14 Nisan 2018 Cumartesi

İnsan bütündür..

İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir..

İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır. 

Hz.Mevlana


İçine bak neler var..

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi

İçe Bakış

Ruhbilimin kullandığı dört yöntemden biri: İçebakış yöntemi (diğerleri;deney yöntemi, patolojik yöntem ve karşılaştırma yöntemi)

İçebakış (Entrospeksiyon), bilincin kendi kendini gözlemesini dile getirmek için İngiliz ruhbilimcilerinin kullandıkları bir deyim ayrıca. 

İçgözlem ya da içduyu deyimleriyle de dile getirilmiş.

Bilincin ikiye bölünüp bir yandan algılarken, öbür yandan da nasıl algıladığını gözlemesi sadece insana özgü bir olgu.

(Comte ve Wundt gibi düşünürler, bilincin kendi kendini bilmesinin doğrudan doğruya bir gözlemden gelmediğini, sonradan bellek tarafından yeniden kurulan anılar üstünde gözlemde bulunulduğunu, bunun da doğrudan bir fiziksel olguyu gözlemler gibi bir gözlemleme olmadığından birçok yanılmaları gerektirebileceğini, dahası gözleyenle gözlenen aynı kişi olduğundan yansızlığın sağlanamayacağını ilerisürerek bu yönteme karşı çıkmışlardır.)


Halvet ,bilinen ilk dinlerde de rastlayacağımız, kökeni Hindistana dayanan, filozofların haşır-neşir olduğu içe bakış ve tanrıyı aracısız olarak alagılama, bilgiyi direk alma yöntemidir

Budizm'de de öğretilerin ana çatısını meditasyon gibi içe bakış yöntemleri oluşturmaktadır.

Günümüzde mistisizm kelimesi Tanrı ile doğrudan deneyim, sezgi veya- içe bakış -yoluyla özdeşleşme veya yeni bir idrak seviyesine varma anlamında kullanılmaktadır. Bu deneyim yoluyla bilgeliğe ulaşılır.

“İçe bakış”, kendi zayıflık ve eksikliklerimizi tanımak. Yani, Sokrates’ten Yunus Emre’ye kadar pek çok büyük düşünürün sıkça dile getirdiği “kendini tanı” deyişini hayata geçirebilmek.

Tasavvufta “nefs muhasebesi” adı verilen şey budur:

İnsanın her fırsatta içe-bakış yoluyla benliğini kontrol etmesi, yaptığı hareketlerin ve kafasındaki fikirlerin ahlaka uygun olup olmadığını düşünmesi gibi.


En büyük idealleri yüksek ve mükemmel bir ahlaka erişmek olan kişilerin kendileriyle devamlı hesaplaşma hali...


Şahsen kuş bakışına benzettiğim bakış...

Belki de insanoğlu olarak bir şeylere inanmak için hep uzağa bakmışız, bütün uzakların,bütün evren ve evrenlerin kendi içinde dürülü olduğunu düşünmeden...

Ve belki de MEVLANA da şu sözleriyle biraz da bundan söz etmiş olabilir mi acaba?

"Bilgi (akıl) sizi ancak denizin kenarına kadar götürür. 

Derya olmak için damla olup denize karışmalısın

İnsanın acıları..

Otomatik alternatif metin yok.

“Hiçbir şeyi görmüyordu bu insanlar, 
hiçbir şeyi bilmiyor ve hiçbir şeyin farkına varmıyorlardı, 
hiçbir şey sesini işittiremiyordu kendilerine. 

İster zavallı bir hayvancık, gözlerinin önünde kuyruğu titresin, 
ister usta bir sanatçı bir ermişin yüzünde 
insan yaşamının tüm umudunu, soyluluğunu, acılarını 
ve insanı soluksuz bırakan tüm karanlık korkularını 
tüyler ürpertici şekilde canlandırsın, 

hiç fark etmiyordu, hiçbir şeyi göremiyor, hiçbir şeyden etkilenmiyorlardı.

Hepsi de gülüp oynuyor ya da birtakım işlerle uğraşıyorlardı; 
sözde önemli işler peşinde koşuyor, acele ediyor, 
bağırıp çağırıyor, kahkahalar atıyor, 
birbirlerinin yüzlerine karşı geğiriyor, 
ortalığı gürültüye boğuyor, espriler yapıyor, 

üç kuruş için birbirlerine giriyorlardı; 

hepsinin de keyfi gıcırdı, hepsinin tıkırındaydı işi, 

kendi kendilerinden ve dünyadan şikayetçi değillerdi.”

Hermann Hesse, Narziss Ve Goldmund


13 Nisan 2018 Cuma

İç gözler asla kapanmaz.

Sakin ve duru halde bekle,o sana açılacak.Frekansını ve titreşimini yükselt ama ego dan uzak dur.

İşte bu yüzden "Meditasyon yaparken, sessizlik, sakinlik, sükunet gereklidir,
gözler kapanır ve soluk alıp verme teknikleri uygulanır.
Gözlerimizi neden kapatmak zorundayız?
Çünkü alfa dalgaları, 
gözlerle fizyolojik bağlantı içindedir.
Gözleri kapatmak, beyinde, trans hali için gerekli olan alfa dalgalarını üretilmesini saglar. 

Ayrıca gözlerimizi yukarıya, alnımızın
ortasına, yani beyin epifizinin oldugu bölüme 
ya da Üçüncü Göz çakrasına çevirmek bile, 
alfa dalgalarının oluşumunu hızlandırır.

İşte bu yüzden gözlerimizi kapatırız"


Düşüncenin değiştir ki bakışın değişsin..

"Zaman zaman, duyu organlarından bazılarına gelen verilerin 
daha sağlıklı ve gereğince değerlendirilebilmesine olanak sağlanabilmesi için, diğer bazı duyu organlarından 
bir veya birkaçını devre dışı bırakmak, 
ezoterizmin de sık kullandıkları bir yöntem olmuştur.
Bu bağlamda, görme organı olan gözün, hakikati daha iyi görebilmek için devre dışı bırakılmasına da hiç şaşmamak gerekir. Bu durum,gerçeği görmenin, insanın duyusal değil, zihinsel bir fonksiyonu olduğunun en çarpıcı bir işaretidir.

Ünlü yazarlardan J. Boucher, 

görmenin ortadan kaldırılmasının, 

öteki duyularımızın, 
bilhassa işitme duyumuzun 
canlanmasını sağladığına dikkati çekmektedir. 

Boucher, 
“Eğer insanoğlu görmesini biliyorsa, 
o zaman dünyanın sesini ve başkalarının sözlerini dinlemelidir” 

şeklinde düşüncesini açıklamaktadır"

"Düşünebilen Bireyin Görmek için Bakmaya Gereksinimi Yoktur"

Ay'a da selam güneşe de..

Bütün yaratılmışlara selam vermek gerekiyor..
_Güneş'i ve Ay'ı neden selamlıyoruz

Sanskrit dilinde HA- Güneş, -THA ise AY anlamına geldiğinden
ve HA (Güneş); eril enerjiyi, sıcak ve aktif tarafımızı,
THA (Ay) da dişil enerjiyi, sakin ve algısal tarafımızı temsil ettiğinden
bu iki kelimenin birleşiminden oluşan "Hatha" da
hepimizin içindeki eril ve dişil enerjilerin dengesini temsil etmekte...
Surya Namaskar/Güneşi selamlama serisi de "‘Güneşle bağlantı" kurarak bedende akan güneş enerjisinin canlandırma ve bu esnada herkese eşit şekilde ışınlarını gönderen tüm varlıkların enerji kaynağı Güneş'e selam verirken değerlerimizi yansıtmayı, değerlerimizle sabit olmayı ve herkese, her şeye eşit ve aynı davranmayı hatırlatırız kendimize...
Bu selamlama Güneşi daha iyi "sindirmek", içselleştirmek ve sisteminizin bir parçası haline getirmek ,
Güneş döngüsü ile senkronizasyonu sağlamak içindir.
Zaten Ay da aynı işlevi yapmaktadır. Güneşin yansıttığı ışığı bize iletirken kendinden hiçbir şey katmadan sadece bu ışığı yansıtır.
Güneş yang, ay yin’dir.Vücut da Güneş ve Ay diye ikiye
ayrılır (Bir tarafın erkektir, bir tarafın dişidir )
Ve insan önce Güneşten Ay’a hareket etmeli,
nihayetinde ikisinin de ötesine geçmelidir.
Tüm Yoga egzersizleri,
Güneş enerjisini Ay’a doğru yönlendirmek içindir
Amaç o içsel astronomideki
içsel kadın ve içsel erkeği dengelemektir.
Aksi takdirde Osho'nun da dediği gibi;
__"Bir erkek gençken Güneş’e bağlıdır.
Yaşlandığında Ay’a bağlı hale gelir.
Kadın gençken Ay’a bağlıdır,
yaşlandığında Güneş’e bağlı hale gelir.
Her iki enerji de farklı yollardan işleyiş gösterirler.
Ay enerjisi, eğer yaşam iyi gitmiyorsa kedere dönüşür.
Güneş enerjisi, öfkeye dönüşür. Yani kadın üzülür, erkek sinirlenir"
__"Güneş zihninde –makul, tartışmacı, mantıklı.
Ya da Ay – şiirsel, hayal gücü kuvvetli, hülyalı…"
Chandra Namaskar/Ayı Selamlama serisi de dışarıdan gelen etkileri tıpkı Ay gibi yansıtmayı, eksilmeden ve bize dokunmasına izin vermeyerek tepki verme huyumuzdan vazgeçmeyi ve olaylara, durumlara veya kişilere bağımlı olmama halini , merkezde kalmayı hatırlatırız kendimize...Ay döngüsü ile senkronize olmamızı sağlar.
Genç kadınlar, ay döngüleri ile de senkron olduklarından
bir avantaja sahiptirler . 
Kadında vücudunuzun hem güneş döngüsüne
hem de ay döngüsüne bağlı olması harika bir şanstır.
Kadına sağlanmış bir avantajdır,
çünkü kadın
insan ırkını yaymak için ek sorumluluklar yüklenmiştir.
'Güneş’e selam ile, beden ısınır, canlandırılır, güç odaklı hareketler uygulanır. Ay’a Selam ile, beden esnekliği artar. 
Ay’a Selam beden ve zihin için sakinleştirici ve besleyicidir. 
Vücudun farklı bölümlerinin farklı devalar tarafından idare edildiği Hindistan eski Rişileri tarafından söylenir.
Solar pleksus,
(insan vücudunun merkez noktası olan göbeğin arkasında bulunur), Güneş ile bağlantılı olduğu söylenir.
Karın boşluğu denilen bölgedeki
sempatik sinir ağlarının en büyüğüdür.
Midenin arkasında bulunan birinci bel omuru seviyesinde bulunur ve Kendinden çıkan sinir dalları, güneşi çağrıştırdığından güneş anlamına gelen “solar” adını almıştır.
Antik Rishilerin Surya Namaskar uygulamasını tavsiye etmesinin ana nedeni de budur,
çünkü bu tekniğin düzenli uygulanması,
kişinin yaratıcılığını ve sezgisel yeteneklerini arttıran
Solar pleksusunu geliştirir.
Tüm duygularımız güneş sinir ağzında saklanır
ve aynı zamanda içgüdüsel duyguların
ortaya çıktığı nokta da budur. 
"Solar pleksusumuz ne kadar genişlerse
zihinsel istikrarımız ve sezgilerimiz o kadar gelişir."
- Sri Sri Ravi Shankar
Güneş ile Ay enerjisi arasında
bir denge tutturamadığımız sürece
her şeyin bilgisine ulaşamayız.
Rişiler bunu
"Güneş akıldır, Ay sezgi.
İkisini de aşıldığında pratibha ;
yani sezgi aracılığıyla her şeyin bilgisidir."
şeklinde ifade etmişler.
Her şey
İçsel ve dışsal dünya,
erillikle dişillik,
durağanlıkla dinamizmin dengesi için...

12 Nisan 2018 Perşembe

Sarhoşların (Aşıkların) Yol Haritası: Hüsn-ü Aşk

“Ey kalem! (Bil ki) bu eser senin değildir! Ey gece, bu seher de senin eserin sayılmaz!”*

Benî Muhabbet derler bir kabile vardı, rivayet odur ki Kays da bu kabiledendir. Kim bilir o günden beri belki Benî Muhabbet kara yazgılıdır. Muhabbet kabilesidir ya sanırsın dertler aleme oradan yayılır. Ne vakit bir şenlik edecek olsalar dert ile gamın kokusu yayılır her yana, sevinçleri hüsran olur. Aşk’ın kasaveti sarmıştır her birini.

Gam ve musibetler ile örülü Benî Muhabbet’in üzerine iki güneş doğar bir vakit. Hüsn ile Aşkdoğar aynı gün. Ay geçer yıl geçer, serpilir büyürler, görenleri büyülerler… Mektep çağı gelince Edeb mektebine gönderilirler ikisi de. Yolları yine kesişmiştir. Edeb okur, edeb yazarlar. Molla Cünun derler heybetli bir kimsedir ki ders alırlar ondan. Mektep dönemi de geçer, serpildikçe serpilir iki ay parçası…

İki genç zamanla daha samimi olurlar, mânâ mesiresinde gezinir, feyz havuzu başında gönüllerini birbirine yaklaştırırlar fakat Aşk’tan ziyade Hüsn daha çok yanar, yandıkça Aşkdaha uzak durur. İş bu ya kabile büyükleri bir kızın aşkını ilan etmesinden hoşnut olmaz. Hayret ettiren bir olay olur. Hayret adında kabilenin önde gelenlerinden biri bu işe el koyar ve ikisinin arasına girer, görüşmeleri yasaklanır. Hüsn dışarı çıkamaz hale gelir. Ne ki Aşk ilk zamanlar bu işe pek aldırış etmez. Ayrılık uzadıkça Hüsn’ün yüreğine bir od düşer. Birden roller değişiverir. Aşık olan Maşuk, Maşuk olan Aşık olur bir anda. Bu halin ne olduğunu Fuzuli üstad şu beytiyle çok önceden zaten beyan etmiş, görelim bakalım ne demiş:

” Âşk odu evvel düşer maşuka, ândan âşıka,
Şem’i gör kim, yanmadan yandırmadı pervâneyi.”

Maşuk olan Aşık olmasa idi, Aşık olan Maşuk’a nasıl yanardı ya HU. İlahi cilve denen bu olsa gerek ki Aşk, içinde harlanan ateşten duramaz olur. Bu halden haberdar olan Sühan iki sevdalı arasında haber getirip, götürürse de dertlerine çare olamaz. Sühan aralarında haber getirip götüredursun. Aşk lalası Gayret ile yoldaş, Hüsn hizmetçisi İsmet ile güç bulmakta, her hallerini onlara anlatmaktadır.

Aşk’ın mecnunluğa varan hallerinden korkan GayretAşk’ı ikna edip Hüsn’ü istemeye karar verirler. İki yoldaş kabile büyüklerine gidip Aşk’ın Hüsn ile evlenmek istediğini bildirirseler de kabile büyükleri Aşk ile alay eder ve bu işin kolay olmadığını evvela Kalb diyarından bir tılsım getirmesini isterler. Her belaya hazır olan Aşk gayrete gelir de Gayret’i yoldaş edinir. Kalbdiyarına yolculuk başlar.

İki yoldaş yola çıkar çıkmasına da kara talih de peşlerini bırakmaz. Yola çıkar çıkmaz bir kuyuya düşerler. Kuyunun içinde envai çeşit mahlûkat ile mücadele etseler de kuyudan çıkmaya güç yetiremezler. Mânâ mesiresinin sofracıbaşısı Sühan yetişir imdatlarına Hızır misali. İsmi Azam okunmuş bir ip ile kurtarır iki yoldaşı kuyudan. Tekrar yola revan olur iki yoldaş. Gam harabelerine uğrar yolları. Cadılarla, devlerle, gulyabanilerle yine başlar bir kavga ki sonu yok. En dar zamanda Sühan yetişir yine. Bir kılıç ve Aşkar isimli bir at ile. Hz. Ali’nin Zülfikar’ına sahipmiş gibi bir güç bulur Aşk, yiğitlikte büyük maharetler gösterir. Gam harabelerinden de kurtulurlar nihayet.

Az gider, uz gider, dere tepe düz giderler, bir sahile varırlar. Sahil dedikse akıl almaz bir yerdir burası; karşılarında ucu görünmez ateşten bir deniz… Bu ateş denizinin üzerinde mumdan gemiler gezer. Gemilerde devler görünür, gemiye gel de kurtul derlerse de Aşkkanmaz bu oyuna. Bizim Hızır gibi yetişen Sühan’ın getirdiği Aşkar ile girer ateş denizinin içine ve bir anda karşı kıyıda bulur kendini. Bu dimağlara sığmaz yerden de kurtulurlar kurtulmasına ya daha başlarına ne işler gelecek oku da gör.

Dağlar aşar, tepeler geçerler, Çin diyarında bir bahçeye düşerler. Bahçeyi gezinirken bir garip iş görürler. Karşılarında bir kuş, insan gibi konuşmada ve iki yoldaşı uyarmada… Kuşun uyarıları bitmeden kadın gelir bahçeye. Etrafı cennetteki hurilere benzeyen güzellerle çevrilidir. Aşk bu güzelde Hüsn’ü görür de büyüsüne kapılır. Gayret gitme dese de Aşkdayanamaz gider kadının yanına, nasıl gitmesin ki sevdiği Hüsn sanır karşısında duranı. Kadın Aşk’a ikramlarda bulunur, sözler ile büyüler ve nihayet şarabından içirir. Aşk şarap ile serhoş, yarı ayık yarı baygın düşer kadının peşine. Bu güzel Aşk’ı esir alıp Zatüssuvar kalesine hapseder.

Aşk ayıldığında kapısı yok penceresi yok bir garip kalede bulur kendini. Duvarlarında çeşit çeşit suretler olan bir kaledir burası. Biraz o yana biraz bu yana koşturursa da bulamaz bir türlü çıkışı. Mücadeleden yorgun düşer. Tam ümidini kaybedecekken Hızır timsali Sühanyetişir imdadına. Bir hile ile kurtarır Aşk’ı Zatüssuvar’dan. Gayret ile Aşk yine bir araya gelirler, tekrar yola revan olurlar. En sonunda Kalb denilen büyülü diyara ulaşırlar da yüreklerine su serpilir. Diyarın yöneticisini görmek için çaba gösterir de sonunda bunu başarırlar ya hayretten ne yapacaklarını şaşırırlar. Karşılarında bir taht ve tahtta oturan kişi… şaşılacak iş doğrusu. Tahtta oturan uğruna diyar diyar gezdikleri Hüsn’dür.

Kıssadan Hisse:

Maşuk istemese Aşık, Aşktan bihaber olur efendim. Sanma ki sen Aşık oldun, “Aşk önce düşer Maşuk’a” diyen Fuzuli üstadı iyi anla. Maşuk Aşık olduğunda Aşk kemendini boynuna dolar da seni kendine çekmeye başlar. Bu kement ile yüreğin sıkışır, başın döner, başında kavak yelleri eser. Maşuk, Aşık’ı kendine çekmeye başlayınca evvela mana alemlerinden feyzler sunar türlü ikramlarda bulunur, sonra aniden “ismet” perdeleri ardına gizlenir de mecnunluk kapısının açılmasına sebep olur. Aşık, “gayret”e gelip arama gücünü kendinde bulunca belaları üzerine çekmeye başlar.

Aşk yoluna çıkanlar, her dem sınanmakla memurdur. Bazen bir kuyuya düşersiniz ki çıkmak mümkün değildir. Ta ki Sühan gibi bir Hızır’ınız olduğu fark edene kadar. Sühan kelime manası olarak söz anlamına gelir. Hikayede temsil ettiği şey ilimdir. Zira ilim olmadan Aşk’ın zorluklarından kurtulmak mümkün değildir. Her Aşık gam harabelerine uğrar. Yine Fuzuli üstattan bir beyit ile mesele daha iyi anlaşılacaktır.

Giriftâr-i gam-i aşk olalı âzâde-i dehrim
Gam-i aşka beni bundan beter yâ Rab giriftâr et

Aşık, gamdan beslenir. Modern dilde söylemek gerekirse Aşık mazoşisttir. Sıkıntı, gam ve bela ile hoşnuttur. Öyle ki derdi dermanı olmuştur. Niyazi Mısrî hazretlerinin dediği gibi;

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş

Ateşten denize dönen gönlünde nefs mumdan gemilere binip seni çekmeye çalışır, yok olacak bahaneleriyle. Oysa Doru Tay manasına gelen Aşkar gibi bir binek ile aşk denizleri yanmadan geçilir. İş bu yolculuğun en zor kısmı ise yüzler kalesinde yolunu bulmaktır. Öyle bir zaman gelir ki Aşık’ın yolculuğunda her yüz sevdiği gibi görünür. Bu cemalperestlik belki de perdelerin en kalını, en zor kaldırılanıdır. Zira çıkış yolu yoktur bu kalenin. Yine en dara düştüğünüz anda ilminizdir size yol gösterecek olan. Ve nihayet Kalb diyarına ulaştığınızda Maşuk’un zaten orada olduğunu göreceksiniz. Zira Maşuk’ların en güzeli, Maşukların da Maşuk’u olan yüce yaratıcı Kaf suresi 16. Ayette “Biz ona şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. Bu böyle iken Hüsn’ün Kalb diyarında olması şaşılacak bir mesele değildir.


Aman dikkat diyorum.Etraf kan emici sömürücü sahtekar Mürşitlerle ( ben mürşidim üstadım sakın inanmayın.Araştırın sorular sorun.) dolu.Sizden para gibi şeyler istiyorlarsa ordan hemen uzaklaşın.Öyle bir gelenek yok.Çay şeker kahve vs gibi yardım tamam.Ama para sakın vermeyin.

Nefs terbiyesi ve derviş..


Nefes ve söz bir titreşirse şifa olur Rahman ve Rahim olur.

Söz’ün Gücü


Yuhanna incili şöyle başlar: “Başlangıçta ‘Söz’ vardı. Söz, Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.” Kur’an ise bunu destekler nitelikte Al-i İmran suresi 59. ayette şu ifade yer alır: “Kün fe yekün(ol dedi oldu).”

Genel bilim çevresinde kainatın varoluşuna dair en çokkabul gören teori, big bang yani büyük patlama teorisidir. Öncesi bilinmemekle beraber genel karakteristiği, kesin bilinmeyen bir noktanın patlaması ile bugünkü kainatın meydana gelmiş olmasıdır. Bu patlamanın sebebine dair bilinmezlik olmakla beraber semavi(!) dinler bunu ilk başta bahsettiğimiz ayetlere dayandırmaktadır. Kutsal irade “ol” der ve her şey olmaya başlar. Her şey elbette bir anda olmuş değildir, bu daha ziyade zaman sorunsalının yanlış anlaşılmasıyla ilgili bir durum olup, din ve bilim bir türlü anlaşamaz bu meselede. Zaman sorunsalını başka bir yazımızda ele almaya gayret edeceğiz. Bizim asıl konumuz girizgahtan da anlaşılacağı üzere söz ve sözün gücü ile ilgilidir.

İnsan, bugünkü beyin yapısına gelme sürecinde, konuşma yetisi ile büyük başarılar elde etmiştir. Belli bir noktadan sonra sözün gücünü fark etmiş olsa gerek ki, bir grup, diğer grubun üzerinde baskın gelebilmiştir.

Söz deyip duruyoruz elbette lakin hangi söz? Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü” kitabının önsözünde bununla ilgili açıklamalarda bulunur.

“Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri ‘mythos’, öbürü ‘epos’, üçüncüsü ‘logos’. 

  • Mythos, söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. 
  • Epos, belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür. Epos, insana tanrının armağanıdır. 
  • Logos, gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir.”

Her üç tanım da kendi içerisinde özel değerlere sahip olup insanoğlunu her zaman etkilemeyi başarmış ve bilinçaltında büyük dünyalar oluşmasına sebep olmuştur. Mythos, dini tarihin asırlar boyu devamını ve gelişimini kontrol etmiştir. İlk insandan beri yaşanmış inançların genel çerçevede bir efsane örtüsüyle bütünlenmesi ile insanların dikkatini çekmiş ve dilden dile dolanmıştır. Daha önceki yazılarımızda da ele aldığımız üzere, bu anlatımlar simgesel bir dil içermekle beraber vermek istediği mesajlar ile de dikkat çekicidir. Bu anlatımları direkt yaşanmış bir mesele gibi ele almak, aklını kullanan biri için mümkün değildir. Mythos ve epos bir arada kullanıldığında ise daha dikkate değer ve sanatsal yönü ön plana çıkan bir tür ortaya çıkar ki insanın ritmik yönü dolayısıyla daha unutulmaz bir hale bürünür. Epos, genel halkın kullanımına çok açık olmasa da günümüzde şiir dediğimiz eserlerin daha çok ozanvari bir şekilde ve irticalen söylenmesine dayalıdır denebilir. Logos ise çok daha derin bir anlam barındırmaktadır. Bazı çevirilerde “Önce söz vardı.” demek yerine “Önce logos vardı.” cümlelerini okuduğunuzda, logosun derinliğini daha iyi anlamış oluruz. Logos, ilahi sözdür ve içerisinde hakikati barındırır.

Söz, ses ve tını, insanın bilinçaltı ile doğrudan ilişkilidir. İnsan bu üç unsurun tesiri ile yönlendirilmeye de gayet müsaittir. İçten içe kemiren bir şüphe için bazen bir söz yeterlidir. Vesvese ile ilgili meseleleri ele alan “Nas Suresi”ni okurken bir fısıltıya şahit olursunuz. Vesveseden bahseden bu surenin, fısıldamak gibi bir okunuşa sahip olması enteresan olmakla beraber sözün gücüne de önemli bir göndermedir.

Sözün en etkili olduğu yöntemlerden biri de hipnozdur. Psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan hipnoz, sözle telkin yoluyla kişinin bilinçaltına inilmesini sağlayarak rahatsızlıklara yol açan hadiselerin etkisini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Hipnoz deneyimim esnasında öğrendiğim şeylerden biri de bilincin kapalı olmamasıyla birlikte bilinçaltının da kendisini göstermesinin mümkün olmasıydı. “Bilinç tekrarı sever.” sözü kulaklarımdan hiç gitmez. Evet, gerçekten bilinç tekrarı sevmektedir ve sık tekrar insanların bilinçaltında yer edinerek vücudu buna göre yönlendirmektedir. Halk arasında sıkça söylenen “Kırk kere söyleme, gerçek olur.” cümlesi bu konuya bir nebze ışık tutar. Bilinçaltının tekrarı sevmesi, sözün gücünü ortaya koymaktadır.

Sözün etkisi ve gücü, insanın fizyolojisini etkilemekle beraber ruhsal yönden de insanı cezbetmektedir. Dua, sözün en etkili olabildiği başka bir kullanım alanıdır. Duaların vicdani yönden insanı etkilemesi, insanın ruhsal yönüne de etki etmektedir. Tanrı ile insan arasındaki iletişimin metni olsa da rahat bir vicdan için gereklidir. Aşıkların şu dizeleri dua (gülbenk)’nın gücünü dile getirir:

“Taş gönülü mum eder,
Bir gerçeğin gülbengi”

“Gerçeğin nefesi eritir dağı,
Yalancının ateşi eritmez yağı.”

Mürşidin nefesi talibin gönlüne işlediğinde, talip zebun olur, o sözün etkisi ile yola gelir, kemalet yoluna girer. Sözün etkisi, söyleyen kişiye göre değişir. Hz. Ali ile ilgili anlatılan bir menkıbe bu bahsi açıklamaktadır.

“Bir bedevî, Hz. Ali’den sadaka ister. Hz. Ali yerden bir avuç kum alarak, bir dua eder, kumu altına çevirir ve altını bedevîye verir. Bu hale şaşıran bedevî, Hz. Ali’ye kumu altın yapmak için ne okuduğunu sorar. Hz. Ali, ‘Fatiha Suresi’ni okuduğunu söyler. Bedevî de hemen yerden bir avuç kum alır ve fatiha suresini okur fakat kum yine aynı kumdur. Hz. Ali’ye şaşkınlıkla bakar ve neden kendisinde aynı şeyin olmadığını sorar. Hz. Ali ise ‘Söz aynı söz ama nefes aynı nefes değildir.’ der.”

Söz, söyleyen kadar, söylendiği ana göre de anlam kazanır, etki bırakır.

“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz”

Yunus Emre’nin bu dizeleri sözün ve yerinde konuşmanın kıymetine önemli vurgular yapmaktadır. İnsanoğlu, genelde düşünmeden konuşmayı tercih eder. İmam Ali efendimizin “Söz ağzından çıkmadan senin esirindir, ağızdan çıktıktan sonra sen sözün esirisin.” buyurur.

Sözün özü:

“Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır.”


11 Nisan 2018 Çarşamba

Kalbin Yaratıcıya açılması..

BİRAZDA TASAVVUFTAN BAHSEDELİM..

Herkesten zikir(yani Allahın esması alınmaz.Alacağın kişi seni iyi tanımalı.Yoksa ters tepebilir.Ekmek dağıtır gibi esmalar dağıtılıyor,son derece sakat.Eskiden mürşit müride hemen esmasını (zikrini ) vermezmiş.Tanıdıktan sonra verirmiş.Bazı zikirler ağır gelebilir.Aman dikkat iyileşeyim derken Ruhsal sıkıntılara girmeyin.Üç kağıtcılar dolu facee ve her yer ..

Günahlar nasuh tövbe ile affedilir ama günahların kalpte ve letaif noktalarında bıraktıkları izler çok uzun zamanda temizlenir. Bunlar için zikir ve rabıtaya ihtiyaç vardır. Zikir ve rabıta nur ve feyz kaynaklarıdır. Bunlar süratle kalbi tasfiye ederek (saflaştırarak, nurlandırarak) letaif noktalarına etki etmeye başlarlar.
Kalp, zikrin ve rabıtanın tesiriyle yavaş yavaş açılmaya başlar. Genişler. Yanma, batma gibi durumlar ilk zamanlar kalpte daha sonra da letaif noktalarında görülebilir.
Kalbin altının, karın kısmının yılan gibi oynaması kalbin üstünün kalp gibi atması (veled-i kalp) zikri yeni alanların yaşadıkları bazı maddi haller olabilir.
Kalbin manevi halleri ise pek çoktur. Sürekli günahlarına pişman olup gözyaşı dökme, insanlara karşı merhamet duyma, iyiliklere karşı büyük bir alaka hissetme, her şeyde Allah’ın tecellilerini görme… kalbin zikirle yaşadığı manevi hallerden sadece bazılarıdır.
Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.
Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.
Bu letaif noktaları zikir ve rabıta ile günah kirlerinden temizlenip nurlarla parlamaya başlayınca gözler kapalı vaziyette iken onların değişik renkteki nurları da görülebilir. Letaifler bu nurlarla birlikte emir âlemine yükselmeye başlarlar. Onun için başlangıçta ilgili manevi organlarda görülen bu nurlar daha sonra birlikte ve karışık bir vaziyette görülür. Zikir ve rabıta sırasında helezonik bir tarzda dönerek, karışarak yükselmesi ile kendisini belli ederler. Bazı kitaplarda ilgili letaif noktalarında farklı renklerdeki nurların söz konusu edilmesinin nedeni, bu nurların bir bütün halinde görülmesinden ve bu sebeple hangisinin hangi letaif noktasından çıktığını tam olarak bilememeden kaynaklanmaktadır.
Letaiflerin temel işlevlerini tam anlamıyla bilememekteyiz. Ama tüm ruhsal işlevler onların aracılığı ile gerçekleşmektedir. Çünkü letaifler ruhun temel organlarıdır. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle insana ruh hakkında çok az bilgi verilmiştir (bk. İsra suresi, 85). Tabii ki ruhun manevi organları olan letaiflerin her birisinin ayrı bir işlevi vardır. Duygu ve düşüncelerin, hayallerin, bilinçaltı bilgilerinin letaiflerle yakın bir ilgisi bulunduğu gibi imanla ilgili tüm kavramlar da doğrudan letaiflerle ilgilidir. Örneğin ilahi aşk, cezbe, Allah’ın huzurunda olma duygusu, Allah’ın varlığını her yerde hissetme, Allah’ta yok olma isteği, kerametler (aynı anda birkaç yerde görünme, ruhlarla konuşma …)vs


Bizden korkmayın, bizde sizdeniz..


"Düşünceler oklar gibidir. Bir kere salıverildiler mi, gider hedefi vururlar. Onlara iyi sahip ol, bir gün hedef kendin olabilirsin.”
Bir çingene haykırışı...
"Ben bir çingeneyim. Bizanslılar 1000 yıl önce benim insanlarıma athinganoi adını verdiler. Bu dokunulmaz demekti.. Bundan sonra her gittiğimiz ülkede insanlar bizi böyle çağırdı. Zigeuner, cigani veya çingene.
Bizlere dokunulmaz dediler... Korktular bizden. Farklıydık. Daha yoksulduk. Daha özgürdük. Ama insandık. Tıpkı onlar gibi. Onlar bunun farkında değildi. Bizimle çalışmak, bizimle yaşamak, bizimle konuşmak istemediler.
Atalarım, bu haksızlıklardan kurtulmak için her yolu denediler... Haykırarak baktılar insanların gözlerine; "biz çingene değiliz insanız." Çingenelerin konuştuğu dillerden birinde insan Rom demekti. Onlarda insanlara biz romanız dediler yani sizden bir farkımız yok.
Bugüne kadar kimse onları dinlemedi. Ben atalarım gibi umutsuzca yalvarmayacağım. Biliyorum ki gerçekten de biz farklıyız! Özgür, hırçın, dayanıklı, güçlü, insancıl, ve yaratıcıyız. Tarihin en barışçı insanlarıyız. Bu yüzden utanmam gerekmiyor. Ben olduğum şeyle gurur duyuyorum. Herkes bilsin! Ben bir çingeneyim."


Dost dostun şifasıdır..

İnsan ancak dostları kadar büyür, dostları kadar gelişir.
İnsanın çapı, dostlarının çapı kadardır.
Bir insanla dost olmak, geleceğinizi o insana emanet etmektir.
Dostlarımızın, boyasıyla boyanır, ahlakı ile ahlaklanırız.
Kişinin kalitesini, dostları belirler.
Kim olduğunu bilmek isterse, kimlerle dost olduğuna bakmalı insan.
Adaletin önderi Hz. Ömer’in dediği gibi; “Kişinin dostu; aklının
kılavuzudur.”
Herkes, kendi “ayarına”, aklına göre dost edinir.
Her kuş, kendi cinsiyle uçar.
Kartallar kartallarla...
Kargalar kargalarla.
Hayallerini, umutlarını, hedeflerini gerçekleştirmene destek veren, seni
yüreklendiren, sana omuz veren, seninle aynı yöne bakan, aynı değerlere
sahip insanla dost olmalı.
Akıllı insan, kime akıl danışacağını bilen insandır.
Akıl danışacağın insanla dost ol.
İnsanın hayatında, mutlaka kendine öğüt veren gerçek dostları olmalı.
Çünkü gerçek dostlar, insanın "hayat sigortasıdır."
Nasıl bir insan olmak istiyorsan, öyle insanlarla dost ol.
Yüreği temiz insanla dost ol.
Edindiğin dostlarının fikirleri kirliyse, senin “kalbin ve fikirlerin” ne
kadar temiz olursa olsun, er ya da geç senin de kalbin ve fikirlerin
kirlenir.
Duygular gibi, değerler ve inançlar da kişiden kişiye sirayet eder.
Doğru yolu yanlış insanla yürürsen, yolunu da doğrunu şaşırırsın.
Fedakarlığı, iyiliği, merhameti, sevgiyi istismar eden kişi, "ahmağın" ta
kendisidir.!!!!!
Vefa, sadece "asil ruhlu" insanlarda bulunan bir özelliktir.
Vefası olmayan, duygularını istismar eden ahmak adamdan uzak dur.
Kendisine yapılan bir iyilik karşısında, teşekkür etmeyen ve kendisinin
yaptığı hatadan dolayı, özür dilemeyen insanlardan uzak dur...!!!!
Asla dikene de güle de aynı değeri verme. Bu senin gülü de dikeni de
tanımadığını gösterir.
Usta şair İsmet Özel’in deyimiyle; “Karlı bir gece vakti uyandıracağın”
dostlar bul kendine.
Bir insanla birlikte olduğunda, mutlu hissetmen ve zevk alman seni
aldatmasın.!!!
Gerçek dostlukta, bundan daha fazlası gerekir.
Yanında bulunduğunda, “iç huzursuzluğu hissettiğin” insandan uzak dur.!!!
İç huzuru, gerçek dostla sahte dostu ayırabileceğin en sağlam duygudur.
Çünkü “iç huzursuzluğu” duyguların “sigortasıdır.”
Gerçek dostlar insana, mutluluğun yanında, iç huzuru verir.!!!
Ulu bilge Tebrizli Şems ne güzel söylemiş; “Biri gelir seni sen eder, biri
gelir seni senden eder.!!!!!
Unutma; güvenine layık olmayan, sevgine de layık değildir.
Güven, sevgiden önce gelir...
Güvenmeden sevmek, dost olmak; üç günlüktür. Güvenerek sevmek, dost olmak;
Çünkü insanların, bir gerçek değerleri, bir de "sözde, sahte değerleri"
vardır.
Sözde; herkes dürüsttür, adildir, anlayışlıdır, cömerttir, yardımseverdir,
tutarlıdır, ahlaklıdır.
İnsanın gerçek değerlerini; sözü değil,
Nasıl bir insan olmak istiyorsan, o kalitede ve özellikte insanla dost ol.
Çünkü arifle oturan, arif kalkar.
Cahille oturan, cahil kalkar
Son söz; “Bazı insanlar, bazı insanlara şifadır.
Allah şifanızı versin..."

10 Nisan 2018 Salı

Mutlu olun.Mutsuzluk insanı bitiriyor.

Mutsuzluk beyni küçültüyor!

Mutsuzluk ve beyin arasında doğrudan ilişki var. Öyle ki uzun süreli mutsuzluk yaşayanların beyinlerinde küçülme meydana geliyor.

Mutluluğun, özellikle dayanma gücü ve dirençliliği artırdığına dikkat çeken uzmanlara göre mutluluk hastalık belirtilerinin daha az hissedilmesine neden olurken, bağışıklık sistemini uyararak hastalıkların çabuk iyileşmesini sağlıyor.

Birleşmiş Milletler (BM), dünya üzerindeki insanların mutluluğu hatırlamaları ve kutlamaları için 2012 yılında 20 Mart’ı “Dünya Mutluluk Günü” olarak ilan etti. BM Genel Merkezi’nin bulunduğu ABD başta olmak üzere üye birçok ülkede eğitim, kültür ve sosyal faaliyetleriyle kutlanan gün dolayısıyla çeşitli sivil toplum örgütleri, dernek ve kuruluşlar mesaj ve kutlamalar yayınlıyor.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Beyin Hastanesi Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Barış Metin, Dünya Mutluluk Günü ile ilgili yaptığı açıklamada mutluluğun insan sağlığı üzerindeki etkilerine dikkat çekti.

Mutluluk, direnci artırıyor

Genel olarak mutluluğun yaşamı uzattığı veya hastalığı iyileştirdiğine dair bilgi bulunmadığını belirten Doç. Dr. Barış Metin, “Ancak birçok hastalıkta genel mutluluk düzeyinin hastalık seyri üzerine pozitif etkileri olduğu bildirilmiştir. Mutluluk özellikle dayanma gücü ve dirençliliği artırarak hastalık belirtilerinin daha az hissedilmesine neden olur. Ayrıca mutluluk bağışıklık sistemini uyararak hastalıkların çabuk iyileşmesine neden olur.

Mutlu insanlar daha az şikayet ediyor

Hasta olsalar bile mutlu insanların hastalığa bağlı daha az şikayet ettiklerini, hastalık belirtilerini daha az hissettiklerini vurgulayan Doç. Dr. Metin, “Özellikle kanser hastaları üzerinde yapılan çalışmalar, genel mutluluk düzeyi ile hastalıkta şikayet arasında ters yönlü ilişki olduğunu göstermektedir” dedi.

Uzun süreli mutsuzluk, beyinde küçülmeye yol açıyor

Mutsuzluk ve beyin arasındaki ilişkiye değinen Doç. Dr. Barış Metin, uzun süreli mutsuzluk yaşayan kişilerin beyinlerinde küçülme meydana geldiğini belirterek “Bu küçülme birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Bu durum, özellikle tedavi edilmeyen depresyondaki bireyler için geçerlidir. Uzun süren mutsuzluk, hayattan keyif alamama ve üzüntü hallerine tıbbi müdahale gereklidir. Yaşlılık döneminde mutsuz olma küçülmeye bağlı olarak bunamayla sonuçlanabilir” şeklinde konuştu.

Mutluluk da mutsuzluk da öğreniliyor

“Psikoloji, insanı mutsuz eden düşünme biçimlerinin varlığını ortaya koymaktadır” diyen Doç. Dr. Barış Metin, “Bu düşünme kalıpları da genel olarak öğrenme yoluyla kazanıldığından, dolaylı olarak mutluluğu veya mutsuzluğun öğrenildiği söylenebilir. Kişinin ailede sağlıklı sosyal ilişkiler kurma, affedici olma, şükretme gibi mutluluk verici alışkanlıkları kazanması, hayatta mutlu olmasını sağlayabilir” diye konuştu. Doç. Dr. Barış Metin, zeka ile mutluluk arasında zayıf da olsa bir ilişki olduğunu da belirterek, “Yapılan çalışmalar düşük zekalı bireylerin daha az mutlu olduğunu göstermektedir” dedi.

Amacı olan insanlar son seviye mutluluğa ulaşıyor

“Genel olarak mutluluğun dört çeşidi olduğu söylenebilir” diyen Doç. Dr. Barış Metin, sözlerine şöyle devam etti: “Birinci çeşidi; maddi mutluluktur ve bir şeye sahip olmaktan duyulan mutluluğu anlatır. İkinci çeşidi; kişisel özelliklerden yani kendini geliştirmek ve iyi özelliklere sahip olmaktan duyulan mutluluktur. Üçüncü çeşidi; ilişkilerden duyulan mutluluktur yani buna ‘sevmek ve sevilmekten duyulan mutluluk’ da denebilir. Dördüncü ve son evre mutluluk da kendini gerçekleştirme ve dünyada var olma amacını anlamış olmaktan duyulan mutluluktur ki buna ‘mutluluğun en yüksek seviyesi’ de denir. Bu seviyeye ulaşmak için kendimizi, dünyadaki amacımızı ve kendi amaçlarımızı gerçekleştirecek uğraşları, potansiyelimizi kullanabileceğimiz aktiviteleri bulmamız gerekir. Hayatta amaçları olan insanların bu son seviye mutluluğa ulaştıkları bilinmektedir.”

Mutluluğu kalıcı kılmak bizim elimizde

Doç. Dr. Barış Metin, “Mutluluğu kalıcı kılmak için kısa dönem maddi mutluluklar yerine manevi mutlulukları öne çıkarma, sosyal arkadaşlık ve aile bağlarını koruma, sahip olduğumuz şeyler için şükretme ve bağışlayıcı olmak gereklidir” diyerek en çok mutlu olanların iyi ilişkiler kuran, affedebilen ve şükran duyabilen insanlar olduğunun altını çizdi.

Sağlıksız beslenme, mutluluk seviyesini düşürüyor

“Sağlıklı ve dengeli bir beslenme birçok kronik hastalığı önlediği için uzun dönemde mutluluk hissini artırmaktadır” diyen Doç. Dr. Barış Metin, “Kısa süreli mutluluk ve haz için sağlıksız, yeterli protein, mineral ve vitamin almadan beslenme uzun dönemde diyabet ve obezite gibi sağlık sorunlarını doğurarak mutluluk seviyesini düşürür” uyarısında bulundu.

Çocuk ve aşılar..Dikkat..

Yine aşılar evet aşılar
Bill Gates konferanslarında sürekli;
"Nüfus artışını engellemenin aşı ile sağlanacağını" dile getiriyor.
Açıkçası "Bu adam aptal mı bunu niye açık açık söylesin." diyor ve başlarda inanmıyordum.
Hem "Aşılarla hayat kurtarıyoruz." diyor, hem de "Nüfus azalacak." diyor. Peki ikisi aynı anda nasıl sağlanabilir ki?
Bu gerçeği anladığımda kanım dondu.
Dan Brown'un "Cehennem" adlı kitabında ;
Bir bilim adamı ve onun sevgilisi "Nüfus bu hızla artmaya devam ederse doğal kaynaklar bitecek ve dünyanın sonu gelecek. 
Eğer biz içme sularına karıştıracağımız kısırlaştırıcı virüsle nüfus planlaması yaparsak insanlığa hizmet etmiş, dünyayı kurtarmış olacağız. Böylece tüm insanların yok olması yerine en azından yarısı yaşayacak." diyerek harekete geçiyorlar. 
Hikayenin bir kısmı İstanbul'da geçiyor. Dünyayı kurtarmaya çalışan bilim adamı intihar etmeden önce Ayasofya'nın altındaki sarnıca zamanı gelince eriyip içme sularına karışacak virüslü poşeti asıyor. 
Yani düşüncelerine göre zaten insanlığın hepsi bu gidişle ölecek,bari biz alt sınıfı öldürelim ki kendi adamlarımız sağ kalsın.
Nasılda Avrupa'nın zihniyeti değil mi?
Bu adamlar yıllardır bunu gözlerimizin önünde yapıyorlar zaten.
Sömürü ile açlığa mahkum ettikleri Afrika günden güne can veriyor.
Rockefeller ailesi nüfus planlaması için aşı üretiyor kardeşlerim.
Hani şu daha çok yaşamak için Ortadoğuda Müslümanların kanına doymayan aile!
GDO'lu besinler ve intihar eden tohum, planın bir parçasıydı. 
Amaç yerli tohumu kalmayan ve üretim yapacak tohumu dışardan almak zorunda kalan ülkeleri açlıkla tehdit etmek. Hayvan yemi için bile tohum lazım. Bitki için zaten tohum gerekli. Onlar bize tohum satmasa biz ne yiyeceğiz ? O yüzden yerli tohum yasak. Bağımsızlığımız midemize bağlı hale gelecek yerli tohuma sahip çıkmazsak.
Hem aşı sat-para kazan, hem insanları kısırlaştırıp nüfus planlamasını sağla, hem hibrit tohum sat-para kazan, hem o doğal olmayan tohumlarla hasta et-ilaç sat-para kazan, hem de bir devleti aç bırakmakla tehdit edebileceğin koz elinde olsun.
Ne kadar garantili bir iş değil mi?
Bu verimli anadolu topraklarına ekilen her tohum İsrail menşeli.
Ve ekildikçe yenilenemiyor topraklarımız yeniden mahsul vermiyor.
Niye koskoca Türkiye saman ithal ediyor onu bile üretemiyor anladık mı kardeşlerim?
Niye bu kadar son teknoloji şehir hastaneleri kuruluyorda hala bekleme salonları tıklım tıklım hasta dolu? Oysa bu teknoloji ile kimsenin hasta olmaması lazım değil miydi?
Çünkü kurulan hastaneler bile ihaleler alınırken ayda %70 hasta garantili kuruluyor.
Sizin üzerinizden "hasta olma" garantiniz veriliyor.
Kocakarı yöntemlerine dönün ey Anneler.
Kefir yapın, yoğurt yapın, peynir yapın, tereyağı, ekşi mayalı ekmek yapın. 
Gerekirse sofranızda sadece bunları yiyin ama kurtarın şu Ummeti Muhammedin evlatlarını!


Yıldızlardan gelen mesaj.

Dostlarımız, 

Sizler Fiziksel Âlemlerin, 3 B olarak adlandırılan ve Beynin sınırlı bir işlevsellik içinde, Var oluşun ve onun içerdiği potansiyellerin sınırlı bir bölümünü algılamakla kayıtlı olduğu bir düzleminde bulunduğunuzdan ve binlerce yılın alışkanlıkları ile de engellenmiş ve sınırlanmış bir Hal içinde bulunduğunuzdan, şekiller ve semboller dünyasında yaşamaktasınız. Ki bunun ilk ifadesi ve ürünü dildir. Ve de dilinizi oluşturan sesleri ifade eden harflerdir. Hangi dil olursa olsun, içerdiği seslere karşılık gelen harfler birer Sembol olarak sizlerin şimdi algıladığınızdan ve kullana geldiğinizden daha derin ve boyutlu anlamlar içermektedir. Ve her bir alfabe, kullanıcısı olanların karşılık geldikleri Yıldız Sistemleri ve ait oldukları Galaktik Bütünlüklerle de ilgilidir. Ve özellikle de Mısırdan kaynaklanan Hiyeroglifler ve sonra ondan evrilerek gelişen alfabeler ve ama aslında alfabeler ve yazı TANRI TOD' un siz İnsanlara bir armağanıdır. Seslerle yani konuşarak ve de farklı ifade kalıpları ile iletişim ise TANRI AMON' un sizlere bir armağanıdır. Tod ve Amon' un tanrılıkları ise, binlerce yıl önce iletişime geçtikleri - hem fiziksel hem de enerjetik - insanların onlara bahşettikleri sıfattır. Yoksa Tanrı Tod dediğiniz varlık, Sirius B den, Galaktik bir Ağabeyiniz ( hadi yine de bir paye biçmiş olalım, şimdilik ağabey düzeyine indirelim sonra arkadaş kılarız birlikte ) , Tanrı Amon dediğiniz varlıksa, Altona'dan bir Evrensel - İlahi Atanızdır. 

Sözü çok da uzatmadan dostlarımız,

Sizler şekiller ve semboller dünyasında yaşadığınızdan ama henüz onların bile ilmine tam vakıf olmadığınızdan, sizlere şekiller ve semboller yardımıyla ulaşmaya çalışmaktayız. Aslında sizlerle paylaştığımız semboller, örneğin 1 ve 2 numaralı semboller - yani Başak ve Altıgen - bizlerin Işık Bedenlerimizdeki Işık Taç Çakrası hizasındaki ENERJETİK BİRER SİMGE olarak yer alırlar. Bizler Kâinatta - yani çok çeşitli yaşam tarzları ve yaşam formları ile dolu olan Sonsuzlukta(!) — birbirimizi;

1 - RENKLERİMİZLE

2 - TİTREŞİMSEL SESLERİMİZLE

3 - SİMGELERİMİZLE

Tanır ve anlarız.

İşte biz Orogonlular olsun diğer İnsanın Ataları olan ATLANTA’LI Medeniyetlere ait Varlıklar olsun, Altın Taç Çakra Manyetizm Alanımızda Başak Simgesi ile Altıgen ya da başka bir simge ile biliniriz. Sirius B liler ise, Işık Taç Çakra Manyetizm alanlarında bir tür kilit Anahtarı ile enerji alanı simgesi ile bilinirler. Ki ileride bu sizlerin eski ahşap evlerinizin eski tarz büyük ve uzun ev anahtarına benzeyen kilit sembolünden de söz ederiz, belki.

Dostlarımız,

Bir cumartesi fantezisi rahatlığı içinde ele almanızı istediğimiz bu aktarımı, ancak uyumlanmalarınızda, rüyalarınızda, astral yolculuklarınızda başak, altıgen ve yaşam enerjisi alanı sembollerinin KORUYUCULUĞUNDAN - REHBERLİĞİNDEN - DESTEĞİNDEN yararlanabilmeniz muradıyla da sizlere aktarıyoruz.

Bilgelikle Kalın. Evrensel Zekânın Her Oluşta ve Oluşumda Kendisini İfade Eden Bilgeliğinin Farkındalığı ve Hayranlığıyla.

Aşkla Kalın. Hayata ve onun tüm ifadelerine aşkla.

0 N L A R ( O' n dan gelenler - ON ON gelenler - O'n larla gelenler - O' nunla gelenler - O' na gelenler ) adına

LYRA - SİRİUS ANA İLETİŞİM KONSEYİ TERRA KONSÜLLÜĞÜ

Otomatik alternatif metin yok.