümle içersindeki bir ifadeyle diğer bir ifade arasında zıtlık bildirmek için kullanılmaktadır.
Oysa ‘’ve’’ bağlacını ele alırsak, bu bağlacın birleştirici ve daha olumlu bir işlevi vardır.
Buradan hareketle, belki de alışkanlıklarınızı değiştirmenin zamanı gelmiştir. Artık biliyorsunuz ki ‘’yeni bir mobilya alamak istiyorum ama tamir etmem gerek’’ ifadesi yerine ‘’yeni bir mobilya almak istiyorum ve tamir etmem gerek’’ ifadesini kullanmak daha iyi bir seçim olacaktır.
2. ‘’Zorundayım’’ yerine ‘’İstiyorum’
Roth kitabında şöyle vurgulamış: ‘’Bu alıştırma insanların yaptığı bir takım şeylerin (işe gitmek gibi), hatta onlara zevk vermeyen şeylerin bile aslında kelime seçimleriyle alakalı olduğunu farkına varmasında oldukça etkilidir.’’Sadece küçük bir yüklem değişikliği hayatınızın gidişatını değiştirebilir. Eğer her sabah uyanıp işe gitmeyi ölüm olarak gürüyorsanız hayatınız cehenneme dönecektir.
Fakat işin aslına bakacak olursanız, bir şeyleri değiştirmek düşündüğünüzden daha kolay. Sadece her sabah işinizle ilgili neyi sevdiğinizi düşünün. Örneğin, karmaşık bir projeyi bitirmenin size verdiği o rahatlama hissini veya meslektaşlarınızla çay içip hoş vakit geçirdiğinizi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda işten evinize gelip de ailenize kavuştuğunuz o anı da düşünebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, bu basit strateji sizi bütün gün pozitif bir enerjiyle yüklü tutacaktır.
Öylece oturup çalıştığınız günün sonlanmasını beklemek yerine, çalıştığınız şirket hakkında ne yapmak istediğinizi, nasıl iyi getirisi olan bir kariyer elde edebileceğinizi, becerilerinizi sergileyebileceğinizi ve kendinizi nasıl ödüllendirebileceğinizi düşünün. Eğer genel olarak işinizden nefret ediyor ve bununla ilgili hiçbir şeyi de değiştirmek istiyorsanız suçlamanız gereken tek kişi kendinizsiniz.
Gördüğünüz gibi, ‘’ailemi ziyaret etmek zorundayım/gerek’’ yerine ‘’ailemi ziyaret etmek istiyorum’’ arasında dağlar kadar fark var. Ne hakkında konuştuğunuzun bir önemi olmaksızın, her zaman ‘’zorundayım’’ yerine ‘’istiyorum’’ demek daha iyidir. Bu stratejiyi hayata geçirmek kolay değildir AMA başarıya ulaşmak ZORUNDAYSANIZ bu strateji gereklidir. Ancak bu strateji başarıya ulaşmak İSTİYORSANIZ gerekli VE de kolaydır.