6 Ekim 2018 Cumartesi

Kararlarımız da acele etmemek gerekiyor..

lao-tzu-oyku Kader Bilgelik
Taoizmin kurucusu, Çinli filozof, yaşlı filozof olarak da bilinen Lao Tzu dan bir öykü: 
Efendim köyde yaşlı, çok fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü dillere destan bir beyaz atı varmış. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. İhtiyar demiş ki:
– Bu at, sadece bir at değil bir dost benim için. İnsan dostunu satar mı? 
Dermiş. Bir sabah bakmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: 
– Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın.
 İhtiyar demiş ki:
– Karar vermek için acele etmeyin, sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek olan sadece bu, ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi. yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç, arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi kendine dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.
– İhtiyar, sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün oldu.
İhtiyar demiş ki:
– Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu, ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç, birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında fikir yürütebilirsiniz? 
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemiş açıktan ama içlerinden bu herif sahiden gerzek diye geçirmişler.
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara demişler ki:
– Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler.
İhtiyar cevap vermiş:
 – Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu… Ötesi sizin verdiğiniz karar… 
Ama acaba ne kadar doğru… Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir neler olacağı size asla bildirilmez…
Birkaç hafta sonra, düşmanlar çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler:
– Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…
İhtiyar:
– Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Tanrı biliyor.
 Lao Tzu, etrafına anlattığında öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış:
“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Karar vermek, bilgelik gerektirir, unutmayın…”

Hafta sonu hikayeleri..

Her an kaderimiz ve yaşam bizim elimizde..Akıllı iki kız kardeş varmış, bilgiye açlarmış ve okullarındaki, etraflarından aldıkları bilgi yetersiz olmuş.

Yörelerindeki en büyük bilgeye gitmeye, ondan da bilgi almaya karar vermişler.

Bilge adam kızların sorduğu bütün soruları bilmiş. Kızlar daha fazla bilgi almak için bir süreliğine daha bilgenin yanında kalmışlar.

Ama sonra bilgenin her sordukları soruyu bilmelerinden sıkılmışlar. “Bilgenin dahi bilemeyeceği bir soru bulalım” demiş birisi.

Kızlardan biri, bilgenin bile bilemeyeceği bir soru buldum diye sevinmiş. Avucumun içine bir kelebek alacağım “Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü?” diye bilgeye soracağım, ölü derse kelebeği serbest bırakacağım. Canlı derse, avucumu hafifçe bastıracağım.

Kızlardan biri avucu kapalı bilgeye uzatmış ve sormuş:

– Avucumun içinde bir kelebek var; bilin bakalım canlı mı, ölü mü?

Bilge, kızın gözlerine uzun uzun bakmış ve cevap vermiş:

– Senin elinde kızım senin elinde…


Yaşamı ıskalamamak gerekiyor.

Her şey dengeli olmak zorunda yoksa yaşamı yarıda bırakırsınız..Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve aramaya koyulmuş. Ne yaptıysa da mutluluğu yakalayamamış. Kimden yardım istesem diye düşünürken, uzak bir diyarda, zengin bir bilgeyi önermişler. Bu bilge aklı, bilgisi ve malı ile ün salmış zengin birisiymiş. Kim yardımına gelse sorularına cevap verip derdine derman bulmadan geri göndermezmiş.

Bu bilgeden yardım istemeye, mutluluğu nasıl yakalarım diye sormaya karar vermiş. Uzun bir yolculuktan sonra bilgeyi bulmuş, ancak kapısında derdine derman arayanlardan oluşan çok uzun bir kuyruk varmış. Bilgenin gerçekten sorusuna doğru cevap vereceğine inanmış, beklemeye başlamış.

Sonunda sıra ona da gelmiş ve bilgeye mutluluğu nasıl yakalarım diye sormuş. Bilge bu soruyu cevaplarsa sıradaki diğer insanların beklemekten sıkılacağını düşünmüş, adamlarından bir kaşık istemiş ve içine iki damla yağ damlatmış sonra demiş ki:

– Sarayımın her yerini gez ve sonra tekrar gel ama sarayımı gezerken yağı dökmeden bu kaşığı ağzında taşıyacaksın.

Adam sorusuna hemen cevap alamadığı için biraz şaşkın tamam demiş, sarayı gezmiş gelmiş bilge bakmış yağ hala kaşıkta, demiş ki:

– Aferin yağı dökmemişsin güzel, peki sarayımın güzelliklerini anlat bakalım, sarayımda neler gördün.

Adam yağı dökmeyeceğim diye uğraşmaktan pek dikkat edememiş, bir şey diyememiş. Sonra bilge:

– Olmadı, yağı dökmeden, kaşığı tekrar ağzında taşı, bu sefer sarayımdaki güzelliklere dikkat et, sonra tekrar gel.

Adam ne yapalım diyip tekrar kabul etmiş. Her yeri gezmiş, bu sefer sarayın güzelliklerinden çok etkilenmiş. Sonra ağzında kaşıkla gene bilgenin yanına gelmiş. Bilge sormuş:

– Sarayımın güzellikleri gördün mü, anlat bakalım.

Adam bu sefer hayran kaldığı güzellikleri anlatırken bilge onun sözünü kesmiş ve demiş ki:

– Güzel, peki ama yağ nerede?

Adam sarayı hayran hayran dolaşırken yağı tamamen unutmuş, utana sıkıla bilgeye demiş ki:

– Şey… yağı dökmüşüm.

Bilge bizimkine anlamlı bir bakış atmış ve demiş ki:

– Mutluluk hayatın bütün güzelliklerini yaşamak, tadını çıkarmak ve sorumluluklarına, kaşıktaki yağ gibi sahip çıkmaktır.

Adam mutluluğun sırrına ulaştığı için sevinmiş, bilgeye teşekkür etmiş ve bilgenin huzurundan ayrılmış.

Hayat Akarken Hikayeler, iş yerinde başarılı olmak ama hayatın sadece işten ibaret olmadığını bilmek, sevdiklerinle gülüp oynamak vakit geçirmek ama geçim sorumluluğunu ihmal etmemek. Mutlu insan, daha nice güzellikler ve sorumluluklar içinde hayat cambazı olarak dengeyi bulandır. 


5 Ekim 2018 Cuma

Can yücel

başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava…

bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun

bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
vardığın çimen yeşilliğince

nerde gördüklerim
nerde o beklediğim
rengi başka
tadı başka…


Narsist..

Bertnard Russell, Mutlu Olma Sanatı adlı eserinde duruma açıklık getirir;
‘‘ Kendine tutkun olan biri, usta ressamlara gösterilen saygıyı görünce resim yapmaya başlayabilir, ama ressamlık onun için bir amaca ulaşma aracından başka bir şey değildir; bu işin tekniğiyle hiçbir zaman ilgilenmez. Aslında her konuya kendisiyle ilgisi açısından bakar. Bunun sonucuysa beklediği alkışlar yerine, alaylar, başarısızlık ve hayal kırıklığıdır. Herhangi bir işte ciddi bir başarı, o işin malzemesine karşı duyulan gerçek ilgiye bağlıdır.’’
Günümüz insanı, sonunda etrafındaki insanların ilgisine ulaşma ihtimali varsa, peşinden koştuğu şeyin, gerçek bir değer taşıyıp taşımamasını önemsemez hale gelir. Gerçek amacı, ona vaat edilen ilgiye, saygınlığa kavuşmaktır.

Beylik sözler..

Hırslı insanların hayatı, gerçek anlamda değer vermedikleri insanların takdirini kazanmanın peşinde sürünmekle geçer. Son derece güçlü görünseler de, perdenin arkasında ilgi bekleyen çocukluk halleri öylece durmaktadır.

4 Ekim 2018 Perşembe

Şamanik eski yaşamlarımızdan günümüze.

Şamanizmden günümüze uzanan ve hala uygulanan Türk adetleri!

Kurşun dökmek, kapıdan sağ ayakla çıkmak, nazar olgusu gibi inanışlar nereden geliyor diye hiç merak ettiniz mi?

İşte Anadolu’da izleri süren, batıl inanç olarak kabul edilen bazı adet, gelenek ve inanışların şaşırtan kökleri…

“Sende nazar var!”

Çoğu ev ve iş yerinde nazar boncuğuna rastlamışsınızdır. Bir arkadaşınız iş yeri açtıysa gelen hediyelerin arasında mutlaka bir nazar boncuğu bulunur. Arabanın dikiz aynasına asılan nazar boncuğu, evlerin kapılarında hatta evde duvarlarda, kimi zaman kimsenin görmeyeceği şekilde gizlenerek de olsa hayatın bir yerinde nazar boncuğuna rastlanır.

Güzel ya da iyi bir şeye zarar geldiğinde, başka bir insanın kötü bakışlarından etkilendiğine inanılır. ‘Nazar değdi’ denildiğini duymayanımız yok gibidir. Anadolu insanında “nazar” olgusuna yaygın bir inanış vardır. Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğuna, onların bakışlarının başka insanlara rahatsızlık verdiğine ya da kötülük getirdiğine inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu” “deve boncuğu” “göz boncuğu” vb. takılır. Bu inanış Şamanizm'den kalmadır.

Kurşun dökme

Şamanizm'de buna "kut dökme" deniyor. Kötü ruhlardan birinin çaldığı kutu "talih, saadet unsurunu" geri döndürmek için yapılan bir sihri ayindir. Kurşun dökme adeti de Şamanizm geleneklerinden.

Tahtaya vurma

Tahtaya vurma adeti, sadece Türk kültüründe değil bir çok Avrupa kültüründe de bulunuyor. Eski Türkler göçebe oldukları için, daha önce girmedikleri ormanlara girerken, ormandaki kötü ruhları kovmak için ağaçlara vurup bağırarak gürültü çıkarırlarmış. Bu davranış aynı zamanda doğa ruhlarına kötü olayları haber verip, onlardan korunma dilemek amaçlıdır. Aranızda “aman başıma gelmesin, benden uzak olsun” dercesine tahtaya vuran, ya da “tahtaya vur” diyen mutlaka vardır.

Mezar taşları ve küçük suluklar

Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın sanat eseri haline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülüyor. Anadolu’daki bu şaman inanışını gösteren pek çok tarihi mezar bulunuyor. Günümüzde toplumda ulu kabul edilen kimselerin ölümlerinden sonra ruhlarından medet ummak ve mezarlarının kutsanışı şaman geleneğin devamı olarak nitelendiriliyor.

Mezarların ayak ucunda bulunan küçük suluklar; ruhların susadıkları zaman kalkıp oradan su içmeleri inancına dayanıyor. Ayrıca kuşların, böceklerin o suluklardan su içmesinin, ölmüş kişinin ruhuna fayda edeceğine inanılır.
Şaman kültüründe, ayinlerde kullanılan yardımcı ruhlar, kuş biçiminde tasvir edilmişlerdir. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhların Şamanlara, gökyüzüne yapacakları yolculukta yardımcı olacağına inanlıyor.

Bir dilek tut!

Dilek tutmak da Şamanizm kökenli bir davranış şeklidir. Tabiat ruhlarının dileklerin gerçekleşmesine aracılık ettiğine inanılır. Sanırız Anadolu’da dilek tutmayan insan ender bulunur.

Kimileri ise dilekler için ağaçlara bezler bile bağlamıştır. Şamanizm inancında dilek dileme şekilleri; türbelere, ağaçlara, çalılara bez ve çaput bağlanır. Küçük kumaş parçaları genel olarak ağaçlara çok önem verildiğinden ve yaşamın sembolü kabul edildiğinden ve yaşam üzerinde muazzam etkileri olduğu düşünüldüğünden, bunların dallarına bağlanır ve dileğin gerçekleşmesi beklenir. Günümüzde Anadolu’da bu eski gelenek halen devam ediyor. Bu ritüelin temelinde ise doğadaki her varlığın bir ruhu olduğu inancı yatıyor.

Su içerken kafanın elle desteklenmesi

Bu da bir Şaman geleneği kalıntısıdır. Şöyle ki, su içerken insan aklı başından kaçabilir diye kafa elle tutulurmuş.

Kapıdan sağ ayakla çıkma

Kapıdan çıkarken sol ayağın önce atılarak geçilmesinin uğursuzluk getireceğine, bu nedenle sağ ayakla çıkılması gerektiğine inanılır. Kapıdan çıkarken sağ ayağın önde olması da Şaman kültüründen kalma bir ritüel.

Gidenin arkasından su dökmek

Hala Anadolu’da en yaygın adettir, gidenin arkasından su dökülür. Şaman kültüründeki suyun kutsallığı olgusunun doğurduğu inanış. Su berekettir, kutsaldır. “Su gibi çabuk dön, ak geri gel, ak çabuk, kazasız belasız git” demek için su dökülür gidenin arkasından.

“Ay Dede” nereden geliyor?

Günümüzde çocukluk anılarında gökyüzündeki ayın adı “Ay Dede”dir. Eskiden, Şamanist Türkler, ayın "koruyucu, sahip ruhu”na, "Ay Ata" ya da Ay Dede derlerdi. Onların Orta Asya'dan Anadolu'ya göçen kısmı, hala çocuklarına ayı gösterip "ay dede" derler, binlerce yıl önce şamanların yaptığı gibi.

Kırmızı kurdelenin uğuru

Gelinliğin üzerine bağlanan kırmızı kurdeleler, nişan törenlerinde yüzüklere bağlanan kırmızı kurdeleler, okumaya yeni geçmiş çocukların yakasına takılan kırmızı kurdeleler; uğur ve kısmeti temsil eder. Ayrıca kötü ruhların şerrinden korunma sağladığına inanılır. Bu da bir Şaman geleneği.

Kullandığımız halı, kilim motifleri

Günümüzde Anadolu’daki Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim, örtü ve perdelere işlenen desenler, giysiler üzerinde kullanılan motiflerde Şaman inanışının etkileri görülüyor. Eski Türkler’de bir Şamanın giysisine yılan, akrep, çıyan, kunduz gibi yabani hayvan şekilleri çizmesinin, bu hayvanları topluluğun yaşam alanlarından uzak tutmaya yardımcı olduğuna inanılır. 

Ölünün ardından 40’ının çıkması

Birisi öldükten sonra evinde toplanıp dua okumak, bu toplanma işini 7, 21, 40 günde bir tekrarlamak gibi eylemler de Şaman kültüründen kalmadır. Eski Türk inanışına göre ruh fiziki bedenini 40 gün sonra terk etmektedir. Vefat edenin “40’nın çıkması” deyimi vardır. Şamanizm’de ölen kişinin ruhu evi terk etsin, göğe yolculuğuna başlasın, öteki ruhlar doluşmasın diye insanlar ölen kişinin evinde toplanıp ayin yapar, yas tutarlar.

Çocuklara tabiattan isimler koymak

Orta Asya Toplulukları (Eski Türkler) doğada bazı gizli kuvvetlerin varlığına inanmışlardır. Tabiat güçlerine itikad, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekil ve olaylarına karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur. Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerin birçoğu da bu derin bağlardan kaynaklanmaktadır.

Akdeniz ve Karadeniz'in adı

Şamanist dönemde, Türkler için her yönün bir renk simgesi vardı. Kuzeyin simgesi kara, Batı'nın simgesi ak renkti. Bu yüzden kuzeyimizdeki denizin adı Karadeniz, batımızdaki denizin adı "Akdeniz"dir. 
Akdeniz'in Yunanistan ile Anadolu arasındaki uzantısına "Ege" demek çok yakın bir dönemde ortaya çıkmıştır. Atatürk'ün "ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir" dediği deniz, Ege'dir.


Doğanın Kutsal fahişesi..


Her kültür kendine göre bir bakış açısı ve felsefesini geliştirmiştir..

"Erkek olan kadınlar, kadın olan erkekler, önünden geçer sana selam ederiz.
Kadın fahişeler, erkek fahişeler, önünden geçer sana selam ederiz."
Sümerli yazarlar tanrıçaya sadece fahişe demediler; İnanna onlara göre "toplumun süsü"ydü; "Sümer'in neşesi"ydi; "sevgi kaynağı"ydı. O güzeldi... çekiciydi... şuhtu... şefkatliydi... en seçkin kadınlık özellikleri onda bulunurdu... Ama İnanna'nın bunlardan başka sembolize ettiği bir kavram daha vardı... o bereketi yönetmekteydi. Aynı Çatalhöyük'ün -henüz yazı bulunmadığı için adı çözülememiş- ana tanrıçası gibi.

Doğayı yenileyen, insanlara çoğalma gücü veren, doğal/doğanın kendisi bir tanrıça... Bu tanrıçanın tapımında seks ön planda olmayacaktı da kiminkinde olacaktı? Bu tanrıçanın tapınaklarında serbest seks yapılmayacaktı da kiminkinde yapılacaktı? 

Cinsellik o denli kutsal bir eylemdi ki, fahişelik de büyük verici bir göreve dönüşmüştü. Zamanın en saygın ailelerinin kız ve kadınları ona adanmış tapınaklarda bedenlerini birer enerji'ye dönüştürmek için yarışırlardı.


Okyanusların yöneticisi..

Ana Tanrıça'ın Doğuşu

 Denizler anasının ızdırabı..Hiç kimseden çekmedi Yahweh’in şu denizden çektiği kadar!. Keşke var olanı beğenseymiş de bu denli bölmelere filan kalkıp birsürü savaşa neden olmasaymış. Çok mu kötü olurdu acaba evreni -ilk hali olan kaotik sular şeklinde bırakıp- zaptı rapta almak istemese. Ama durun bir dakika; ilksel yapının kaotik olduğunu kim söylüyor bir düşünün? Sadece Eloah! Diğer başka mitolojilerde affınıza mağruren matriarkal mitolojilerde deniz hep iyiliğin kaynağıdır. Bilirim ki kimileriniz için için bu sözlerime dudak büküp “kim yoğurdumekşi der ki?” diyeceksiniz.“ Deniz ile bir tutulan anaerkil düşünce, tabii ki kendine benkötüyümdemez” şeklinde bir düşünce de geçecek aklınızdan. Ama hatırlayın ki, ilk yaşamdenizde deyim yerindeyse deniz ananın rahminde doğup, oradan toprak ananın bağrına çıkmıştır. Su insanın özü anlayacağınız. kötülük ile eş tutulan su! Bu kötü su veya deniz, tek tanrılı dinler öncesinde birçok iyi veya yaratıcı tanrıçanın kaynağıdır. Örneğin Sümer inancında bile ilksel yaratıcı tanrıça, ilksel bir denizin “derinlerin”tanrıçasıdır. Toprak ve Göğü -hatta tanrılar dahil- her şeyi o doğurmuştur. Şimdi ünlü araştırmacı Joanna Powell Colbert’e kulak verelim: “Antik Babil inancının deniz ejderi Tiamat, birçok folklor, mitoloji ve dinin deniz tanrıçasından başkası değildir. Adları değişiktir bu deniz tanrıçaların: Mari veya Mare, Meri, Mere Ama, Amphritite, Mama Cocha, Thalassa, Sedna, Toyota-Mahime, White ShellWoman, Yemaya, Lamanja ve Stella Maris, Star of the Sea”.Kim mi bu deniz tanrıçaları? İşte birkaç örnek:AFRODİT ANADYOMENE: Adının anlamı “Denizlerden doğan”dır. Sanskritçede aşktanrıçası teriminin anlamı “ambleminde balık olan”dır. Afrodit’in de yunus balığına binmiş birçok resmi vardır.(Monaghan)AMPHRITITE (Yunan): Helenik dünyada inanıldığı halde, Helenizmin yaygınlaşmasından çok önce tapılan bir tanrıçadır. Yunan dini baskınlaştıkça bu tanrıça aslında deprem tanrısı olan Poseidon ile evlendirilmiş, kendi bir deniz kızına ve deniz ruhuna, Poseidon ise denizler tanrısına dönüştürülmüştür. İçlerinde kıymetli taşlar ve derinlerin memelilerini beslediğideniz mağaralarında yaşar.

(Monaghan)BHEARA (İrlanda, İskoçya): Deniz ihtiyarı.Yakışıklı ve genç bir adam ona iyidavramnca genç bir kıza dönüşüp onu ödüllendirir.

GÜZEL HANIM/ WHAHT-KAY (Lummi kabilesi): Temiz göğün kız kardeşi.Uyuyupkalınca Speiden adası oldu.(Clark, Erdoes & Ortiz, Allen).

IAMANJA (Brezilya): Amerikaya köle gemileri ile gelince Yemaya adı lamanja’yadönüştü.Denizin Kutsal Kraliçesi diye tanınırdı.Yerliler yazgündönümünde kayıkları iledenize açılıp suya küçük çiçekler atarak onu onurlandırırlardı.

(Stone, Edwards)ILMATAR (Finlandiya): Dünyayı yarattığına inanılan su anası(Stone)

KWAN YIN (Çin), KWANNON (Japonya): Bir yunus’un üzerinde resmedilen tanrıça.

(Monaghan, Jonson)MAMA COCHA (Peru): Anne deniz.Eski Perunun en eski tanrısı. İnkalarca da tapıldı.Balina tanrıça olarak da görülür ve tüm besinlerin kaynağı oduğuna inanılır.

(Monaghan).MAMI WATA (Gana): Suların kadını.Bir denizkızı şeklinde tahayyül edilir.

MORGANA (İngiltere): Kelt tanrıçası, inanışa göre Avalon’da yaralanan kral Arthur,Morgan tarafından kurtarıldı.Gelecekteki mutlak kral olan Arthur bu gün bile hâlâ onunladinlenmekte.Daha sonra bu öykü Yuvarlak Masa şövalyelerine ve Morgan da kötü MorganLa Fey’e dönüştürüldü.

(Monaghan, Stewart, Mattews).TETIS (Yunan): En eski Helen dini öncesi deniz tanrıçası. Dişi yaratıcı.(Anadolu’nun anaerkil krallığı Truva kurulduğu gün, Truvayı yıkacak katil Aşil’in babası ile evlendirildi).

THALASSA (Yunan): Her şeyin anası.Tetis’in diğer adı.Adının anlamı “deniz”.Dişiyaratıcı.

(Monaghan).YEMAYA-OLOKUN (Kuzey Afrika’nın Yoruba adaları): Denizin anası. Yaratılışın rahmi.Dolunay, denizkızı, insanlığın anlayabileceğinden çok öte bir gerçeklik.


3 Ekim 2018 Çarşamba

Sonbahar ve dönüşüm..

Biz ölümlülerde bu kainatla birlikte dönüştüğümüzü bir olduğumuzu idrak edip anlarsak ortada hiç bir acı ve hüzün kalmayacak.Pir Mevlana'nın dediği gibi her şey dönmekte dönüşmekte.Gökyüzünün bazen açık ve güneşli olduğu, sonbahar günleri büyük bir coşkuyla yaşanır. Bunalımlı yaz günleri, kışın huzuruna dönüşmeden önce sarı bir şölen, bir köy düğünü havasında geçen günleri yaşatır. Güz, Hazan ve Bağ bozumu isimleriyle de çağrılan bir festivaldir, kışa mahkum dünyanın son gösterişli defilesidir. İnsanın aklına sonsuzmuş gibi gelen koyu mavi gökyüzü; altındaki her şeyi bir annenin şefkatiyle kucaklar sanki. Yeşil, sarı, turuncu, kırmızı, kahverengi ve bunların belirli bir oranda karışımı olan tonlarda renklere sahip yapraklar dökülür yollara, banklara, nehir kenarlarına ya da eski bir evin çatısına. Kayın, kestane, gürgen, ıhlamur, akçaağaç, karaağaç, meşe ve kızılağaç yavaş yavaş çıkarır elbisesini. Renk dağılımları da çeşitlilik gösterir. Bazen belirli bir ton yoğunlaşır, bazende karmakarışık olur her renk. Çayırlar yamaçları çepeçevre kuşatmıştır, fakat onların da ilkbahardaki gençlikleri kalmamıştır. Bazı küçük ağaçlar sanki sıkıntılardan kurtulmak için, daha huzurlu olmak için çoktan yapraklarını dökmüştür bile.

Dünyanın, büyük metropollerin, şehirlerin hatta kasabaların tüm gürültüsünden, pis havasından ve kurşun rengi dünyasından oldukça iyi gizlenmiş bir yerde, kadınlar, erkekler, çocuklar, inekler, köpekler, kediler, kuşlar, ismini bildiğim ve bilmediğim tüm böcekler, kelebekler, diğer yaşayan, hisseden, hayatta olan, nefes alan, ılık havayı tüm hücrelerine kadar soluyan her canlı varlık, yağmurun tozunu sindirdiği toprak yollar, şuursuz taşlar, musluğu damlatan beyaz badanalı tüm hayır çeşmeleri, üzerine daha keskin gölgeler düşmeye başlayan dere; nasıl bir umut, hoşnutluk, memnunluk, minnet ve dinginlikle karşılıyordu değişimi. Sevinç kokuyordu hava, içinde bulunduğu tüm boşluktan tam anlamıyla hoşnuttu her zerre.

Tüm bunlara uzak, sınırlı idrak ve anlayışa sahip bir çok insana önemli dersler veriyordu aslında. Çoğu insan için hüzündür bu, bazıları içinse yalnızlık, bazıları; insanların da dökülen yapraklar gibi olduğunu düşünür, bazıları rengi değişen gökyüzünü ve soğuyan havayı yaşlanmak gibi algılar, bazıları için ölüme yaklaşmaktır, hayatın gücenmesidir, umutsuzluk ve üzüntüdür. Bazıları için kaybolan yıllar, geçip giden gençlik, uzakta kalan neşeli ve güzel günler, heyecan ve çoşkuyla şu kahrolası dünyaya kafa tutulan zamanların anıları pişmanlık duygusuyla birleşip manevi kaynaklı ıstıraplara dönüşür, mevcut durumda dünya yaşamının kaçınılmaz bir ögesi haline gelir.

Öğleden sonraları yola çıkmak gerek. Çünkü bu mevsimde günün en güzel zamanı; olanca cömertliği ve gücüyle güneşin insanı ısıtmaya çalıştığı bu saatlerdir. Patikadan biraz yürüyerek toprak yola, sonra oradan ağaçların arasına ve doğruca büyük ormanın her yerini görebilen bir meydana, büyük bir alana ulaştırır gün bizi.

Kafasını kaldırıp çıplak ve koyu mavi olan gökyüzüne, boynu sızyalanadek baktı. Bu enginliğin bir sonu olup olmadığını düşündü. Dünyanın şeklinden dolayı bir yerden yola çıkan nihayetinde başlangıçtaki yerine gelir diye biliyordu. Peki bu koyu mavi göğün ardındaki kapkara okyanusa doğru yola çıkan? Tüm yaşadıklarının, gördüklerinin, duyduklarının, dokunduklarının ve tattıklarının bir hayal, rüya ya da zihninde gerçekleşen korkunç bir kabus olabileceğini düşündü. Dudak burktu. Böyle bir şeyin olabileceği ihtimali olsa da gerçeği, tam olarak asla bilemeyeceğine inandığını için cehaletinde teselli buldu. Gerçekten kesin olarak tek şey biliyordu; geçiciydi. Engin gökyüzü, yaklaşan akşamla görünmeye başlayan zühal (satürn), gece tüm ihtişamıyla izlediği kehkeşan sakinleri (samanyolundaki tüm yıldızlar) ve onun uçsuz bucaksız boşluktaki diğer kuzenleri geçiciydi. Yavaş yavaş, batmak için dağlara doğru yaklaşan güneşe baktı. Gerçekten hareket ediyor olması ne kadar tuhaftı. Daha da tuhafı, tüm insanlık tarihi boyunca kehkeşan içinde toplam gittiği yol, gideceği toplam yolun binde biri bile değildi. Hem güneş hem kendisi ne kadar küçüktü.

Şu büyük kozalaklı çamlar bile geçiciydi. Kim bilir en yaşlısı kaç yaşındaydı. Dün biraz yağmur yağmıştı, yapraklar ve çayırlar ıslaktı. Kuşların sayısı azalmış ve sesleri cılızlaşmıştı. Uzaktan evlerine giden insanları izledi. Bir zamanlar yoktular ve bir zaman gelecek olmayacaklar. Evlerin önlerinde akşam telaşı yaşanıyordu. Belki de bir şeyler için gerçekten çok büyük heyecan duyan bir kaç insan vardı oradaki evlerde. Birden hiç bir şeyi umursamamaya çalıştı. Boşver...

Biten günle, aydınlık, karanlığa, sarı, yeşil, turuncu, kahverengi yapraklar ve koyu mavi gökyüzü siyaha döner. İncecik, zarif ve güzel görüntüler kaybolur. Işık yok olur. Günün coşkulu gürültüsü sessizliğe döner. Kuşlar da susar. Dere, dağdan aldığı suyu çoktan denize boşaltmıştır. Hayat ölüme döner.

Usul usul yitip gitmiştir zaman. Kimse anlamadan, devinimde kaybolmuştur tüm varlık.

2 Ekim 2018 Salı

Işık ve karanlık..

Bir hikayeye göre:Tanrı -Şurada bir ışık olsun. der -Işık cevap verir.- Tanrım ikiz kardeşim karanlığı beklemek zorundayım.Ben karanlık olmadan olamam. Tanrı sorar . -Neden karanlığı beklemek zorundasın ? Karanlık zaten orada.Işık cevap verir.-O zaman ben de oradayım..

 


Zen hikayesi..

Bir Zen öğrencisi, Usta’sına şikayete geldi ve şőyle dedi: :
– Usta, doğamda kontrol edilemez bir öfke var. Bu, nasıl tedavi olabilir?
– Çok garip bir şey var, dedi Usta ve sőzlerine devam etti: Eğer varsa bana onu göster!
– Olmaz gősteremem şu anda, dedi şikayetçi.
– Beklenmedik olur! … O zaman bu senin gerçek doğan olamaz. Eğer gerçek doğan őyle olsaydı, onu bana her an gősterebilirdin. Bunu iyi düşün…

Aşkta Bir'lenmek..

AŞIK OLMAK

Aşık olduğumuzda yaratım sürecine gireriz.İçimizdeki o muazzam tohum harekete geçmiştir artık.Nereye konsa orda açar o kuraklığı yıkmıştır.Susuzluk bitmiştir.Dünyanın uyum halini,zerafetini, güzelliğini farkettiğimizde hepimiz ona derin bir hayranlık hissi yaşayabiliriz.Kiraz dalının sapında, bir salyangoz ya da yarasanın kanadında tüm Dünya’da ustaca bir yaratım vardır.Bilimsel anlamda olan her ilerleme bizim dünyaya olan hayranlığımızı ve sevgimizi derinleştirir.Bağlantıyı hissederiz.Aşkın anlamı: Bir olmak ‘tır.

GERÇEK MUTLULUK AŞKTAN YAPILMIŞTIR

Çoğumuz güce, statüye veya paraya sahip olduğumuzda mutlu olacağımızı düşünürüz.Mevcut olan mutluluk yerine paraya veya statüye sahip olmaya çalışırken kendimizi sürekli meşgul ederiz.Aynı zamanda ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alarak ve bunları tüketerek gezegenimizi ağır bir yük altına sokarız.Oysa yaptığımız bu tür aktiviteler bedenlerimizi kirleten zehirdir. Bunun yanı sıra bu kadar tüketim fiziksel olarak çevremizin de kirlenmesine yol açar. Bütün bunlar sürdürülebilir bir şekilde olduğunda bizi gerçekten mutlu edecektir. Mutlu olmanın yolu burada ve şimdidedir. Mutlu olmak için çok tüketmemize gerek yok. Aslında basit yaşayabiliriz. Farkındalıkla her an mutlu bir an’a dönüşebilir. Bir nefesin tadını çıkarmak, parlak mavi bir gökyüzüne bakmak, bir anı yaşamak  bizi mutlu edebilir.Her birimiz sevdiğimiz şeylerle bu ana geri gelmemiz gerekiyor. Güç, para, statü bizi mutlu etmez. Ancak sevgiyle yaşamak ve birbirimizi kalpten  anlamak bizi mutlu kılar.

 ELİNİZDEKİ EKMEK EVRENİN BİR PARÇASIDIR.

Tüketirken şefkatle tüketmemiz gerekiyor. Ancak biz hala çok şiddetli bir şekilde tüketiyoruz.Dünyada milyonlarca yeşil alan sığır eti için kesiliyor. Likör yapmak için tahıl yetiştiriyoruz. Eğer ki tükettiğimiz et veya likör oranını azaltırsak dünyaya daha şefkatli yaklaşmış oluruz. Şefkatle yemeğimizi yersek dünyayı tekrardan yükseltmeye daha yaşanılır bir hale getirmeye başlarız.

HİÇBİR ŞEY KARDEŞLİKTEN ÖNEMLİ DEĞİLDİR.

Gerçekleşmesi gereken devrim-dönüşüm öncelikle içimizde başlar. İhtiyacımız olan şey uyanmak ve dünyaya aşk duymaktır. Bizler uzun zaman önce yaratılmış insan oğluyuz ancak şimdi duyarlı bir insan oğlu olma zamanı geldi.

Bizim sevgi ve şefkatimiz dünyayı dönüştürmek ,sınırları -ayrımları,ayrımcılığı ortadan kaldırmak için yeterli güce sahiptir. Bireycilik ve rekabet yüzyıllardır yıkım ve yabancılaşma getirdi. Bizim gerçek bir iletişime gerçekten topluluk olmaya ve tekrardan dünyayla adeta bir anne -çocuk ilişkisi gibi bir olmaya ihtiyacımız var. Bizim gezegenimizi korumak için teknolojiden daha fazlasına  ihtiyacımız var. Bizim işbirliğine ve tekrardan yapılanmaya ihityacımız var.


1 Ekim 2018 Pazartesi

Tek başına..

Yalnız olmak.En son ne zaman yalnız kaldınız.Düşünce yok, hiç bir şey yok, zihnin de ve sadece sen varsın..Dışarı çıkıp kendi başınıza yürüdünüz mü hiç.? Tek başına dışarı çıkmak, elinde kitap, yanında bir arkadaş olmadan, kendi başına bir ağacın altına oturmak ve bir yaprağın düşüşünü seyretmek, suyun şıpırtısını, balıkçının şarkısını dinlemek, bir kuşun, zihninizin mekanında birbirini kovalayan düşüncelerinizin uçuşunu izlemek çok önemlidir...
"Okumayı bilmezseniz, yürümeyi bilmezseniz, bir yaprağın güzelliğini takdir edemezseniz, yaşamıyorsunuz demektir.
Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil.
İşte bu yüzden okumak zorundasınız, işte bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, bu yüzden şarkı söylemek, dans etmek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; çünkü tüm bunlar hayattır…"
Bilgi; anlayış ile kıyaslanmamalıdır. Bilgi; bilgelik değildir. Bilgelik; pazarlanabilecek ya da bir ücret karşılığinda alınıp satılabilecek bir öğreti ya da disiplin değildir. Bilgelik; kitaplarda bulunmaz, biriktirilemez, ezberlenemez ya da zihinde saklanamaz.
Bilgelik; benlikten vazgeçiştir...Ve çocuklar gibi saf olmaktır.

Ben, toplum ve baskı..

Toplum sürekli bizi etki altında tutmakta, düşüncelerimizi biçimlendirmektedir. Toplumsal modeli fark edip onun boyunduruğundan kendinizi kurtarmadıkça, kendinizi özgür sansanız da, gene de cezaevinde bir tutuklusunuz. Zihninizi yönetmeye, düşüncelerinizi düzeltmeye çalışın. "Bu doğru, bu yanlış" diye yargılara varmayın. Yanlızca bir sinema filmine bakar gibi, kafanızdan geçenleri izleyin.
Zihniniz insanlığın ta kendisidir. Ve siz bunu anladığınız zaman yüreğiniz sevgiyle karışık bir acıma duygusu ile dolacak ve bu anlayıştan büyük bir aşk doğacaktır, işte o zaman güzel şeyler gördüğnüzde, güzelliğin ne olduğunu anlayacaksınız.''
Kaygısızlıktan gelen güven;
"Bunu ben yaptım", "Benim idealim çok önemli", "Bizim grubumuz kazandı" gibi düşünceler insanı gururlandırır, işte bu "ben" ya da "benim" duygusu, toplumsal cezaevinin içinde ortaya çıkan güven duygusuna eşlik eder. Ancak bu tarzda ortaya çıkan kendine güven duygusu, kendi iç enerjimizden beslenemediği için, her an yıkılmaya ve bozulmaya mahkumdur. Üyesi olduğumuz toplumun özel cezaevinin duvarlarını yıkabilirseniz, o zaman içinizi kibirlilikten kaynaklanmayan bir güven duygusunun doldurduğunu göreceksiniz. İşte bu kaygısızlıktan gelen güven duygusudur.
Tanrı'yı da, gerçeği de, cezaevinin içinde bulamazsınız. Ancak hapiste olduğunuzu anlayarak ve cezaevinin duvarlarını yıkarak bu anlayışı başlatabilirsiniz, işte o anda özgürlüğe doğru atacağınız her adım yeni bir kültür, yeni bir dünya yaratacaktır.
Hapiste olduğunu fark etmeyen biri, hapisten çıkma arzusunu da içinde hissedemez.
Özgürlük;
Özgürlük, canı ne isterse onu yapıp, dilediği yere gitmek, dilediğini düşünmek midir? Bunları zaten yapıyorsunuz. Bağımsızlık özgür olmak için yeterli midir? Dünyada pek çok bağımsız insan var ama gerçekten özgür olanlar çok az..
Bir şey olmak istediğimiz andan başlayarak özgürlüğümüzü yitiriyoruz. Özgürlük, olduğunuzdan başka bir kimse olmaya çalışarak değil, yapmayı istediğiniz her şeyi yaparak değil, geleneğin gösterdiği yolda giderek değil, ana - babanızın, öğretmeninizin söylediklerini yaparak değil; ancak, bir andan ötekine ne olduğunuzu izleyip anlayarak sağlanabilir.
Görüyorsunuz ya, böyle bir amaç için eğitilmediniz; eğitiminiz sizi şöyle ya da böyle, şu ya da bu yolda önemli bir kimse olmaya heveslendirip kışkırtıyor. Siz önemli bir kimse ya da saygın bir örneğe benzemeye çalıştıkça özgür olamazsınız.
İçinize kulak verin;
Hiç şöyle dikkatinizi belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırmadan, hiç bir şey üzerinde düşünmeden, gerçekten duru bir zihinle sakin sakin oturduğunuz oldu mu? O zaman her şeyi işitirsiniz, zihniniz dar bir kanal içine kapatılmamış olur: Bu biçimde dinlerseniz içinizde olağanüstü bir değişim gerçekleşir. Size derinlik ve içgörü kazandırır. Göreceksiniz ki, sizi öylesine etkileyen sözlerin ötesine geçiryorsunuz, sözlerin sözel anlamını aşıyorsunuz.
Gerçek yaşam;
Önyargıların, korku ve kör inançların, umutların çelmelemediği, berrak düşünmeye yetenekli bir zihine sahip olmayı gerektiriyor. Sakin sakin, sırtınızı dik tutarak oturun ve şöyle zihniniden geçenleri izleyin, onları denetlemeye çalışmayın. Zihninizin bir düşünceden ötekine, bir konudan bir başkasına atladığını izleyin. Ve zihniniz kendiliğinden sakinleşince, gönlünüzün şen olmasının nasıl bir şey olduğunu keşfedeceksiniz.
Eğer şu ya da bu tür inançlara sıkı sıkı sarılır, her şeye belirli önyargıların ya da geleneğin açısından bakarsanız, gerçekle hiç bir bağlantı kuramazsınız. Keskin bir dikkatle, açık gözlerle ama hemen yargılamadan, hemen sonuçlara varmadan gözlemlemeyi sürdürürseniz, düşüncelerinizin şaşılacak derecede keskinleştiğini göreceksiniz.
Ön yargılarınızın her şeyi olduğu gibi görmenize engel olmasına izin vermeyin. Yanlızca ağaçları, kuşları, sokakta yürüyen, çalışan, gülümseyen insanları gözlemlemekle, sizde, sizin içinizde büyük bir değişiklik olacaktır.
Sebebi her ne olursa olsun, hayattaki zorlukların ve hayattaki çok çeşitli sıkıntıların moralinizi bozmasına lütfen müsaade etmeyin...
İçinizdeki güce inanın...
Unutmayın ki yalnız değilsiniz ve hiçbir zaman da olmadınız..
O içinizdeki sihirli güç sizi her türlü sıkıntının üzerine çıkaracaktır.

Daha fazla ifade