14 Mayıs 2018 Pazartesi

-----2

3-Varoluş dairesinin son aşaması

-İnsan-i Kamil

-Hakka ulaşmak (Enel Hak)

 

Nur, Tasavvuf inancında Gerçek’tir, Hakikat’tir, işte o yüzden cemlerde önce çerağ uyandırılır, sonra sırlanır. (On iki hizmetten delilci hizmeti,)“Delil, sırlandıktan sonra (süpürgeci hizmeti) ile devam ettirilir.  Üç defa postun önü ayinle ilgili olarak „Nur ola sır ola, nur ola sır ola, nur ola sır ola“ denilip süpürülür.  

Geçmiş tarihlerde cem ayinlerinde mum yakılmıyordu çıra ve benzeri kolayca yanıp aydınlatan odunlar seçiliyordu, süpürülende ateşin külleridir. (Sırrı kal eyleyen ser’den gelmek ) ateşin külünün izah edilişidir. Odun kömürü sonradan tekrar yakılarak ateşe çevrilebilir. İşte bu yüzden ozanlarımızca dile getirilen (sırrı kal eyleyen ser )kömür ve külleridir. 

Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Hırka dağındaki ateşin küllerini savurması da yaşamın başlangıcı olan ateşin, nur’un, ışığın, evrenin özüyle, özdeşleşmesi için doğaya savrulmasıdır.  Yaşam karbon’la başlamıştır.  Hırka dağı ise eski bir sönmüş yanardağ’dır. Bilim adamları 19. yy. da varoluş fosillerini araştırırken yaşamın karbonla başladığını buldular. Yaşam kimyasal değişimler gösteren tabiata bağlı olarak organik oluşumların tamamlanması ile karbon gazının kimyasal bileşimlerinden oluşmuştur. 

Nur (Sudur) Felsefesi

İlk ışık kademesi olan hakk’tan, hemen her şeyin ondan yaratıldığı kabul edilen ilk akla (akl-i Evvel’in  Nuru, Muhammedi, Ruhul Azam, Ruh-u Muhammedi, Akl-ı kül, Akl-ı Muhammedi, Kalem, Nefsi Muhammedi’ye yansımasına) denilir. Böylece cevrimin kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir, bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şuhud) alçalan eğri’sinin dönüşümü başlamış olur. 

 

“Ben bir kitap okudum, kalem onu yazmadı

Mürekkeb eyleyeydim yetmeye yedi deniz.”

 

Yunus Emre burada okuduğu kitap Hakk’ın yazdığı kâinatın kitabıdır. Allah; Hu, hay ve sonrasında Hakk olup potansiyel kazandıktan sonra „dönüşümler“ geçirerek, yani kendine „yabancılaşarak“ kendinden daha az şeyler içeren daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alarak, doğal element’e saf cevher’e değin iner. 

 

Yunus Emre;

 “Ölür ise ten ölür,

 Canlar ölesi değil “ 

 

Derken böylece inançta „varoluş çemberi“ olarak algılanan „çevrim “in, kutsal köken ’den çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan evresinin son durağında hareketi tamamlamış olur. 

Varoluş Çemberi’nin bu ilk yarısı tümüyle bir inanç ürünüdür.  Gönül Bilgisi’yle (sezgisel akıl)’la ulaşılan, batıni bilince öncelik verilerek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan, nesnel dünyaya göre „değişmez, kalıcı ve ebedi“ bulunan bu idealist düşünce „Metafizik aydınlanma“nın doğadan önce var olan ve diyalektik yöntemle gelişerek „kainatlaşan“ ve insan bilincinde kendini bulan „mutlak düşünce“ sinden başka bir şey değildir. 

Yunus Emre;

“Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun

Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun!”

 

Önce „mutlak bir düşünce“ vardı, yani mana her şey bu mutlak düşünceden oluştu, diyen metafizik aydınlanmacılarla önce „mutlak hiçlik“te bir tanrı vardı, her şey O’nun kendine yabancılaşmasıyla, yani diyalektik „dönüşüme“ uğramasıyla „görünür gerçekler“ durumuna geldi diyen; Horasan’dan Anadolu’ya gelen Erenlerin inancı, tam bir örtüşme gösterir. Onun içinde gerçek bilgi ne idealizmin anlattığı gibi tek bütün ruh ne de materyalizmin anlattığı gibi maddedir; tasavvufta sırlı olan kâinatın ruhu ve maddesiyle yaşayan canlı bir organizmadır.

Edip Harabi ;   

Daha Allah ile cihan yok iken

Biz ani var edip ilan eyledik

Hakk’a hiç bir layık mekân yok iken

Hanemize aldık mihman eyledik

 

Kendisinin henüz ismi yok idi

İsmi söyle dursun cismi yok idi

Hiç bir kıyafeti resmi yok idi

Şekil verip tıpkı insan eyledik    

       

Hakk’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element, saf cevher ’den çıkıp yabancılaşmadan uzaklaşacak her adımda daha çok tanrının kendisi olacak biçimde dönüşümler geçiren yükselen eğrinin (kavs-i uruc) hareketi ile başlar.

Tasavvuf felsefesinde manadan- maddeye inilmesiyle birlikte, Varoluş Çemberinin yükselen eğrisinin hareketi bütünüyle başlangıcı itibariyle idealist felsefenin ruh, boşluk olarak bulunan yapı bir başlangıç noktasında sonra ise materyalizm zemininde maddeci düşünce üzerinde yürür. Farkı bunun materyalistler kendiliğinden olduğuna inanır. Tasavvuf ise bunu bir Yaratıcı tarafından yaratılıp başlangıcın onun ‘Kün fe kün’ demesiyle ‘Ol deriz Olur’  Nesnel-toplumsal evren tanrısal özün görünüşe çıkan bir „yaratısı“ olarak algılanmasına karşın; gerçekte bir öncel yaratıcıdan başka bir şey değildir. İdealistler ise olanın maddi yapısının hiç olmadığına inanır. Oysa kâinat ruhu yani canı ile yaşayan bir organizmadır.

Yabancılaşmanın son noktasında en az Allah olan ‘Şey’in nesnelleşmesi olduğu için doğal element/saf cevher ya da bunun akli, ruhu, Allah’ın da Allah’lığını yapamayacağı bir nur (sudur) aşamasını simgeler. Burada çıkarılacak sonuç şu olmalıdır. Manadan maddeye geçen yapı vahdetten kesrete düşmüş bütünsel yapısı Hak olsa da parçalarının her biri bütünden Hakk’ın yansıması olduğu için bütünden ayrı gayrı bir şey de yapamaz bütünün gösterdiği kül halinde bütünsel yeti ve güçleri yani Esmaların tamamının gücünü yapamaz belli ölçülerde Kemalete erdikçe bazı kabiliyetler kazanır.

Bu noktada ilkçağ Aydınlanmacılığı’nın canlı-cansız doğanın kurucu ilkeleri olarak öne çıkardığı „toprak, su, hava, ateş“ nesneleri yakalanır.  Ve idealizm ve materyalizm diye kırılan bu iki akım, tanrının bilgisi, yönlendirilmesi dışında kendi yasaları, kuralları içinde adım adım yabancılaşır ve gerçekten uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olurlar. Oysa kâinat idealistlerin dediği gibi sadece bir mana düşünce ya da ruh değil, yine materyalistlerin dediği gibi yalnızca madde olan bir yapı değil yaşayan, nefes alan, her an yenilenen ruhu, canı olan canlı bir yapıdır.

Varoluş çember’inde „yükselen eğri“nine dönüşümleri giderek soyuttan somuta evirilir. Her şeyin dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak Atlas, Burçlar, Zühal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarit, Güneş, Ay biçiminde somutlanır.  Bu dokuz gök katından özelde nesnel süreci, yaşamı önceleyen ve karşıtlıklar biçiminde varlığını gösteren (zıtların birliği) nitelikler olarak ‘Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne)’ Ve Biz, herşeyden (zıttıyla kaim kılarak) çift yarattık. Umulur ki böylece siz tezekkür edersiniz, öğüt alır düşünürsünüz’[1] yani böylece  ‘„sıcaklık-soğukluk“, „kuruluk- yaşlık“vb.  Öğeler belirir. 

Burada Çin, Hint, Iran, Yunan-Anadolu düşüncelerinin bir bileşimi „İlkçağ aydınlanma“ felsefesinin bire bir izlerini görürüz. Çünkü gönderilen 124 bin Peygamber ile her topluma aslında kendi meşrebince Hak dilince seslenmiştir. Biz Buda’nın Şaman’ın ya da Zerdüş’ün Peygamber olmadığını bilmeyiz. Görünen sonsuz çeşitliliğin kuru-yaş, aydınlık-karanlık, sıcaklık-soğukluk, boşluk-doluluk, artı-eksi vb. karşıt güçler taşıdığı; gelişmenin, değişmenin „itici“ gücünün bu olduğu sezisi Tasavvuf felsefesinde önemli yer tutar. “Tanrı-Kainat-İnsan“ Varlık birliği-Vahdeti Mevcut) kutsal üçlemesini, „tez-antitez, sentez“ biçiminde besleyen de bu yaklaşımdır. 

Önsüz, sonsuz olarak algılanan bu öğe ve niteliklerin ilişkisinden „üç âlem“ yani „cansızlar âlemi“, „bitkiler âlemi“, „hayvanlar âlemi“ ortaya çıktı. Çevrimde yükselen eğri’nin son halkası „hayvanlar âlemi“ derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan ve eksiksiz insani temsil eden „İnsan-i kâmil aşamasıyla son bulur.

Büryanî Baba bir deyişinde, 

Canlı cansız cümlemiz bir nesneden

Var oluyor bu bir hikmet sultanım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder