20 Ekim 2018 Cumartesi

Tüm bağlantılardan kurtul..

Türkçe olan Sak kelimesinin verdiği anlamda aynıdır. Türkçe Sak uyanık duygulu bilgili zeki, anlamında kullanılır. Sakyalı Buddha, Sakyalar Hakimi, Buddha Sakyamuni kelimeleri ise Sak’ların, yani aydınlanmış bilge insanların ülkesinden olan, anlamında kullanılmış olabilir.
Buddha, Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek” anlamına gelen “budh” fiilinin geçmiş zaman kipidir. Buddha adı, “uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş” anlamına gelir.

”But” kelimesi “Bud”, “Buddha” manasına gelir. “Bir gün bir but-hâneye girdim”. Budahane adı da verilen Budist tapınaklar, Puthane ve Put olarak Türk dilinde varlığını korumuştur.

Türk Budizminde Buddha’ya Burhan yada Burkan adı verilir. Budizm, Burhanilik adı altında Türk İslam tasavvufunda da devam etmiştir.

Türk Uygur Budist mitolojisinde Sansar adı verilen ve Türk tasavvuf felsefesinde Devriye ya da devir olarak süren düşünce, “Yeniden Doğuş” ile alakalı inanıştır. Türk düşüncesinde de insan ruhu “Dönen” varlıklar arasındaydı. Hint Budizminde “Samsara” adı ile anılır ve Uygur Türkleri buna Sansar ya da Sangsar adını vermişleridir. Uygur Budizminde “Ruhların Dönüşümü Tekerleği” Sansar Çarkı olarak isimlendirir. Sansar Kakım cinsinden bir hayvandır. Kakım Uygur Türklerinde Ata Ruhlarını sembolize eder. Bazı Uygur fresklerinde elinde Sansar ya da Kakım tutan ve Pars postu giymiş Alplar görülür. Yeniden doğuş düşüncesi ile bağlantılı ve ata ruhlarını sembolize eden bu hayvan Türk ikonografisinde de yerini almıştır. Türk Osmanlı Padişahlarının kaftanlarında da bu hayvanın kürkü kullanılır.

Eliade’ya göre; esrimeli Şamancıl inisiyasyon ritüellerinde şamanın kılavuzu “Sansar-Kakımdır”. Şamanları yeraltı dünyasına götüren ve ona rehberlik eden hayvan Kakım-Fare ve Sansar türünden hayvanlardır.

Kaplan postu giymiş bir figür. Elinde kakım cinsinden bir hayvan tutar. 8-9. yy. Tang dönemi Budist ipek boyama.

“Bu acılı yalancı dünyadan ve doğum-ölüm (samsara) döngüsünden bir çıkış yolu bulunmasaydı, çaresiz kalacaktık. Neyse ki, gözle görünen ve gerçek sandığımız aldatıcı gerçekliğin ötesinde Nirvana denen kesin ve yalın gerçek var. Yanıltıcı duyularla algılanan duyumların ötesinde bir duyum, günlük olağan yaşantıların ötesinde olağanüstü bir yaşantı bu. Duyular ötesi yalın ve kesin bir gerçekliğin söze dile gelmeyen duyumu ve yaşantısı bu. İşte orada bütün eksiklikler, yanlışlıklar, kötülükler nedenleriyle ve sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkıyor. Budistler, Nirvana’yı kendi özlerinde yaşamak, kavramak isterler ve tanımlamaya hiç yanaşmazlar. Bu dünya, çıkan yangınla tutuşup yanmakta olan bir eve benzetilir, aklı başında olan herkes bu evden kaçmaya çalışmalıdır. Samsara döngüsüyle dünya yaşamı bir yangın yeriyse; Nirvana, bu yangının sönmesiyle ortaya çıkan durumdur. Kendilerini dünya koşullarından, koşullanmışlıklardan çekip sıyıran canlar, şimdi Nirvana’ya götüren yolda yürümeye başlamışlardır. Nirvana, bağlandığı, sevdiği şeylerden ayrılmak, dünyadan kopmak demektir ve bu ona ölüm gibi gelir.” 

„İsa başını kaldırdı ve bağış kutusunabağışlarını

atan zenginleri gördü,fakir bir dul kadının da oraya iki bakır para attığını görünce; size gerçeği söyleyeyim, bu yoksul dul kadın herkesten daha çokverdi, çünkübunların hepsi kutuya zenginliklerinden artanı attılar, bu kadın iseyoksulluğuna rağmen geçinmek için elinde ne varsa hepsini verdi‟ (21: 1) ifadesi olarakuyarlanmıştır. İsa‟nın çok etkili sözlerinden biri olan, „Bana iman edenkişi ölse de yaşayacaktır, yaşayanve bana iman eden asla ölmeyecek‟ (Yuhanna 11: 26) ifadesi; Buddha‟nın, „bana en küçük de olsa bir imanı olan vebeni seven bir kimse,gökte ve sonrasındayaşayanlar arasında olacaktır‟(Davids, 1994; 53),(Majjihma Nikaya 22.47) sözününyansımasıdır. Buddha‟nın „cehalet deryasında boğulanlar, kendilerini ne kadar büyük ve bilge olarak görseler de,çöküş ve hastalığın olduğu kadar ölüm ve diğer belaların kuşatması altına girerler, körlerin kör klavuzu gibi kötülüğün (Samsara’nın) tekerleğinde döndükçe dönerler‟ (Hardy, 1973; 108) (MundakaUpanishad 43. 21) sözü; ile, İncil‟deki İsa‟nın „bırakın onları, onlar körlerin kör kılavuzlarıdır; eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukuradüşer‟ (Matta 15: 14) ifadesi arasındabenzerlik bulunmaktadır.

Buddha‟nın, „her tür kişisel düşünce ve benlikten vazgeçmek,aydınlanmanın temel koşuludur; ancak her şeyden vazgeçerek ve hiçbir şeye

bağlı kalmayarak, özgür olunur‟ (Lillie, 1979; 22), (Majjhima Nikaya 72.15)

18 Ekim 2018 Perşembe

Soru basit.

Kim  Olmayı

 İstiyorsun ve sen kimsin..!?

Neden nefes aldığını ve herşeyi bennnnn yaptım ve bu benim (ev araba vs.vs.) diyen biri(kişi veya kişiler) aslında siz hiç bir şeyin sahibi bile değilsiniz.Kendi iç organlarını ve nefesinin frekansını dahi bilmeyen biri kendini nasıl tanır.?Üstad,pirler ve ermişler hariç.


 page11image1312

Yıldız tozu..

Kainat ve biz..Evrende hangi cevher varsa bizde de o var..Yıldızlardan Dünya’mıza ve Vücudumuza “İndirilen” Elementler
Yıldızların yapısının anlaşılmasıyla birlikte, evrende en çok bulunan element olan hidrojenin dışındaki elementlerin nasıl oluştuğu da açıklığa kavuşmuştur. Evren’deki, hidrojenden ağır, demire kadar olan bütün elementler, yıldızların içerisinde oluşmaktadır. Yani yıldızları gezegenimiz için üretim yapan birer devasa maden ocağı gibi düşünebilirsiniz.
Demirden ağır olanlar ise, bu yıldızların patlamalarıyla oluşan süpernovaların ortaya çıkardıkları çok büyük enerji sayesinde oluşmaktadır. Süpernova; enerjisi biten büyük kütleli yıldızların şiddetle patlamasıdır.

Yaşlı Büyük Kütleli Bir Yıldızın Yapısı; En içteki iki katmandaki madde miktarı, tüm Güneş’teki maddenin 10 katı kadar olabilmektedir.
Peki, bu devasa maden ocaklarında üretim nasıl gerçekleşiyor? Yıldızlara maden ocağı dedi isek madenlerin yıldızın bir yerinde zaten var olduğunu ve oradan uzaya salındığını düşünmeyin.
Yıldızlar uzaya saldıkları her şeyi kendileri üretirler, yani bir maden ocağından daha çok üretim merkezi ya da fabrikalardır aslında.
Ancak bildiğiniz fabrikalara da pek benzemezler. Fabrikalar malzeme üretebilmek için çok sayıda hammadde kullanırlar. Yıldızlarda ise ana hammadde hidrojendir. Evet, dünyanın en sade atom yapısına sahip bu element çeşitli safhalardan geçerek farklı elementlere dönüşür. En hafif gazlardan biri olan hidrojenden demir gibi ağır metallerin üretildiğini söylersek yıldızları ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark edersiniz.
Yıldızlardaki üretimde bir fabrikadaki gibi aşama aşama zamana bağlı olarak gelişir. Aslında oldukça karmaşık peş peşe gelen kimyasal reaksiyonlardır bunlar. Biz yine de basitçe ifade etmeye çalışalım: Hidrojenler kaynaşarak (yanıp) helyumu, helyumlar kaynaşıp karbonu ve en sonunda da yanma reaksiyonları sonucu demir elementi oluşur. Her fabrikada olduğu gibi yıldızlarda da üretilen malzemeler istiflenir. Söz gelimi demirin yeri yıldızın en derinlerinde çekirdeğindedir.

Bir süpernova patlamasından açığa çıkan enerjinin zayıflaması birkaç hafta ile birkaç ay arası süre alır. Bu süre içinde yaydığı enerji, güneşin 10 milyar yılda yayacağı enerjiden daha fazladır. Süpernova patlaması, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar.
En içte bulunan, yanmayı tamamlamış demirce zengin çekirdek, yıldızın yaklaşan ömrünün habercisidir. Yaşam sürecinin bu aşamasındaki bir yıldız, eğer kütlesi yeterli ise patlayıp parçalanarak bir süpernova haline gelmek üzeredir. Burada ‘yanma’ diye bahsettiğimiz nükleer reaksiyonların her biri çok yüksek sıcaklık, basınç ve enerji gerektirir. Her anı planlanmış olan bu reaksiyonlar zinciri Allah’ın sonsuz kudreti ile gerçekleşmektedir.
Bu elementler yıldızlarda oluştuktan sonra uzaya dağıtılır. Yaşam için özel olarak yaratılmış ve yıldızlardan yeryüzüne indirilmiş olan elementlerin oluşumunda Allah’ın sonsuz bilgi, akıl ve kudretini görmekteyiz.
Evrende, yıldızlarda gerçekleşen ve yıldızlardan Dünya’mıza ulaşan elementlerin oranı milyarlarca yıldır Dünya atmosferinde ve Dünya’nın diğer katmanlarında sabittir ve canlı yaşamına en uygun orandadır. Vücudumuzu ve etrafımızdaki her şeyi, soluduğumuz havadaki maddenin çoğunu, yıldızlarda ve süpernovalarda oluşan elementler ve gazlar meydana getirir.Dünya’mızın en dış tabakası olan atmosferimiz; azot, oksijen, karbon ve diğer bazı gazların oluşturduğu soluduğumuz hava tabakasıdır. Soluduğumuz havada, elementler belli bir orandadır. Bu oran yaklaşık olarak % 78 Azot, % 21 Oksijen, % 0,9 Argon, % 0,034 Karbondioksit ile diğer element ve gazlardan oluşmaktadır. Milyarlarca yıldır atmosferdeki bu oranın değişmemiş olması her an Allah’ın koruması altında olduğunun delilidir. Havadaki bu elementlerin, insanların ve diğer tüm canlıların yaşamı için gerekli oranda düzenlenmiş ve yıldızlardan tam da canlı yaşamı için gereken oranda indirilmiş olması çok büyük bir mucizedir. Ayrıca, evrende Dünya atmosferinin bir başka benzerinin bulunmaması Yüce Rabbimiz’in üstün aklının ve kudretinin delillerinden sadece biridir.
Vücudumuzu oluşturan elementlerin sayıca % 62’si hidrojen, % 24′ü oksijen, % 12’si karbon ve %1’i azottan oluşmaktadır. Bu oranları topladığımızda, vücudumuzun %99′unu oluşturan elementlerin çoğunun yıldızlarda oluştuğunu söyleyebiliriz. Peki, geriye kalan %1’lik oran nelerden oluşmaktadır? Bu %1’lik oran çok küçük gibi görünse de, yaşamın olabilmesi için olmazsa olmaz yapıtaşlarıdır. Aslında sayıca % 1’i oluştursalar da, kütleleri hidrojene göre çok daha büyük olduğundan, ağırlığımızın % 1’den daha fazlasını oluşturmaktadırlar. Bu elementlerin bazısı evrende çok az miktarlarda bulunur. Günlük yaşamda da gıdalardan farkında olmadan aldıklarımız dışında pek karşımıza çıkmazlar.
Örneğin; molibden elementi, Güneş Sistemi’nin yalnızca 10 milyarda birini oluşturmaktadır. Ancak çok az miktarlarda da olsa, vücudumuzun çeşitli işlevlerini yerine getirebilmesi için gereksinim duyduğumuz bir elementtir. Bu element, Güneş’ten daha büyük kütleli yıldızların yaşamının son aşamalarında, yani yıldız ölürken oluşmaktadır. Vücudumuzda eser miktarda bulunan magnezyum elementi ise, çok daha büyük kütleli yıldızlarda meydana gelmektedir. Magnezyum, protein sentezi, kasların kasılması ve sinirler arası iletişimin gerçekleşebilmesi için hayati öneme sahip bir başka elementtir.Vücudumuzdaki molibdenin çoğu, ayrıca stronsiyum, itriyum, baryum, lantan, seryum ve kurşunun tamamına yakını, bizim yıldızımız olan Güneş’ten önce yaşamış olan yıldızların içinde oluşmuştur. Güneş Sistemimiz de, bu yıldızların küllerinden var olmuş ve bu elementler insanlara ve diğer tüm canlılara yaşam vermiştir. Şuursuz atomlardan oluşan elementleri yaşam için kusursuz bir şekilde muazzam bir dengede yaratan ve düzenleyen üstün akıl sahibi olan Rabbimiz’dir.
Allah’ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca “Ol!” demesi yeterlidir. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)

Otomatik alternatif metin yok.

17 Ekim 2018 Çarşamba

'Piç'lik nasıl ortaya çıktı? Bir çocuğun 'piç' olarak nitelendirilmesinin sebebi kilise değildi. Mesele daha çok sınıfsaldı.

Günümüzde, ‘piç’ sözü bir hakaret olarak ya da evlilik dışı birlikteliklerden doğan çocukları tanımlamak için kullanılıyor. Evli olmayan ebeveynlerden doğmuş olmak, bir zamanlar Batılı kültürlerde damgalanmış ve sonraları hukuki yetersizliklerden büyük ölçüde arındırılmış olsa dahi hâlâ utanç ve günah çağrışımlarına neden olmaktadır. Evlilik olmaksızın doğan çocukların aşağılanması, genellikle Ortaçağ Hristiyan Avrupa kültürünün bir mirası olarak kabul edilir; bu bağlamda, Katolik evlilik yasasına uyum vurgulanıyor.

Yine de 13. yüz yıl öncesinde meşru evlilik veya bunun yokluğu, doğum meselesini belirleyen en önemli etken değildi. Bundan ziyade, önemli olan husus ebeveynlerin -anne ve babanın- sosyal statüsüydü. Doğru ebeveynlere doğmuşsa, Kilise yasalarına göre evli olmasalar da o çocuk ebeveynlerin toprakları, mülkleri ve unvanları konusunda miras hakkı kazanmaya layık görülürdü.
Örneğin, daha çok “Fetihçi William” olarak bilinen “Piç William” meselesini ele alalım. Normandiya ve Herleva Dükü Robert, eşi olmadığı belli olan bir kadından olan William’ı mirasçısı olarak belirledi. Genç olmasına ve tartışmalı doğumuna rağmen, William önce Normandiya’yı, daha sonra İngiltere’yi yönetmeyi ve krallığını ve unvanlarını çocuklarına miras bırakmayı başardı.

NOTHUS KELİMESİNİN KÖKENİ
O zaman William’a neden ‘piç’ diye seslenildi? 12. yüz yılda William hakkında yazan vakanüvis Orderic Vitalis, kendisine “nothus” demişti: bu Antik Yunan terimi, iki Atinalı vatandaştan olmayan çocuklar için kullanılmıştı. Orderic bu sözle ne ifade etmek istemişti? Bilinen tek ayrıntı, William’ın annesinin medeni statüsüyle değil, daha çok annesinin soyuyla ilgili bir atıf olduğunu düşündürüyor. Orderic’in yazdığı üzere 1050’lerde William’ın Alençon kuşatması sırasında, siperlerde toplanan insanlar William’ı takip etmedi; babasının annesiyle evli olmamasından ötürü değil ama annesi Herleva kökenli bir tabakhanecinin veya bir cenaze levazımatçısının kızı olması nedeniyle bu durum gerçekleşti. Başka bir deyişle, evlilik dışı doğumuna değil, annesinin zayıf soyağacına itiraz ettiler. Bir doğumu gayri meşru yapan algıyı, bir çocuğu “piç” yapan şeye ilişkin bu mantığı, Ortaçağ’ın erken dönem kaynaklarında pek sık rastlanmayan bir tanımlamayla eşleşiyor. 11. yüz yılın sonlarında yaşayan bir yazar bu gerçeği ifşa ettiğinde, Fransızlar karışık ailevi durumundan dolayı William’ı ‘piç’ diye anıyordu: Zira hem asil hem de avam kanı, yani bir çeşit “çamurdan kan” taşıyordu.

Tartışmalı doğumuna rağmen William’ın toplumsal gerçekliği eşsiz değildi. Ondan önce ve sonra gelen krallar, hatta kraliçeler, gayrimeşruluk iddialarına rağmen başarılı bir şekilde mirasçı ve hükümdarlar oldular. 12. yüz yılda keşişler ve rahibelerin çocukları da dahil olmak üzere, yasadışı birliktelikten doğan çocukların asalet ve kraliyet unvanını devraldığı birçok durum mevcuttur. Yüksek statülü bir çiftten doğan çocuklar, yakın bir akrabayla evlenmek, halihazırda evli olanlarla veya eşi hayatta olan veya bekaret yemini etmiş birisiyle evlenerek dönemin yasakları ihlâl edilmiş olsa bile, bu ebeveynlerden miras alabilirlerdi. Bu nedenle, meşru bir doğumla tanımlanan meşru bir krallık ideali ve ebeveynler arasındaki meşru bir evliliğin belirlediği meşru bir doğum, Ortaçağ’ı yaşayan Avrupa’da yalnızca ağır ve istikrarsız bir şekilde yürüyordu. 12. yüz yılın sonuna dek, gayrimeşru doğum gerekçesiyle çocukların topraklar üzerinde hak iddia etmekten men edildiğine dair bir kanıt görünmüyor. ‘Piç’, şimdi anladığımız üzere, bu dönem ortaya çıkmaya başladı.

SORUMLUSU KİLİSE DEĞİLDİ

Önemli olan şu ki; gayrimeşruluğun anlam ve etkilerindeki bu kayma, Kilise öğretisinin dayatılmasıyla ortaya çıkmadı. Bundan ziyade, sıradan davacılar, Kilise doktrini kırıntılarını kendi amaçlarına uygun olarak kullanmaya başladılar. Belki de bunun en erken belirtileri, 1160’lı yıllardaki Anstey davasıyla İngiliz hukuk tarihindeki vaka kayıtlarında döneminde bulunabilir. Bu, bir kişinin mirastan men edildiği ilk dava olabilir; çünkü, ailesi yasa dışı olarak evlenmişti. Ve men kararı, Kilise’nin müdahalesiyle değil, zeki bir davacının bir kısım teolojik doktrin parçalarını nasıl kullanacağını bilmesiyle alâkalıydı. O davadan sonra, daha fazla davacı ortaya çıkmaya başladı.

Örneğin, 12. yüz yılın sonlarına doğru, Champagne bölgesinden olan bir kontes, oğlunun mirastan men edilmesini engellemek amacıyla, yeğenlerine karşı gayrimeşru doğum iddialarından faydalanmak için dava açtı. Kızlar bu bölgede miras hakkına sahipti ve bu yüzden kız kardeşleri bir zamanlar rahmetli babalarının hüküm sürdüğü topraklar üzerinde hak iddia edebilirlerdi. Ancak, yeni doğum yapan kontes kızkardeşlerini yasadışı bir evliliğin ürünü olmakla itham etti ve bu nedenle babalarının meşru mirasçıları olmadıklarını savundu. Stratejisi işe yaramıştı; her iki kız kardeş de sonunda miras iddialarından vazgeçtiler; ancak önce kendilerini çok zengin edecek bir para almışlardı. Bu hikayenin de işaret ettiği gibi, papalıklar genelde hayal edilenden çok daha pasif bir role sahipti.
Rahibeliğin modern anlamını kazanmaya başladığı dönemde, 13. yüz yılın başında, papalık gayrımeşru birlikteliklerin mirastan istifa etmesinden veya miras bırakılmasından ziyade gayrımeşru birlikteliklerin gerçekleşmesine odaklanmış durumdadır. Gayrımeşru cinsellikten doğan nefret, zaman zaman hanedan siyasetinde bir koz haline geldi. Bu tür birlikteliklerden doğan çocuklara karşıysa bir nefret oluşmadı. Gayrimeşru çocuklara asalet veya kraliyet unvanını miras bırakmayı engellemenin ve gayrimeşru evliliklerin suç olarak nitelendirilmesinin, kimi zaman siyasi veya pratik kaygılardan daha fazla gerekçesi olduğuna dair çok az kanıt bulunmaktadır.

‘Piç’liğin değişen içeriğini kavramak, 13. yüz yıl öncesi Ortaçağ toplumunun çalışma ve önceliklerine ilişkin daha net bir resme ulaşmamızı sağlayacaktır. Sonraları toplum katı Hristiyan yasalarına tabi olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine, liderlerinin değerini, kutlu atalarla ilgili iddialarına ve bu meşruiyete dair gücü bağlamında değerlendirdi. Şundan emin olabilir ki, meşru alanda evlilik, Ortaçağ boyunca büyük oranda sahtekârlığa hizmet etmişti. Öte yandan, 13. yüz yılın başındaki bu dünyada, en yoğun dikkat, meşru evliliklerin gerçekleşmesinden ziyade, annelerin soy ve saygınlığına odaklanmıştı. Henüz 12. yüz yılın ikinci yarısında başlayan yasal evliliğin dışında gerçekleşen doğum, bir çocuğu gayrımeşru, yani bir ‘piç’ haline getirmeye başlamıştır ve potansiyel olarak asalet veya kraliyet unvanlarını miras olarak almaya uygun görülmemiştir.

* Sara McDougall, New York Şehir Üniversitesi Ceza Adaleti (CUNY) bölümü John Jay Koleji’nde doçenttir ve CUNY Graduate Center’daki doktora öğretim üyesidir. Araştırmaları, özellikle Ortaçağ Avrupa’sında evlilik ve hukuk üzerine yoğunlaşmaktadır.

15 Ekim 2018 Pazartesi

Ruhsallık ve körlük..

Kaainatta neden varız neden bu dünyaya bedenlendik bunu bilmeliyiz.En azından sorgulamalıyız..Buraya ruhsallık hakkında öğrenmeye geldik. Bu arayışın hakiki niteliğine güven duyuyorum ama arayışın doğasını sorgulamalıyız. Problem egonun herşeyi hatta ruhsallığı dahi kendi menfaatine uygun hale dönüştürebilmesidir. Ego sürekli ruhsal öğretileri kendi yararı için bulup uygulamaya kalkışır. Öğretilere dışsal, "ben"harici, taklit etmeye çalışacağımız bir şey olarak muamele edilir. Gerçekte ise öğretilerle özdeşlik ve öğretilerin kendisi olmak istemeyiz. Bu yüzden öğretmenimiz eğer ego'dan feragattan söz ediyorsa bizler ego'dan feragatı taklit etmeye kalkışırız. Uygun duruş biçimleri ile hareketler sergileriz fakat gerçekte yaşam biçimimizin hiçbir parçasından feragat etmeyi istemeyiz. Öğretilerin gerçek anlamına karşı kör ve sağır kesilirken becerikli aktörlere dönüşür, /ruhsal/ yolu izliyormuş gibi yapmakla biraz teselli buluruz. Eylemlerimiz ve öğretiler arasında herhangi bir çelişki ve çatışkı hisseder hissetmez hemen durumu çatışkıyı yok edecek şekilde yorumlarız. Yorumlayan ruhsal akıl hocası rolündeki egodur. Durum, kilise ile devletin ayrıldığı bir ülkeye benzer. Eğer devlet politikası kilisenin öğretisine aykırı ise kralın otomatik reaksiyonu kilisenin başı, ruhsal akıl hocasına gidip onun kutsamasını (blessing) istemek olacaktır. Kilisenin başı bu durumda bazı gerekçeler üretip kral inancın koruması altındaymış gibi bir hile ile kralın politikasını kutsar. Her bireyin zihninde tutulan yol, ego hem kral hem de kilise başı haline gelerek böylece temize çıkarılır. Eger hakiki ruhsallık gerçekleşecek ise ruhsal yolun bu rasyolleştirilmesi ve bireyin eylemleri bir kenara kaldırılmalıdır. Ancak böylesi bir rasyonelleştirme ile uğraşmak hiç de kolay değildir çünkü herşey, çoğu seçimini temiz, tam ve fazlasıyla mantıklı gösteren egonun felsefe ve mantığının filtresi vasıtasıyla görülür. Her soruya kendimizi temize çıkaran yanıtlar bulmaya kalkışırız. Moral kazanmak adına yaşamlarımızın kargaşa üretebilecek her yönüne uygun bir entelektüel şema uydurmaya gayret ederiz. Ve çabamız öylesine ciddi ve huşu yüklü, öylesine doğrudan ve içtendir ki çabanın kendisinden şüphe duymakta güçlük çekeriz. Kendi ruhsal akıl hocamızın (yani ego ş.b.) "doğruluğuna" her zaman güven duyarız. Kendimizi haklı çıkarmak için neyi kullandığımızın bir önemi yoktur: kutsal metinlerin bilgeliği, diyagramlar veya çizelgeler, matematik hesaplamalar, ezoterik formüller, köktenci din, derinlik psikolojisi veya herhangi bir başka mekanizma. Şunu veya bunu yapıp yapmamaya karar verip değerlendirme yapmaya başladığımız anda zaten ilgili pratik veya kategorilere ilişkin bilgiye, bir şeyin karşısında eksi olarak gördüğümüz diğer birşeye sahip olmaktayız ve bu ruhsal materyalizm, kendi ruhsal akıl hocamızın sahte ruhsallığıdır. "Ben bunu yapıyorum çünkü bilincin, varlığın belirli bir halini edinmek istiyorum" şeklinde bir ikici düşünce biçimine sahip olduğumuz zaman kendimizi olduğumuz şeyin gerçekliğinden otomatik olarak ayırıyoruz. Eğer kendi kendimize "Bir taraf seçerek değerlendirme yapmanın neresi yanlış?" diye sorarsak, yanıt olarak şu şekilde "Şunu yapmalıyım ve şundan uzak durmalıyım" ikinci bir hüküm formüle ettiğimizde olduğumuz basit durumdan bizi çok uzağa götürecek bir güçlük düzeyine varmış oluruz. Meditasyonun basitliği sadece egonun maymun güdüsünü deneyimlemek anlamına gelir. Eğer bundan daha fazla birşey psikolojimize yerleştirilecek olsa çok ağır birşey, zırha uygun kalın bir maske olur. Herhangi bir ruhsal pratiğin temel amacının egonun bürokrasisinin dışına adım atmak olduğunu görmek önemlidir. Bu, egonun surekli şekilde arzu duyduğu daha yüksek, daha ruhsal, bilginin, dinin, erdemin, değerlendirmenin, esenliğin daha yuksek biçimleri veya belirli bir egonun aradığı herhangi birşeyin dışına adım atmak anlamına gelmektedir. Kişi ruhsal materyalizmin dışına adım atmalıdır. Eğer ruhsal materyalizm dışına adım atamaz ve gerçek hayatta bunu uygulayamaz isek eninde sonunda devasa bir ruhsal yollar koleksiyonuna kendimizi takıntılı hale gelmiş buluruz. Bu ruhsal koleksiyonların çok değerli olduğunu hissedebiliriz. Çok fazla araştırmışızdır. Batı felsefesi veya Doğu felsefesini pek çok büyük üstadın gözetiminde yoga uygulaması yaparak veya çalışarak araştırmış olabiliriz. Edindiklerimiz ve öğrendiklerimiz var. Bilgi yığınını biraraya getirdiğimize inanıyoruz. Ve yine tüm bunlara rağmen vazgeçmemiz gereken şeyler hâlâ bulunmakta. Son derece gizemli! Nasıl olabilir bu? İmkansız! Ancak ne yazık ki durum bu. Devasa bilgi ve deneyim koleksiyonlarımız ego'nun gösterisi sadece bir parçası, ego'nun tantanalı niteliğinin bir parçasıdır. Onları dünyaya sergiler ve böyle yaparak "ruhsal" insanlar olarak varolduğumuz, güvenilir olduğumuza ilişkin kendimizi onaylarız. Ancak bizler sadece antik bir dükkan yarattık. Oryantal, Ortaçağ Hristiyanlığı, veya bazı diğer uygarlık veya zamanlardan antika eşyalar üzerine uzmanlaşmış olsak da yaptığımız şey dükkan isletmekten daha ötesi değildir. Dükkanımızı pek çok şeyle doldurmadan önce odalar güzeldi: beyaz boyalı duvarlar ve basit biz zeminle tavanda yanan parlak bir lamba. Odanın ortasında bir sanat objesi vardı ve çok güzeldi. Odanın güzelliğini takdir edenler kendi güzelliğini de takdir ederler. Ancak bizler tatmin olamamıştık ve şöyle düşündük "Bu obje odamı çok güzel kıldığından eğer daha fazla antika edinirsem odam daha güzel olacak" Böylece antika toplamaya başladık ve sonuç kaosla neticelendi. Tüm dünyada, Hindistan, Japonya, pek çok farklı ülkede araştırma yaptık. Ve her seferinde bir antika bulduk çünkü yalnızca bir obje ile ilgileniyorduk, guzel olarak gördüğümüz ve dükkanımız için güzel olacağını düşündüğümüz tek bir obje. Ancak objeyi eve getirip bir yerlere koyduğumuzda ıvır zıvır koleksiyonumuza sadece bir yenisi eklemiş oluruz. Objenin güzelliği artık daha fazla parıltı sacmaz çünkü diğer pek çok güzel şeylerle çevrilidir. Artık daha fazla birşey ifade etmez. Güzel antikalarla dolu bir oda yerine ıvır zıvır dolu bir dükkan var etmişizdir! Doğru alışveriş bir yığın enformasyon veya güzellik toplamayı gerektirmez fakat her bir objeyi tam olarak takdir etmeyi gerektirir. Bu çok önemlidir. Eğer güzellik objesini gerçekten takdir ediyorsanız o zaman tamamen onunla özdeşleşip kendinizi unutursunuz. Bu, tıpkı çok ilginç, büyüleyici bir film izleyip izleyici olduğunuzu unutmaya benzer. O anda dünya artık yok olur; tüm varlığınız sinemadaki sahnedir. Böylesi bir özdeşleşmede tek bir şeye bütünüyle katılım vardır. Bir güzellik objesini, bir ruhsal öğretiyi gerçekten tattık ve çiğneyip yuttuk mu? Yoksa onu geniş ve sürekli büyüyen koleksiyonumuzun sadece bir parçası olarak mı gördük? Bu nokta uzerine fazlasıyla durmamın sebebi cogumuzun ogretiler edinip meditasyon yapmaya baslamamızın para kazanmak degil gercekten ogrenmek ve kendimizi geliştirmek isteğinden kaynaklanıyor oldugunu biliyor oluşumdur. Fakat eğer bilgiyi toplanacak bir antika, "antik bilgelik" olarak görüyor isek yanlış yol üzerindeyiz demektir. Öğretmen zinciri ile ilişkili olduğu kadarıyla bilgi, antika bir eşya gibi aktarılan birşey değildir. Daha çok bir öğretmen öğretilerin hakikatini deneyimler ve öğrencisine ilham olarak bunu devreder. Bu ilham öğrenciyi /ruhsal olarak/ uyandırır tıpkı öğretmen de daha önce uyandığı gibi. Daha sonra öğrenci öğretileri bir başka öğrenciye aktarır ve süreç böyle devam eder. Öğretiler her zaman güne uyarlanır. Onlar "antik bilgelik", eski bir efsane değildirler. Öğretiler büyük babanın torunlarına anlattığı geleneksel halk masalları gibi aktarılan enformasyonlar değillerdir. İşleyiş bu şekilde olmaz. Bu gerçek bir deneyimdir. Tibet kutsal metinlerinde bir deyiş vardır: "Bilgi tıpkı saf altın gibi yakılmalı, çekiçle dövülüp inceltilmelidir. O zaman süs olarak takılabilir." Bu yüzden ruhsal bir yönergeyi bir başkasının elinden aldığınızda onu elestirmeden almaz fakat onu yakar, çekiçle dövüp inceltirsiniz ta ki parlak asil bir altın rengi görününceye kadar. Daha sonra onu süs nesnesine dönüştürür, istediğiniz dizaynı verir ve takarsiniz. Böylece dharma her çağa ve her kişiye uygulanabilir; o, yaşayan bir niteliğe sahiptir. Üstadınız veya gurunuzu taklit etmek yeterli değildir; ogretmeninizin replikası olmaya çalışmazsınız. Ogretiler, doktrinin su anki taşıyıcılarına aktarılan kişisel deneyimlerdir. Belki okuyucularımın çoğu Naropa, Tilopa, Marpa ve Milarepa, Gampopa ve Kagyü silsilesinin diğer öğretmenlerinin hikayelerine âşinadır. Onlar için taze bir deneyim söz konusuydu ve taze deneyim silsilenin şu anki taşıyıcıları için de söz konusudur. Sadece yaşam deneyimlerindeki ayrıntılarda farklılıklar vardır. Öğretilerin sıcak, taze bir ekmeğin özelliğine sahiptir; ekmek hâlâ sıcak ve tazedir. Her bir fırıncı belirli bir hamur ve ocağa göre nasıl ekmek yapılacağına dair genel bir bilgiyi uygulamaya koymalıdır. Daha sonra kişisel olarak bu ekmeğin tazeliğini deneyimlemeli ve onu taze iken kesip sıcak olarak yemelidir. O, öğretileri kendisinin kılmalı ve daha sonra uygulamalıdır. Bu tümüyle yaşayan bir süreçtir. Bilgi toplamaya dayalı bir aldanış yoktur. Bireysel deneyimlerle eylemde bulunmaliyiz. Kafamız karıştığında bilgi koleksiyonumuza geri dönüp "Öğretmen ve tüm öğreti benim tarafımda" gibi bir onay veya teselli bulamayız. Ruhsal yol böyle işlemez. O, yalnız, bireysel bir yoldur.

Görünmezlik..

Düşünceleri ve duyguları göremeyiz,ama hareketler bize görüntünün arkasındaki olaylarla ilgili ipucu verir..Diğer yandan hepimiz bir diğer insanın bedenini doğrudan GÖREBİLİRİZ. Dudakların hareket ettiğini, gözlerin açılıp kapandığını, ağız çizgilerinin ve yüzün değiştiğini ve bedenin kendini bir bütün olarak eylem içinde ifade ettiğini görürüz. Kişinin kendisi görünmezdir.

Biz bir kişinin dışını o kişinin kendini görebileceğinden daha anlaşılabilir bir şekilde görürüz. O kendini eylem halindeyken görmez ve eğer bir aynaya bakarsa psikolojik olarak değişir ve kendini yeniden şekillendirmeye başlar. O kendine olmasa da diğerlerine çok açık seçik ve elle tutulur görünür, görmek ve dokunmak için çok belirgindir. Biz diğerine açık ve aşikarızdır, çok gerçek ve sağlam bir varlığımız varmış gibi görünür ama biz kendimize bu gerçek ve sağlam varlığa sahipmişiz gibi görünmeyiz. 

Biz insanların görünür taraflarını açıkça ve onlar da bizimkini açıkça gördükleri için biz birbirimize kendimize olduğundan daha belirgin görünürüz.Eğer insanların görünmez tarafı görünür tarafı kadar kolay ayıt edilebilseydi, yeni bir insanlıkta yaşardık. Olduğumuz şekliyle ise, görünür bir insanlıkta yaşıyoruz, görünüşlerin insanlığı. Sonuçta kaçınılmaz olarak olağandışı sayıda yanlış anlaşılma var. 

Birbirimizle olan iletişimimizi bir düşünelim. Onlar kaslarla sınırlıdır, gerek konuşma gerekse el kol hareketleri olarak. Diğer kişiye ulaşmak için her düşünce, duygu, hissiyat kas hareketleri ile gönderilmeli ve bu yolla görülebilir, duyulabilir ve dokunulabilir hale dönüştürülmelidir. İletişimimiz kötüdür; kısmen çok basit gözlemler dışında, bunu nasıl yaptığımıza asla dikkat etmediğimiz için, kısmen de sinyallerimizin yanlış anlaşılması tehlikesi olmadan iletişim kurmanın çok zor bir şey olmasından dolayı. Ayrıca çoğunlukla iletişim kurmaya çalıştığımız şeyin ne olduğunu tam olarak bilmeyiz. Sonuçta neredeyse önemli olan her şey ifade edilmeden kalabilir.

Fakat genel olarak hem biz bu kadar kötü iletişim kurduğumuz için hem de diğer insanlar bizim sinyallerimizi kendi bildikleri gibi anladığından, kendi düşünce ve duygularını onlara eklediğinden bitmez tükenmez çoklukta yanlış anlaşılmalar ve mutsuzluklar ortaya çıkar. Bu konuyu belli bir bakış açısından görmek demektir ama eğer bizim görünmez yanımız başkalarına daha kolaylıkla görünür olsaydı o zaman da yeni zorluklar ortaya çıkacaktı. 

Bütün düşüncelerimiz, duygularımız, hislerimiz, hayal gücümüz, hayallerimiz, rüyalarımız, fantezilerimiz görünmezdir. Bütün bunlar entrikalarımıza, planlarımıza, sırlarımıza, hırslarımıza, ümitlerimize, korkularımıza, şüphelerimize, şaşkınlıklarımıza, hoşlanmalarımıza, spekülasyonlarımıza, kılı kırk yarmalarımıza, dalgınlıklarımıza, belirsizliklerimize, tüm arzularımıza, heveslerimize, iştahımıza, duyumsamalarımıza, hoşlanmalarımıza, hoşlanmamalarımıza, tiksintilerimize, cazibelerimize, sevgimize ve nefretimize aittir ki bunların tümü görünmezdir. Bunların tümü kişinin kendini oluşturur. 

Bunlar varlıklarını ele verir veya vermezler. Onlar genellikle bizim sandığımızdan daha fazlasını yaparlar çünkü biz diğerleri için tahminimizden hem daha fazla hem de daha az belirginiz. Ama tüm bu içsel durumlar, ruh halleri, düşünceler vb. kendi içlerinde görünmezdirler ve başkalarında onlardan görebildiklerimiz ise kas hareketleri yoluyla ifade edilenlerdir. 

Hiç kimse düşünceleri göremez. Hiç kimse ne düşündüğümüzü bilemez. Biz diğer insanları tanıdığımızı hayal ederiz ve birbirimiz hakkında sahip olduğumuz bu tahayyüller birbirini seven ve birbirinden nefret eden fiktif (itibari, gerçek olmayan, var sayılan) insanlardan meydana gelen bir dünya oluşturur.