18 Mayıs 2018 Cuma
Dağa gitmek..
17 Mayıs 2018 Perşembe
Titreşim.
Acılarımızı tamamlamalıyız bir sonraki nesil etkilenmesin diye..
Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafindan tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir. “
Carl Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler.
Her düşünce eylem ve acılar bize atalardan tamamlamamız için miras kalmıştır..Ailenizle deneyimlediğiniz geçmişiniz, anneniz daha size hamile kalmadan önce başlar. En baştaki biyolojik formunuzda, henüz döllenmemiş bir yumurta iken anneniz ve büyükanneniz ile hücresel bir çevre paylaşırsınız. Büyükanneniz annenize beş aylık hamileyken, sizi geliştiren öncü yumurta hücreleri zaten annenizin yumurtalıkların da mevcuttur.
Bu demek oluyor ki, anneniz doğmadan bile önce, anneniz, büyükanneniz ve sizin ilk izleriniz, hepsi aynı bedendeydi. Üç nesil aynı biyolojik çevreyi paylaşır. Bu yeni bir görüş değildir. Embriyoloji kitapları bunu bizlere bir asırdan fazla zaman önce anlatmıştır. Sizin başlangıcınız baba tarafindan akrabalannızda benzer şekilde ortaya çıkabilir.
Sizi geliştirmiş olan öncü sperm hücreleri babanız henüz annesinin rahminde bir cenin iken kendisinde mevcuttu.
Yehuda'nın ve diğer araştırmacıların çalışmalanndan, stresin ne şekilde kalıtsal olabileceğini öğreniyoruz ve artık büyükannenizin yaşadığı travmaların biyolojik kalıntılarının nasıl nesilden nesle geçebildiğini geniş kapsamlı sonuçlarıyla birlikte ayrıntılı bir şekilde açıklamaya başlayabiliriz.
Ne var ki, yumurta ve spermin gelişiminde önemli bir biyolojik farklılık vardır. Babanız ergen olduğu zaman da sperm üretimi devam etti, oysa anneniz yaşamı boyunca kullanacağı sabit bir yumurta miktarı ile doğdu. Annenizin yumurta hücreleri büyükannenizin rahminde oluştuğu zaman, bu hücre dizisi bölünmesi durdu. Yani, annenizin yumurtalarından biri babanızın spermi ile döllendi ve sonuçta sizi bugünkü halinize getirdi. Günümüzde bilim bize, her iki durumda da hem öncü yumurta hem de öncü sperm hücrelerinin sonraki nesilleri etkileme potansiyeli ile olayların izini taşıyabileceğini söylüyor. Babanızın sperm gelisimi ergenlik ve yetişkinlik dönemleri boyunca devam ettiği için, neredeyse size hamile kalındığı zamana kadar babanızın spermleri travmatik izleri barındırabilir. Yeni yapılan araştırmalar da bu iddiaları destekliyor.
Turna kuşu ..
Turna derler bir kuştadır...
Asası Nil deryasında,
Hırkası bir derviştedir”
Pir Sultan Abdal
Alevi semahları içindeki en çok bilineni Turna semahıdır. Turna semahı Alevilerin İdris Peygamber’e bağlılıklarının ve saygılarının bir ifadesidir. Kimi Alevi kaynakları Alevilikteki turna kuşu sembolizmasının aslında İdris Peygamberi anlattığını kabul ederler. Bundan yola çıkarak da, Pir Sultan Abdal’ın deyişindeki Turna’nın İdris Peygamber olduğu düşünülür. Bu düşünceye göre “Asası Nil deryasında” diyerek Pir Sultan, İdris Peygamber’in mekânının Mısır olduğunu söyler.
“Eski Mısır” dendiğinde bir durmak lazımdır. Gelenek koridorunda, Mısır, Hindistan, Anadolu bağlantısının güçlü olduğu malum. Aynı “bilgi” bu koridorda taşınıp durur, ne kadar heyecan vericidir ki taşıyanlar da hep aynı karakterlerdir. Zaten bizim işimiz de biraz bu karakterler üzerinden (rehberliklerinde) içimize doğru bir kaç adım yaklaşabilmek değil mi?
Peki, İdris Peygamber kim? Eski Mısırlılarca Toth olarak bilinen, Sümerlerin Ningşzidda adını verdikleri, Eski Yunanlıların üç kere yüce Hermes anlamında Hermes Trismegistus dedikleri, Zerdüştlerin Hürmüz dedikleri, Hıristiyanların Enok olarak tanıdıkları Hermes’i, Kur’an-ı Kerim de İdris Paygamber olarak tanır (İdris ile İlyas’ın bir olduğu da söylenir). Hermes eski Mısır’ın büyük ermiş-filozofu bir kişidir ve Antik Mısır Uygarlığına damgasını vurmuş bir mürşit (inisiyatör) olarak bilinir. Mısır’da bulunan milattan önce üç bin yıllarına ait yazmalarda Hermes’in “Tanrılar Dönemi” denilen bir dönemde yaşadığı söylenmektedir. Bu da onun en eski öğreticilerden olduğunu göstermektedir. Ona Hermes adını Yunanlı yazarlar vermiştir. İskenderiyeli Clément ve Asklepios’un eserlerinde ondan Hermes Trimegistes diye söz edilir.
Trimegistes, Üç kez bilge demektir. Fenikelilerin bir efsanesine göre de, Mısırlılar Fenike tanrısı Misor’un başına toplanıp ondan bir soy isterler, o da onlara yazıyı ve alfabeyi bulan tanrı Taaut’u verir. Taaut daha sonra Toth olur. Gördüğünüz gibi bu efsaneye göre hepsinin kökeni Fenike’dir. Bu işlerde kimin kökü nerede sorgulaması yapmak kadar anlamsız ve gereksiz bir şey olmadığının bilinciyle devam edelim. Hermes sözcüğü Ermes, Hermis ve Heramis biçimlerinde de söylendiği gibi Anadolu Türkçesine Ermiş olarak girmiş ve Tanrıya kavuşma halinin bir adı olarak benimsenmiş. Böylece batıni geleneğin önemli bir temel kavramı “ermiş” olmuştur.
16 Mayıs 2018 Çarşamba
Biz müşrik olabilir miyiz..
Mekkeli müşriklerdeAllah'a inanır ve ibadetlerini yaparlardı.
Şirk ne demektir?
Müşrik ne demektir?
Yoksa bizler de müşrik miyiz?
Kur'ân'ı incelediğimizde anlıyoruz ki müşrikler de Allah'a inanıyorlar ve inançlarına sıkı sıkı bağlılar.
Asla Allah'ı inkar etmiyorlar
Zuhruf Sûresi 9: Ve le in seeltehum men halakas semâvâti vel arda le yekûlunne halakahunnel azîzul alîm
Meâli: Doğrusu onlara, gökleri ve yerleri kim yarattı diye sorduğunda, elbette varlığın yüce sahibi, ilmin sahibi olan onları yarattı, derler.
Zümer Sûresi 3: ………vellezînettehazû min dûnihî evliyâ mâ nabuduhum illâ li yukarribûnâ ilallâhi zulfâ……………….
Meâli: ……Ondan başka evliya edinenler, biz onlara kulluk etmiyoruz, ancak Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara yakın oluyoruz, derler.
Yûnus Sûresi 18: ....ve yekûlûne hâulâi şufeâunâ indallâh....
Meâli: … Derler ki: Bunlar Allah’ın katında bize şefaatçi olacaklar.
Ankebût Sûresi 63- Eğer onlara; gökten yağmuru indiren, böylece topraktan hayat veren, sonra da oradan nutfeler çıkaran kimdir, diye sorsan, elbette Allah derler.
Nisâ Sûresi 153...senden Ulvî Âlem’den bir kitap getirmeni isterler.
En'âm Sûresi 148- Ortak koşan kimseler derler ki: Eğer Allah isteseydi, biz ve atalarımız ortak koşanlardan olmazdık .....
Furkân Sûresi 7- Dediler ki: Bu nasıl bir Resul? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi ya.......
Furkân Sûresi 8......ya da devamlı oradan besleneceği cenneti.....
Kur'ân'ı dikkatlice incelediğimizde anlıyoruz ki, Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumunda, Allah inancı ve ibadetler kavramı bugün ki İslam toplumunda ki ile hemen hemen aynı.
Kur'ân'ı incelediğimizde Mekkeli müşriklerin;
Allah'a Zuhruf Sûresi 9, Ankebût Sûresi 63
Kitaba, Nisâ Sûresi 153
Meleklere, Furkân Sûresi 7
Resûl'lere, Furkân Sûresi 7
Ahirete, Furkân Sûresi 8
Kadere, En'âm Sûresi 148
inandıklarını görüyoruz
Mekkeli müşriklerin şiirlerinde Allah inancına rastlıyoruz.
İmanın şartları dediğimiz şartlara da rastlıyoruz.
Hazreti Muhammed'in Allah'tan ve niteliklerinden bahsetmesini hiçbiri yadırgamadı.
Çünkü kendilerinin bildiği şeyleri söylüyordu Hazreti Muhammed.
Bu bilgilere "İbn-i Habib" in "Muhabber" kitabında ve H. Mehmet Soysaldı'nın kitabında rastlıyoruz.
"Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi"
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1997
“ Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi “ (Ebu Muslim).
Ebu Cehil de, Ebuzer Gifari de cahiliye döneminde namaz kılmaktaydılar.
Hazreti Muhammed'in çağrısı neydi ki birini can düşmanı diğerini can dostu yaptı?
Sadece namaz değil hac, oruç, abdest, gusl, cenaze namazı, cuma toplantısı (yevmul arube, arabların günü) kırkta bir zekat, kısas, el kesme, sopa vurma, bir Allah’a inanma, Adem’i, Nuh’u, Hud’u, İbrahim’i, İsmail’i, Hacer’i saygıyla anma, örtünme, sakal, cübbe, sarık vs. bugün İslam’da ne kadar ritüel (nusuk), ahkam, şekil, şemal ve itikat varsa hepsine sahipti cahiliye Arapları.
"İbn-i Habib" in "Muhabber" kitabından
Putperestlerde günde 5 vakit namaz kılarlardı
Şaharit namazı: Sabah Namazı
Musaf Namazı: Öğle Namazı
Minha Namazı: İkindi Namazı
Neilat Şerarim Namazı: Akşam üstü namazı
Maarib Namazı: Akşam Namazı
Anlıyoruz ki bugün ki iman ve ibadet mevzuları hemen hemen aynısıyla Mekke'li müşriklerde vardır.
Peki Mekke'li müşrikler neden Hazreti Muhammed'e karşı çıktılar.
Söylemler aynıydı, ama anlayışlar aynı değildi.
Onlara sorsan: Gökleri ve yerleri kim yarattı diye, derler ki aziz olan alim olan Allah yarattı....Zuhruf Sûresi 9
Evet ne kadar ilginç değil mi!
Yalnızca Allah yarattı demiyorlar.
Allah'ı anarken Allah'a ait olan sıfatlarla Onu yüceltiyorlar.
Semavat yani gökler kelimesi geçtiğinde oraya layık olan" Âziz" kelimesini kullanıyorlar.
Ard yani yeryüzü kelimesi geçtiğinde oraya layık olan "Âlim"kelimesini kullanıyorlar. Çünkü yeryüzü tüm ilmin sergilendiği yerdir.
Evet Mekke'li müşrikler belli ki bizlerden çok daha iyi Allah inancına sahiptiler.
Ve Allah'ı anarken Allah'a ait olan sıfatlarla anıyorlardı.
Bugün hangimiz bunu yapabilir ki?
Evet Kur'ân'a göre müşriklik nedir?
Müşrik: "Şe-ri-ke, Şirk" kökünden gelmektedir.
Şerike ortak olmak demektir. Senin de var benim de var anlamındadır.
"Şirket" de bu kökten gelir. Yani ortaklık.
Yani Müşrik: Ortak koşan anlamında kullanılır. yani Allah'a ait olan vasıfların Allah'ın yarattığı kula da isnad edilmesidir.
Allah'ın yarattığı kula, ulûhiyet isnad edilmesidir.
Ama kendine ama başka birine Allah'a ait olan yüceliği isnat etmektir.
Kişi hem Allah'a inanır hem de Allah ile arasına yücelik isnat ettiği birilerini ya da kendini koyar.
Allah ile arasına koyduğu yücelik verdiklerine"Evliya-Veli" der.
Ve evliyasını şefaat aracı olarak koyar.
Zümer Sûresi 3: Ondan başka evliya edinenler, biz onlara kulluk etmiyoruz, ancak Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara yakın oluyoruz, derler.
Oysa Kur'ân; Allah'tan başka veli- evliya edinmeyin, der.
En'âm Sûresi 51:…. min dûnihî veliyyun ve lâ şefîun…
Meâli:...O’ndan başka dost ve şefaat eden yoktur.
Câsiye Sûresi 10:.....Allah’tan başkasına evliya diye sarıldıklarından da onlara bir fayda yoktur....
Allah'a ait olan sıfatları kendine nisbet etmek müşrikliktir.
Hazreti Muhammed; kölelik yoktur, hepimiz Allah'ın kuluyuz, eşitiz dediğinde, Mekke'li müşriklerin ileri gelenleri ona itiraz ettiler.
Ve dediler ki: Biz Bilal ile bir miyiz, Allah onu köle olarak yaratmış ama bizleri kendine ait olan "Melik" isminin mazharı olarak yaratmış. Bak bizler Mekke'nin yöneticileriyiz, ama Bilal köle.
Kendini ya da birini "Alim" görmek te müşrikliktir.
Çünkü "Alim" Allah'ın sıfatlarından biridir. İlmin sahibi demektir.
Cümle varlıkta satır satır yazılı olan ilmin sahibi Allah'tır ve oraya o ilmi yazan Allah'tır.
Varlık, Allah'ın ilmiyle varolmuştur.
Bir tohumun içinde olan satır satır yazılı olan, filiz, dal, çiçek, yaprak, meyve yazılımını yapan Allah'tır.
İşte kişinin Allah'a ait olan ilmi kendine ya da birine nisbet etmesi müşrikliktir.
Kişilere: Kâmil, Arif, Rical, Talebe denir.
Allah'a ait olan nitelikleri birine nisbet etmek müşrikliktir.
Yani Allah'ım sen alimsin, işte bu kulun da alim demek, Allah'a ortak koşmaktır. Allah'a ortak çıkarmaktır. İşte bu müşrikliktir.
Örnekler verirsek:
Allah'a ait niteliklerden bazıları.
Bâkî: Yok olmayan, sonsuz olan
Hâdî: Yol gösteren, hidayet veren
Hakîm: Tüm varlığa, her şeye hâkîm olan
Kādir: Kudretli, güçlü,
Mâlik-ül Mülk: Mülkün sahibi olan Allah'tır, kişi emanetçidir.
Bu mülkün sahibi kim dememeliyiz, bu mülkün emanetçisi demeliyiz.
Reşîd: İrşad eden, Allah'tan gayrısı irşad edemez, kul vesile olur.
Samed: Hiç bir şeye muhtaç olmayan, eğer bir kişiyi zengin der hiç bir şeye muhtaç değildir dersek bu müşrikliktir.
Çünkü her kişi, havaya, suya, yemeğe vs muhtaçtır. Ama Allah hiç bir şeye muhtaç değildir.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Evet, Hazreti Muhammed: Allah'ın indinde herkes eşittir, kadın erkek eşittir, kadın da sizin gibi bir insandır, köle dediklerinizde bir insandır, birinizin diğerine bir üstünlüğü yoktur, dediğinde ve bunla benzer muhteşem tesbitleri ortaya koyduğunda, Mekke'nin müşrikleri bunu kabul etmediler.
Çünkü onlar kendilerinin yüce yaratıldığına, seçilmiş olduklarına, hidayet bulduklarına, şefaat ehli olduklarına, inanıyorlardı.
Hiç bir efendi ile köle bir olabilir mi, diyorlardı.
Ve bunu için Hazreti Muhammed'le bu konularda ve bilhassa kader konusunda ayrılıyorlardı.
İşte anlıyoruz ki Allah'a ait olan sıfatları, yücelikleri ama kendimize ama birine isnat etmenin adı müşrikliktir.
Allah ile aramıza birini ya da bir şeyi ulûhiyet vererek koymamız müşrikliktir.
Acaba bizler müşrik miyiz?
İrade ve insan.
Meâli: Bütün varlıkta sadece işleyen O’dur. O bir şeye irade ettiği zaman, ona ol der, böylece olur.
Cüz: Parça, bütünün içindeki parçacıklar, hücreler,
Eğer hücrelere, kül dersek, hücre içindeki organeller( ribozom, lizozom, golgi cisimciği, endoplazmik retikulum vs) cüz olur.
Eğer organellere kül dersek, organeller içindeki alt parcacıklara cüz deriz.
Bunu atomlara ve atom altı parçacıklara kadar uzatabiliriz.
Cüz: Parçaya ait, küle ait sistemin içindeki sistem...
İnsan bedeni külse, her hücre cüzdür.
Her hücre cüzse, her hücrenin içinde ki hücrecikler cüzdür.
Yani parçayı da, bütünü de yaratmadaki istek Allah'a aittir.
Bir şeyin yaratılışı"Ol" emriyle başlar,
İşte bu emrin içindeki istek "İrade" dir.
Ve bu Allah'a aittir.
Kul zerre kadar bir şey yaratamaz, yaratmada irade sahibi olamaz.
Bir tohum düşünelim, tohumun içindeki ağaç olma isteği Allah'a aittir.
Tohumun içinde "Ol"emri tecelli ettiği zaman, tohumun içinde bir hareketlenme ve toprağa bir filiz verme süreciyle başlayan ağaçlanma, meyvelenme süreci devam eder gider. İşte bu varoluş Allah'a ait olan iradenin tezahürüdür.
Ve bu sıfatların sahibi Allah'tır.
Ve tüm bu kâinat bu sıfatlarla yaratılmıştır.
Çünkü Allah’ın “Samed” ismi yani hiçbir şeye muhtaç olmaması vardır.
İstek dersek, istek de muhtaçlık algısı vardır.
Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
Bizler zerre kadar bir şey yaratamadığımız için"İrade" bize ait olamaz.
Kül deki de, Cüz deki de varoluş Allah'a aittir.
Bunlar kula bahşedilen yeteneklerdir.
Kul bunları yok sayamaz.
Bu kula ait istektir.
Kula ait istek “Yeşa” kelimesiyle.
Allah’a ait istek ise “İrade”kelimesiyle belirtilmiştir.
Meâli: Bütün varlıkta sadece işleyen O’dur. O bir şeye irade ettiği zaman, ona ol der, böylece olur.
En'âm Sûresi 125: مَن يُرِد....Men yurid....kim isterse
Bakara Sûresi 185: يُرِيدُ اللّهُ .....yuridu Allah...Allah irade eder
Ahzâb Sûresi 17: İn erada: Eğer, şayet, isteme, uğrama, gelme, başa gelen,
Meâli 11- Önlerinde ve arkalarında var olan O gücü anlamak için bakanlar, işleyişin Allah’a ait olduğunu anlayanlar, hakikatlerle korunurlar. Muhakkak ki bir kavim; Allah’ın hakikatlerini anlamada bir değişim içinde olmazsa, hatta onlar bu hakikatlerle kendilerini geliştiremezlerse ve iradenin Allah’a ait olduğunu bilemezlerse, kötülüklerde olan bir kavim olurlar. Bundan sonra onların hayırla bir ilgisi olmaz ve onlar O’nun dostluğunu da anlayacak değillerdir
İbrâhîm Sûresi 4: مَن يَشَاء ...men yeşâu .....isteyen kimse
......fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ....
Meâli: ...... Bundan sonra isteyen kimse, Allah’ın hakikatlerinden kendi dalaletine sapar ve isteyen kimse de hakikatlere yol bulur
Onlarda iradeyi bedensel istekler olarak düşünürler, atalarından öğrendikleri gibi savunurlardı.
"Açları isteseydi Allah faydalandırırdı, doyururdu", deyip onlara yardım edilsin diyenlere karşı çıkarlardı.
"Allah'ın istememiş ben de isteyemem" derler ve "Allah'ın iradesine karşı çıkamayız" derlerdi.
Hatta farklı yorum yapanları da sapık ilan derlerdi.
Yâ-Sîn Sûresi 47:..... Biz mi faydalandıralım, eğer Allah isterse o kimseleri faydalandırır, sizler ancak apaçık bir dalalet içindesiniz, derler.
Allah isteseydi bize hidayet ederdi, derlerdi.
Bunlar hep müşriklerin, irade konusundaki anlayışlarıdır, yorumlarıdır.
Kül boyutunu cüz boyutunu da bizzat yaratan Allah'tır.
Yani zerreyi de bütünü de yaratmada ki irade Allah'a aittir.
Yani vücudumuzda ki hücrenin de, bedenin de yaratılmasındaki irade Allah'a aittir.
Kula ait istek “Yeşa” kelimesiyle. Allah’a ait istek “İrade”kelimesiyle belirtilmiştir.
Cüzü de Külü de yani parçayı da bütünü de yaratan Allah'tır ve buradaki yaratma istek de Allah'a aittir.
Yani bir tohumdan filiz verme isteği bize ait değildir.
Yani parçanın da bütünün de yaratılmasındaki irade Allah'a aittir.
Ramazan ayı..
Kendini yakma nefsini yok etme ayı..
Nefsini bilen rabbini bilir,deyimi daim geçerlidir ama bu ayda daha bir önen kazanır bu söz.Tarihte "Ramazan ayı" diye bilinen ayın doğuşu.
Hazreti İbrâhîm'in, Ramazan ayı ile ilgili bağlantısı.
Kur'ân'da Bakara Sûresi 185. ayet de "شَهْرُ رَمَضَانَ - Şehr Ramada"
ayeti vardır.
Şehr: Ay, şehir, iç alem, medeniyet, açığa çıkış, teşhir etmek.....
Ramada: Yakmak, yanmak, kesinleştirmek, hakkı arama ateşi...
Ramazan ayı, Allah'ın ayı diye bilinir.
Tabi sormak gerekir, diğer aylar Allah'ın ayı değil midir?
Bu ayın ismini, Hazreti İbrâhîm'in koyduğu sanılır.
Çünkü, Hazreti İbrâhîm'in gönlüne; yaratıcısını, yani Allah'ı arama aşkının ateşinin düşmesi, bu ay diye bilinir.
Hazreti İbrâhîm; atalarından gelen tanrı inancını reddedip, gerçeği aramanın ateşiyle, yerlere göklere baktı, varoluşu inceledi, varedeni aradı.
İşte, Hazreti İbrâhîm'in hakikati arama aşkı, yaratıcıyı arama aşkı, yani Allah'ı arama aşkının gönüldeki ateşine, aşkına "Ramazan ayı" denir.
Bu hakikat unutulup yalnızca yemekten, içmekten sakınmaya oruç denmiştir.
Ramazan ayında tutulan oruca ramazan orucu denilir.
Kur'ân'ı incelediğimizde görüyoruz ki, Hazreti Muhammed’den önce de insanlar oruç tutarlardı..
Peki Hazreti Muhammed öncesi oruçla, Hazreti Muhammed sonrası oruç arasında ki fark var mıydı?
Öncelikle ramazan kelimesini incelersek:
Ramazan, رَمَضَ “ra-ma-da” kelimesinden alınmıştır, diye bilinir.
Ramad (رَمَضٌ); Yanmak, kavrulmak, ateşin yakıcılığı, güneşin yakıcılığı, gerçeği aramadaki hararet,
Ra: Güneşe verilen isimdir. Ra-ma-da kelimesi bu kökten gelir
Oruç, sözcüğü Farsça kökenlidir, rôcik sözcüğünün Türkçe'deki söylenişi olup "günlük" manasındadır.
Kur'ân'da صوم savm ve صيام sıyam olarak geçen kelimeyi oruç diye çevirirler.
Savm: Sakınmak, korunmak, uzak durmak, men etmek,
el çekmek, hareket etmemek, terk etmek, tüm fena hallerden sakınmak, konuşmamak gibi anlamlara gelir.
Gurur, kibir, benlik, fitnelik, hasetlik, yalan söylemek gibi cehalet hallerini terk etmek de "Savm"dır.
Bu halleri terk edemeyenin "Ramazan ayı" başlamaz.
Yani bu haller kişide olduğu müddetçe, kişinin gönlünde hakikati arama ateşi tutuşmaz.
Bakara Sûresi 183: Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn
Meâli: Ey iman edenler, sakınmak sizden öncekilere yazıldığı gibi, sizlere de yazıldı. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.
Ayette çok güzel bir şekilde"Savm" kelimesi açıklanmıştır.
Fenalardan sakınmak, Allah'a ortak koşmamak.
Savm'ı dilimize oruç diye çeviriyorlar ve onu da gündüz yemekten içmekten sakınmak diye yorumluyorlar.
Peki Savm, yalnızca yemekten içmekten sakınmak mıdır?
Savm çok derin anlamlar taşıyan bir kelimedir.
Savm'ı yalnızca yemekten içmekten sakınmak diye çevirirsek, Savm'ın taşıdığı derin anlamı örtmüş oluruz.
Eğer bizler "Savm"ı yalnızca yememeye, içmemeye bağlarsak, "Savm"'ın derin manasını anlayamayız.
Oruç, Hazreti Muhammed'den önce de farzdı.
Hatta, abdest, namaz, kurban, hacc, zekat, cenaze namazı, fıtr bayramı, boy abdesti, kâbe’nin kutsallığı gibi inançlar, Hazreti Muhammed'den önce de farzdı.
Bunlara Mekke'li müşrikler uyarlardı.
Ramazan ayında İslam dünyasının tuttuğu oruç, Sabiilik inancıyla benzeşir.
Bir çok kültürde oruç görülür.
Lakin oruç genellikle yemekten içmekten sakınmak diye bilinir.
Manevi ciheti pek araştırılmaz.
Çünkü insanlar genelde adet olan şeyleri pek sorgulamazlar ve aynen atalarından buldukları gibi takip ederler.
Hatta bununla ilgili sevgili efendimiz Hazreti Muhammed’in sözleri vardır.
“Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. (İbn Mace, Sıyam,21)
“Nice oruç tutanlar var ki, oruçlarından payları açlık ve
susuzluktur. (İbn Hanbel, 2/373)
Ramazan: Yanmak demektir, kendi aslını aramadaki manevi yolculukta Allah aşkıyla yanmanın adıdır.
Savm: Sakınmak, korunmak, tüm kötü hallerden uzak durmak, Allah'a ait olan nitelikleri kendimize nisbet etmekten sakınmak, demektir
Sahur: Gece uyanıklılığı yani gafletten uyanmak demektir
İmsak: Kendini tutmak, el çekmek, hapsetmek, kendine benlik isnat etmekten el çekmek, demektir
İftar: Fatır kelimesinden gelir, açmak, yarmak, yaratılış, yaratılış sırrına ulaşmak, yaratanı anlamak demektir.
Meryem sûresi 26 da "Susma orucu" bizlere ne kadar muhteşem sunulmuştur.
Yani bir insanla tartışmaya girme "Sus" denilmiştir.
Terâvih namazı; Halife Ömer zamanında, halife Ömer tarafından konulmuştur, terâvih namazını cemaatle ilk kılan odur diye aktarılır.
Hicri takvim halife Ömer zamanında başlatılmıştır ve her yıl genelde 11 gün önce gelir.
Hicri takvim, Hazreti Muhammed'in, Mekke'den Medine'ye 16 Temmuz 622 tarihinde göç etmesi tarihini başlangıç kabul eder.
Kur'ân'da Bakara sûresi 185 de: Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez ayeti vardır.
İstense oruç yalnızca kış aylarında tutulabilir kanâtindeyim.
Bunun ispatı Hazreti Muhammed'in hayatında vardır.
Hazreti Muhammed; Medine'den Mekke'ye dönüşünde çölde (Bu olay Mekke'nin fethi diye bilinir) insanlar oruç ve herkes perişan bir halde iken, Hazreti Muhammed'e geliyorlar ve diyorlar ki: Çok susuzuz ya resûlAllah.
Hazreti Muhammed diyor ki: Bana bir bardak su getirin.
İkindi vakti henüz, iftara daha iki, üç saat vardır.
Hazreti Muhammed bir kayanın üstüne çıkmış ve seslenmiş:
Bakın görüyor mu beni herkes.
Bakmışlar: Her yerden görünüyorsun ya resûlAllah, demişler.
Hazreti Muhammed, bardağı kaldırmış ve suyu içmiş ve orucu bozmuş.
Bir çok kişi de oruçlarını bozdular, mataralarından sularını içtiler.
Bir bölüm sahabe: Ramazan’da oruç bozulur mu, bu ne biçim iş, diyerek bozmadılar.
Bu olaya Müslim de ve diğer hadis aktaranlar da rastlıyoruz.
Buradan anlıyoruz ki oruç kolaylıkla kış aylarında tutulabilir.
Tabi kim isterse orucunu istediği şekilde tutabilir de.
Kişilerin inanç meseleleri, onların Allah inancıyla ve bildikleri ile ilgilidir.
Bu kişinin huzuru ve samimiyeti kişiyi ilgilendirir.
Eğer bu 1 ayı 11 aya yayabilirsek, ki asıl amaç bu olmalıdır.
O zaman insanlar fenalardan sakınırlar, Allah'a ortak koşmazlar ve birbirlerine karşı zerre kötülük yapmaktan sakınarak yaşarlar.
İnşAllah savm’ın mânâsı üzere yaşayanlardan oluruz .
İnşAllah her anımızı kötü hallerden sakınarak geçiririz.
Anlıyoruz ki, Hazreti İbrâhîm'in hakikati arama aşkı, yaratıcıyı arama aşkı, yani Allah'ı arama aşkının gönüldeki ateşine, aşkına "Ramazan ayı" deniyor.
İnşAllah, Hazreti İbrâhîm gibi, bizlerin de gönlüne hakikati arama ateşi düşer ve bizim de Ramazan ayımız başlar.
15 Mayıs 2018 Salı
Acılarımız atalarımızdan bize miras kalmıştır.
Acılarımız bizim o anki duygulardan kaynaklanan hislerimizdir...Psikolojik acı sınırlı zihin programının istediği olmadığında hissedilen bir duygudur.Psikolojik acı Tanrı'dan insanlığa düşük zihin kalıplarında hapis olmasın diye verilen bir uyarı sinyali niteliğinde bir duygudur.Amacı derin düşündürüp hakikati buldurmaktır.Acı kaçılması gereken bir duygu değildir.İnsanlık ne yazıkki ya acıdan kaçmayı yada acıdan zevk almayı seçmiştir çoğunlukla.Acının sebebi düşük enerjili ve hakikati içermeyen düşüncelerdir.Çok boyutlu düşünelim.Bende babamın,teyzelerimin,kardeşimin...çok yakınım olanların bu boyut bedenlerini bırakışlarına şahit oldum.Bakış açısıdır duyguları tetikleyen.Sevdiğin muhteşem bir üniversiteye eğitime gitse yada çok güzel bir ülkeye üzülürmüsün?Korktuğumuz ölüm gerçekte boyut değiştirmektir.Ölüm diyoruz...gerçekten bu ölümmüdür? Biyolojik bedenin zamanı gelince bırakılmasını yok oluş diye yorumlamaktır acıyı oluşturan.Olanı yorumlayan zihindir.Peki nasıl yorumluyor.Hangi bilgilerle kodlandıysa ona göre düşünüyor.Düşüncelerde duyguları oluşturuyor.Tasavvufta herşeyde bir hayır vardır denir,ama bu hayrı ancak hakikatle programlanmış bir zihin görebilir.Acı nedir,durun derin düşünün...içinde bulunulan formsal yaşamın dengesini tehtid eden bir duruma verilen sinyaldir.Psikolojik acıda psikolojik dengenin bozulmasına karşı bir uyarı sinyalidir.Batı tıbbı acıyı bastıran,mutluluk hormonu salgılatan ilaçlar verir.Bu bir dikenin üstüne oturandan dikeni çıkarmak yerine ağrı kesici vermeye benzer.gerçek çözüm dikeni çıkarmaktır.Bu diken acıyı hissettiren düşüncelerden temellenmiş yaşam şeklidir.Hakikatle programlanmış zihin acıdan özgürleşmiştir.
Auralarımız ve biz..
Ölçümlenebilien ilk insan enerjisi kalbin etrafında saptanan enerji alanıdır. Yüzyıl kadar önce bu konuda yapılan araştırmalar elektrokadiyogramın bulunuşu ile sonuçlanmış ve bu buluşu yapan Einthoven'a çalışmaları nedeniyle 1924 yılında bir Nobel ödülü verilmiştir. 25 yıl kadar sonra Berger beynin etrafındaki enerji alanını ölçmeyi başarmış ve elektroensefalografiyi bulmuştur.
14 Mayıs 2018 Pazartesi
----- 3
Alevi Bektaşi İnancında Devr- Devriyelere Örnek
Alevi Bektaşi inancının içinde en önemli nefesler devriye adı verilen kâinatın oluşum sebebini anlatan nefeslerdir. Bunların en güzel örneklerinden birisi de Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından Bektaş Çelebi(Şiri)’nin ‘Cihan var olmadan ketm-i âdemde’ devriyesidir.
“Urum diyarını ben irşâd ettim
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben”
Bektaş Çelebi (Şîri) 1710-1761 Hacı Feyzullah Çelebi’nin büyük oğludur. Babası’nın ölümünde 49 yaşında bulunan Bektaş Çelebi, Mustafa III tarafından verilen bir fermanla Hacı Bektaş Veli Dergahı’na postnişin olarak atanmış, iki yıl kadar bu görevde kalmıştır.Çok güçlü bir şair olan Bektaş Çelebi, şiirlerinde Şîri mahlasını kullanmıştır. Bektaş Çelebi 1761’de ölmüş Hacıbektaş Bâlâ mahallesinde bulunan özel türbesinde toprağa verilmiştir.
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişinlerinden Şir’i Bektaş Çelebi, Devriye adlı şiirinde şöyle diyor:
Cihan var olmadan ketm-i ademde
Hakk ile birlikte yektaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü ol demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben
Henüz Âdem, kâinat-evren yok iken ben Hak ile birlikte idim; Hakk’ın, evrene hayat veren varlığın özünde idim ve kâinat-evren varlığımızdan var oldu. Onu nakış gibi işleyen, biçimlendiren bendim.
Varlık tanrıdan taşan bir ışıktır. Mutlak varlıktan çıkan bu ışık akıllar aracılığı ile maddenin dört öğesine (toprak, su ,hava ,ateş) değin inerek varlık dairesi yada var oluş çemberinin aşağı doğru inen ilk yarısını oluşturur. Buna alçalan eğri (devre-i fersiye, kavs-i nuzul) denir.
Anasırdan bir libasa büründüm
Nar-u, bad-ü, ab-ı Hâk’ten göründüm
Hayr’ül-beşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben
“Devr-i daim ile ateş, hava, su, toprak” dört ana elementten vücut buldum. Canlıların içerisinde aklı, fikri, yaratıcı özelliği olması itibarıyla en hayırlısı idim ve Âdem var iken ben de var idim” diyor.
Âdem’in sulbünden Şit oldum geldim
Nuh-u Nebî olup Tufan’a daldım
Bir zaman bu mülke İbrahim oldum
Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben
İsmail göründüm bir zaman ey can!
İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman
Eyyüp geldim çok çağırdım El’aman
Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben
Âdem’den Şit olarak doğan ben idim, Nuh Nebi, Beytullah’ı yapan İbrahim ben idim. İsmail, İshak, Yakup, Yusuf ben idim. Vücuduna kurtlar düşen, Eyyüp Nebi ben idim diyor. Onların içindeki Muhammedi Cevherin hep aynı öz olduğu o özün Hak’tan olduğu anlatıldığı gibi tüm peygamberlerin felsefi açıdan yüzyıllar önce yaşayan peygamberlerin hem akraba oluşu bir sülbten tertemiz rahimlere aktarılarak ilk yaratılan batın âleminde Muhammed’in nuru olduğu Adem’in bu nura kap olduğu, hem de bu gelen tüm peygamberlerin özünden anlayıp, onların insanlığa verdiği hizmeti bugün de kendisinin vermeye çalıştığını ve mânâda onlarla bütünleştiğini söylüyor buna da Vahdet diyoruz. İnançsal açıdan da Viranî Baba’nın bir beytinde şöyle derken,
Bin bir dondan baş gösterdi Mürteza
Biz bir bildik dedik Allah-Eyvallah
Şah-ı Merdan Ali’nin zahirde farklı zaman, mekân, don (beden) ve isimlerde gelen, ama gerçekte bir olan Hakk’ın varlığını temsil ettiğini anlatıyor. Hak-Muhammet-Ali birdir.
Şu fena mülküne çok gelip gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Urum diyarını ben irşad ettim
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben
Şir’î burada, fiziğin de konusu olan, “Evrende hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz” ilkesine dayalı “Maddenin Korunumu Kanunu”nu öngörüyor. Bu dünyaya çok defa gelip gittim, bedenimin eridiği toprağa düşen yağmur ve o topraktan çıkan ot ben idim. Anadolu’yu irşat eden Horasan’dan gelen Hünkâr Hacı Bektaş Veli ben idim derken de mânâda aynı düşünceyi paylaşmasını, içselleştirmesini ifade ediyor.
Şimdi hamdülillah Şir’î dediler
Geldim, gittim, zatım hiç bilmediler
Kimseler bu remzi fehm etmediler
Her gelen mahlûka kardaş idim ben
“Şimdi (dünyada bulunduğum anda) bana Şir’î dediler. Bu dünyaya çok geldim, gittim, ama sırrımı kimseler düşünüp, tefekkür edip bilemedi. Her gelen varlığa kardeş idim.”
Bilim adamları, “Evren başlangıçta bir ışık ya da enerji kütlesiydi. Bazı koşullar sonrasında büyük bir patlama oldu ve o enerjinin çözülmesi sonucunda da bütün canlı ve cansız varlıklar evrimleşerek hayat buldu” derler. Şir’i Bektaş Çelebi, bu noktayı işaret ederken aynı zamanda bütün varlıkların Hakk’ın bir tezahürü (görünür hali) olduğunu, dolayısıyla O’ndan var olduğunu söylüyor.
-----2
3-Varoluş dairesinin son aşaması
-İnsan-i Kamil
-Hakka ulaşmak (Enel Hak)
Nur, Tasavvuf inancında Gerçek’tir, Hakikat’tir, işte o yüzden cemlerde önce çerağ uyandırılır, sonra sırlanır. (On iki hizmetten delilci hizmeti,)“Delil, sırlandıktan sonra (süpürgeci hizmeti) ile devam ettirilir. Üç defa postun önü ayinle ilgili olarak „Nur ola sır ola, nur ola sır ola, nur ola sır ola“ denilip süpürülür.
Geçmiş tarihlerde cem ayinlerinde mum yakılmıyordu çıra ve benzeri kolayca yanıp aydınlatan odunlar seçiliyordu, süpürülende ateşin külleridir. (Sırrı kal eyleyen ser’den gelmek ) ateşin külünün izah edilişidir. Odun kömürü sonradan tekrar yakılarak ateşe çevrilebilir. İşte bu yüzden ozanlarımızca dile getirilen (sırrı kal eyleyen ser )kömür ve külleridir.
Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Hırka dağındaki ateşin küllerini savurması da yaşamın başlangıcı olan ateşin, nur’un, ışığın, evrenin özüyle, özdeşleşmesi için doğaya savrulmasıdır. Yaşam karbon’la başlamıştır. Hırka dağı ise eski bir sönmüş yanardağ’dır. Bilim adamları 19. yy. da varoluş fosillerini araştırırken yaşamın karbonla başladığını buldular. Yaşam kimyasal değişimler gösteren tabiata bağlı olarak organik oluşumların tamamlanması ile karbon gazının kimyasal bileşimlerinden oluşmuştur.
Nur (Sudur) Felsefesi
İlk ışık kademesi olan hakk’tan, hemen her şeyin ondan yaratıldığı kabul edilen ilk akla (akl-i Evvel’in Nuru, Muhammedi, Ruhul Azam, Ruh-u Muhammedi, Akl-ı kül, Akl-ı Muhammedi, Kalem, Nefsi Muhammedi’ye yansımasına) denilir. Böylece cevrimin kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir, bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şuhud) alçalan eğri’sinin dönüşümü başlamış olur.
“Ben bir kitap okudum, kalem onu yazmadı
Mürekkeb eyleyeydim yetmeye yedi deniz.”
Yunus Emre burada okuduğu kitap Hakk’ın yazdığı kâinatın kitabıdır. Allah; Hu, hay ve sonrasında Hakk olup potansiyel kazandıktan sonra „dönüşümler“ geçirerek, yani kendine „yabancılaşarak“ kendinden daha az şeyler içeren daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alarak, doğal element’e saf cevher’e değin iner.
Yunus Emre;
“Ölür ise ten ölür,
Canlar ölesi değil “
Derken böylece inançta „varoluş çemberi“ olarak algılanan „çevrim “in, kutsal köken ’den çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan evresinin son durağında hareketi tamamlamış olur.
Varoluş Çemberi’nin bu ilk yarısı tümüyle bir inanç ürünüdür. Gönül Bilgisi’yle (sezgisel akıl)’la ulaşılan, batıni bilince öncelik verilerek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan, nesnel dünyaya göre „değişmez, kalıcı ve ebedi“ bulunan bu idealist düşünce „Metafizik aydınlanma“nın doğadan önce var olan ve diyalektik yöntemle gelişerek „kainatlaşan“ ve insan bilincinde kendini bulan „mutlak düşünce“ sinden başka bir şey değildir.
Yunus Emre;
“Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun!”
Önce „mutlak bir düşünce“ vardı, yani mana her şey bu mutlak düşünceden oluştu, diyen metafizik aydınlanmacılarla önce „mutlak hiçlik“te bir tanrı vardı, her şey O’nun kendine yabancılaşmasıyla, yani diyalektik „dönüşüme“ uğramasıyla „görünür gerçekler“ durumuna geldi diyen; Horasan’dan Anadolu’ya gelen Erenlerin inancı, tam bir örtüşme gösterir. Onun içinde gerçek bilgi ne idealizmin anlattığı gibi tek bütün ruh ne de materyalizmin anlattığı gibi maddedir; tasavvufta sırlı olan kâinatın ruhu ve maddesiyle yaşayan canlı bir organizmadır.
Edip Harabi ;
Daha Allah ile cihan yok iken
Biz ani var edip ilan eyledik
Hakk’a hiç bir layık mekân yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
Kendisinin henüz ismi yok idi
İsmi söyle dursun cismi yok idi
Hiç bir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik
Hakk’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element, saf cevher ’den çıkıp yabancılaşmadan uzaklaşacak her adımda daha çok tanrının kendisi olacak biçimde dönüşümler geçiren yükselen eğrinin (kavs-i uruc) hareketi ile başlar.
Tasavvuf felsefesinde manadan- maddeye inilmesiyle birlikte, Varoluş Çemberinin yükselen eğrisinin hareketi bütünüyle başlangıcı itibariyle idealist felsefenin ruh, boşluk olarak bulunan yapı bir başlangıç noktasında sonra ise materyalizm zemininde maddeci düşünce üzerinde yürür. Farkı bunun materyalistler kendiliğinden olduğuna inanır. Tasavvuf ise bunu bir Yaratıcı tarafından yaratılıp başlangıcın onun ‘Kün fe kün’ demesiyle ‘Ol deriz Olur’ Nesnel-toplumsal evren tanrısal özün görünüşe çıkan bir „yaratısı“ olarak algılanmasına karşın; gerçekte bir öncel yaratıcıdan başka bir şey değildir. İdealistler ise olanın maddi yapısının hiç olmadığına inanır. Oysa kâinat ruhu yani canı ile yaşayan bir organizmadır.
Yabancılaşmanın son noktasında en az Allah olan ‘Şey’in nesnelleşmesi olduğu için doğal element/saf cevher ya da bunun akli, ruhu, Allah’ın da Allah’lığını yapamayacağı bir nur (sudur) aşamasını simgeler. Burada çıkarılacak sonuç şu olmalıdır. Manadan maddeye geçen yapı vahdetten kesrete düşmüş bütünsel yapısı Hak olsa da parçalarının her biri bütünden Hakk’ın yansıması olduğu için bütünden ayrı gayrı bir şey de yapamaz bütünün gösterdiği kül halinde bütünsel yeti ve güçleri yani Esmaların tamamının gücünü yapamaz belli ölçülerde Kemalete erdikçe bazı kabiliyetler kazanır.
Bu noktada ilkçağ Aydınlanmacılığı’nın canlı-cansız doğanın kurucu ilkeleri olarak öne çıkardığı „toprak, su, hava, ateş“ nesneleri yakalanır. Ve idealizm ve materyalizm diye kırılan bu iki akım, tanrının bilgisi, yönlendirilmesi dışında kendi yasaları, kuralları içinde adım adım yabancılaşır ve gerçekten uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olurlar. Oysa kâinat idealistlerin dediği gibi sadece bir mana düşünce ya da ruh değil, yine materyalistlerin dediği gibi yalnızca madde olan bir yapı değil yaşayan, nefes alan, her an yenilenen ruhu, canı olan canlı bir yapıdır.
Varoluş çember’inde „yükselen eğri“nine dönüşümleri giderek soyuttan somuta evirilir. Her şeyin dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak Atlas, Burçlar, Zühal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarit, Güneş, Ay biçiminde somutlanır. Bu dokuz gök katından özelde nesnel süreci, yaşamı önceleyen ve karşıtlıklar biçiminde varlığını gösteren (zıtların birliği) nitelikler olarak ‘Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne)’ Ve Biz, herşeyden (zıttıyla kaim kılarak) çift yarattık. Umulur ki böylece siz tezekkür edersiniz, öğüt alır düşünürsünüz’[1] yani böylece ‘„sıcaklık-soğukluk“, „kuruluk- yaşlık“vb. Öğeler belirir.
Burada Çin, Hint, Iran, Yunan-Anadolu düşüncelerinin bir bileşimi „İlkçağ aydınlanma“ felsefesinin bire bir izlerini görürüz. Çünkü gönderilen 124 bin Peygamber ile her topluma aslında kendi meşrebince Hak dilince seslenmiştir. Biz Buda’nın Şaman’ın ya da Zerdüş’ün Peygamber olmadığını bilmeyiz. Görünen sonsuz çeşitliliğin kuru-yaş, aydınlık-karanlık, sıcaklık-soğukluk, boşluk-doluluk, artı-eksi vb. karşıt güçler taşıdığı; gelişmenin, değişmenin „itici“ gücünün bu olduğu sezisi Tasavvuf felsefesinde önemli yer tutar. “Tanrı-Kainat-İnsan“ Varlık birliği-Vahdeti Mevcut) kutsal üçlemesini, „tez-antitez, sentez“ biçiminde besleyen de bu yaklaşımdır.
Önsüz, sonsuz olarak algılanan bu öğe ve niteliklerin ilişkisinden „üç âlem“ yani „cansızlar âlemi“, „bitkiler âlemi“, „hayvanlar âlemi“ ortaya çıktı. Çevrimde yükselen eğri’nin son halkası „hayvanlar âlemi“ derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan ve eksiksiz insani temsil eden „İnsan-i kâmil aşamasıyla son bulur.
Büryanî Baba bir deyişinde,
Canlı cansız cümlemiz bir nesneden
Var oluyor bu bir hikmet sultanım
----1
Nefesler-devr-i çark
Devir sözcüğü dönmek dolanmak bir şeyin kendi çevresinde dönmesi ya da yörüngesi üzerinde dolanması zaman, çağ anlamlarına gelir. Tasavvufta devir terimi insanın yaradılışı konusunda geliştirilen kuramın adıdır.
Mutasavvıflara göre insan evrenin özüdür, evrenden süzülmüştür. Var olan âlemlerin en alt basamağındaki madde âlemine düşen varlık önce ( su, ateş, hava, toprak) sonra mahlûkat, bitki, hayvan ardından insan biçiminde görünür. Ama devir burada bitmez, insan belirli aşamalardan geçerek ‘İnsan-i Kâmil’ olur. Sonrada kendi varlığından geçerek yokluk içinde varlığı bulur. Yani tanrısal güce ulaşır. Kısacası yine aslına başlangıç noktasına ulaşır. Sözden öze, ayrılıktan vuslata, şeriattan hakikate, kulluktan sultanlığa ulaştığında,
Yunus Emre Der ki;
“Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana
Derya benim katremdir zerreler umman bana”
Devr(varoluş) felsefesi nefeslerde Devr-i Daim olarak işlenir. Devr inancını konu edinen şiirlere devriye denir. Devriyeler; nefes, ilahi biçiminde yazılmış olabileceği gibi işlenen konu açısından da kümelendirilebilir. Devriye şiirlerinde konu karmaşık ve egemen dünya görüşüyle çatıştığı için bu alanda örnek sayısı çok azdır.
Alevi - Bektaşi inancında varoluşu açıklamak üzere oluşturulmuş döngü. Dünyaya gelirken izlediği yol haritası ‘hayrül beşer’ diye bilinen ayın üç şekli, (yarım ay, dolunay, hilal ay),güneş ve zühre yıldız’ıdır gelişin tarihi de âdemle ayni yaş olduğu çağdaş zamandır.
Anasır-i Erbaa; toprak, hava, ateş, su ( hak, bad, nar, ab) demektir. Anasırdan bir libasa bürünmek de bu dört ana elementten bir elbise giyinmektir. Yani ‘devr felsefe’sindeki aşağıya inişin kademeleri anlatılmaktadır.
Nesimi’de
Ger aslım sorarsan ben bir niyazım
Sabır ilmi derler yerden gelirim
Ve katre idim simdi han oldum
Arştaki kandilden nurdan gelirim.
Böylece en aşağıya inen varlık, çeşitli biçimlerde tecelli ederek yaratılmışların en onurlusu olan insana döner ve derece derece yükselip tanrıya vararak varlık dairesi ya da varoluş çemberinin yükselen ikinci yarısını oluşturur. Buna yükselen eğri (devre-i arşiye, kavs-i nuzul) denir.
“Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm”
Renkten renge boyanır Yunus o durakta... Kâh Âdem’le Cennet’ten kovulur, kâh Nuh’la gemiye biner. Miraca çıkar kimi zaman... Ateşte İbrahim olur, kimi zaman da ateş olur İbrahim’ e... Mansur’la asılır; ama ona urgan olan da kendisidir...Her sözün aşktan dile geldiğini, kendisinin ne kara ne de akı okuduğunu bildirir. Bazıları, bu sözlerden okur yazar olmadığı mânâsını çıkarırlarsa da o ,
“Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim
Aşka gelince gördüm, bir uzun hece imiş”
Yunus Emre diyerek, bütün bilgilerini aşk ateşinde yakıp yok ettiğini anlatır.
Varoluş Çemberi
Arştaki bir kandilden yani nur’dan başlatılmaktadır. Bu da ilk akıl ile serüvenine başlamıştır. Kademe kademe dolaşmaktadır. Hak’tan sudur eden ilk cevher yani Hakikati Muhammedi’ye; Nuru Muhammedi, Ruhul Azam, Ruh-u Muhammedi, Akl-ı kül, Akl-ı Muhammedi, Kalem, Nefsi Muhammedi inancı bütün Alevi–Bektaşi ulu ozanlarınca dile getirilirken Yer, gök ve her ne var ise bu kaynaktan hayat bulmaktadır. Bu kaynak Hak’tan kopmuş ve bu önsüz ve sonsuz kaynağa dönecektir.
Yunus Emre;
“Evvel benim ahır benim
Canlara can olan benim
Ağ üstünde kara dizen
Ol yazılan Kur’an benim”
Nur; Hak’tır, Delil’dir. Çerağı’dır, Fitil’dir. Ocak’tır, Alev’dir, Mum’dur. Hem sembol olarak yaşatılır hem gerçek olarak kutsanır. Karanlığın karşıtıdır. Hem doğa olarak aydınlıktır, hem düşünce olarak aydınlıktır. Zifiri karanlığın bile karanlığını bir ufacık mum ışığı bozup aydınlatabilir.
1-Varlık dairesinin en üst aşamasından aşağıya doğru iniş;
a)Başlangıç
-Aklı evvel - (ilk akıl)
-Ukulu tısa - (Akıllar)
-Nüfusu tısa - (Şekiller)
-Felek-i Azam - (En üst gök katı)
b)Burçlar
-Zuhal - (Satürn )
-Müşteri - (Jüpiter)
-Merih - (Merih)
-Şems - (Güneş)
-Utarit - (Merkür)
-Kamer - (Ay)
c)Karşıtlar
-Keyfiyatı hararet - (sıcaklık)
-Burudet - (kuruluk)
-Rutubet - (yaşlık)
-Yubuset - (soğukluk)
d)Ana elementler (Anasır-i Erbaa)
-Küre-i har - (Ateş)
-Küre-i hava - (Hava)
-Küre-i ma - (Su)
-Küre-i hak - (Toprak)
2-Varlık dairesinin en altı (Kavs-i Nuzul) ve yükselen eğrinin başlangıcı
a)Mahlûkat
-Cevheri Mercan
-Maaden Ahcar
-Maaden Mukantere
-Tayri Lezec
b)Nebatat
-Nebatat bi-tohum
-Ascari Musmüre
-Nahilli hurma
c)Hayvanat
-Enva-i hayvanat
-Nesnas Maymun
-Mertebi İnsan