24 Şubat 2018 Cumartesi

Ruh ve bağlantı.Sen ne düşünürsen osun.Benzer benzeri çeker yasadır bu ve değişmez.O yüzden düşüncelerine dikkat et.


Ruhun, içindeki Tanrı ışığı ve nefesidir. Bilincinden aldığı bilgilerle tekamül eder. Yalnızca doğru bilgiye ihtiyaç duyar ve kendine ne söylersen, tekamülün adına onu yaratır. Şayet kendine değersiz olduğunu, yeterince akıllı olmadığını ve kimsenin seni sevmediğini söylersen, tekamül yolunu o şekilde belirler. Seni geliştiren şey, acı ve rahatsızlık olacaktır. Değersiz olduğunu takdir görmediğini hissederek endişeler içinde evrim geçirirsin. Bu duygular ruhuna hakikati söylemediğin için ortaya çıkar. Seni onlar büyütür ve zor yolu seçmiş olursun. Aklın, karanlık tarafından bulandırılmıştır. Eğer kendini bu durumda hissediyorsan, karanlık bilincinin içinde demektir ve onu dışarı çıkarman gerekir.

Karanlık bilincine girdiğinde korku, suçluluk, utanç, nefret, üzüntü, karışıklık, kopukluk gibi listenin uzayıp gittiği karanlık yollarla düşünmeye başlarsın. Bunun yerine aklımızı ışıkla hizalanmaya hazırlamalıyız. Işıkla hizalanmak, spiritüel sevginin öz enerjisinden hareket etmektir. Böylece ruhumuz doğru bilgiyi alır. Sonrasında varlığımıza, benliğimize ne kadar harika ve güçlü olduğumuzu söyleriz. İstediğimiz her şeyi yapabiliriz, yaratabiliriz. İnsanların farkına varmadığı başka bir şey, ki bunu zamanla herkes öğrenecek, tüm ruhların birbiriyle bağlantıda olduğudur.

Ruh, bedenin elde ettiği deneyimlere göre,

bireysel çalışır fakat bir başkasının ruhuyla iletişime ihtiyaç duyarsa onunla konuşabilir.

Dolayısıyla ruhuna, “Ben berbat bir insanım” gibi şeyler söylersen, kendiyle bu şekilde konuşanlarla temas edersin. Benzer insanların bir araya gelmesinin sebebi bu. Ya karanlık ya ışık… O yüzden kriminal suçlar için bir araya gelip birbirine bağlananlar var. Öte yandan gezegenin yapısal bütünlüğünü yükseltmek adına bir araya gelip bağ kuran insanlar da var. Hepsi ruha dayalı. Kural basit; kendini yüksek titreşimlerde tutabiliyorsan, bilincin de yüksek titreşimdedir. Titreşimin düşükse ve yüksek titreşimli biriyle bir haftayı beraber geçirirsen; sonunda iki şey olabilir: Birincisi, enerji boyutunda bir metamorfozdan, yani dönüşümden geçersin. “Etkileşim değişimi” de diyoruz buna. Veyahut o insandan uzağa kaçarsın, tıpkı ateşten kaçar gibi.

Bazı insanlar ömürlerini boşa harcıyormuş gibi görünebilir. Gerçekte kişisel tekamüllerine göre yaşıyorlardır. Bazı varlıklar buraya sadece fakirliği deneyimlemek üzere gelir. Bazıları yalnızca bir bebek doğumunu yaşayıp eve, ışığa dönmeyi deneyimlemeye gelir. Bazılarının deneyimlemeye geldikleri şeylerle ilgili “Bir insan niye böyle bir şey istesin ki?” diye düşünebilirsin. Ruhun kendisi her zaman bir şeyleri sevgiye döndürme isteğinin kor enerjisiyle hareket eder. Sevgiden olmayan, karşıt bir enerjiden hareket etsen bile ruhun yine sevgiye dönmek ister. Ancak o karanlık enerjiyi fark etmeni sağlayacak deneyimler yaratır sana. Böylece yaptığın şeye sevgi verip, o enerjiyi sanki eksik kalan bir şeyi yeniden yaratır gibi özüne döndürebilirsin.

Ruhunu Tanrı’nın seninle bağlantıda kalma aracı olarak düşün.

O’nun her zaman orada olduğunu, var olduğunu gösteriyor sana.

Ruh, hiçbir şeyin yoksunluğunu çektiğinden değil, sadece senin benliğin yoluyla büyümek üzere geliyor. Ona “güzelsin, güçlüsün, her şeyi iyileştirebilirsin, her şeyi değiştirebilirsin” gibi sevgi mesajları verdiğimizde ruh güçlenir ve böylece sen de güçlenirsin. Çünkü hayatımızı oluşturan ruhtur. Güzel bir çocuğa güzel şeyler söylemiş olursun ve bir anda bu çocuk güçlü, harika, fırsatlar yaratabilen, yetenekli, derin ve tekamül edebilen bir varlık haline gelir. Bu çocuk her şeyi yapabilir çünkü Tanrı’yla olan bağlantısı itibariyle diğer tüm ruhlarla bağlantıdadır. Sen bilinçsin ve tek bir ruhsun. Ruhun kendi bilinci vardır ama onu sevip sevmeyeceğini görmek üzere bir çocuk gibi seninle oyunlar oynar. En üst potansiyeline ulaştığında da fark edersin ki, ruh ve bilinç birdir. 


Paralar bozulmasın aralar..

Dünyanın en zengin ülkeleri, 

Büyük finans plazalarıyla iki küçük ülke olan, Lüksemburg ve İsviçre'dir. Daha küçük olan Lüksemburg hakkında çok az şey bilinir ya da hiçbir şey bilinmez. İsviçre, Giyom Tell'in nişancılığı, saatlerinin dakikliği ve bankerlerinin ketumluğu sayesinde evrensel bir üne sahiptir..
İsviçre bankalarının ünü çok eskiye uzanır. Yedi yüzyıllık bir gelenek bu bankaların ciddiyet ve güvenilirliğinin garantisidir. Ama İsviçre'nin büyük bir finansal güç olmaya başlaması İkinci Dünya Savaşı'na denk gelir. Uzun tarafsızlık geleneğine sadık kalan İsviçre savaşa katılmaz. Ama savaş ticaretine katılır, hizmetlerini çok iyi fiyata Nazi Almanya'sına satar. Parlak bir iş : Hitler'in işgal ettiği ülkelerden ve ele geçirdiği Yahudilerden -toplama kamplarındaki gaz odalarında ölenlerin altın dişleri de dahil- çaldığı altınları İsviçre bankaları uluslararası dövize çevirir. Nazilerin peşlerine düştüğü insanlar sınırdan geri çevrilirken, altın İsviçre'ye hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan girer..

"Banka soymak suçtur ama banka kurmak daha da büyük suçtur," diyordu Bertolt Brecht. Savaştan sonra İsviçre, diktatörlerin, hırsız politikacıların, yargıdan kaçan hokkabazların, silah ve uyuşturucu tacirlerinin uluslararası Ali Baba mağarasına döndü. Zürih'teki Banhofstrasse'nin ya da Cenevre'deki La Correterie'nin ışıltılı kaldırımlarının altında, yağmaların ve sahtekârlıkların meyveleri banknot dağlarına ve külçe altınlara dönüşmüş bir halde gözden ırak uyuyor..  
Banka sırları artık eskisi gibi değil ; skandallar ve hukuki araştırmalar sonucu zayıfladı, ama bu ulusal kazanç motoru iyi kötü faaliyetine devam ediyor. Maske ve peçe kullanma hakkından yararlanan para bütün yıl süren bir karnavalın keyfini çıkarırken, referandumlar nüfusun çoğunluğunun bunun kötü bir şey olmadığını düşündüğünü ortaya koyuyor.

İsviçre menşeli çamaşır makineleri yıkayınca, paranın taşıdığı pisliklerden, entrikalar sonucu oluşan komplike lekelerden en ufak bir iz bile kalmıyor geriye. Seksenli yıllarda Ronald Reagan Amerika Birleşik Devletleri'ne başkanlık ederken, Albay Oliver North'un üstlendiği çeşitli başlıklardaki manipülasyonların operasyon merkezi Zürih idi. İsviçreli yazar Jean Ziegler'in açıkladığına göre, Kuzey Amerikan silahları düşman ülke İran'a ulaşıyor, İran da bu silahların bir kısmının karşılığını kokain ve eroin olarak ödüyordu. Uyuşturucu Zürih'ten satılıyordu. Nikaragua'da okulları ve kooperatifleri bombalayan paralı askerlerin finansmanında kullanılacak olan para Zürih'te bankaya yatırılıyordu. O dönemde Reagan bu paralı askerleri Amerika Birleşik Devletleri'nin Kurucu Babalarıyla karşılaştırıyordu. 
Yüksek mermer sütunlu tapınaklar ya da dikkat çekmeyen şapeller şeklindeki İsviçre kutsal mabetleri sorulardan kaçınıyor ve gizem sunuyor. Filipinler'in despotu Ferdinand Marcos'un, dört İsviçre bankasında korunan bir, bir buçuk milyar dolar arası parası vardı. Filipinler'in Zürih'teki başkonsolosu, Credit Suisse'in yöneticilerinden biriydi. Marcos'un düşüşünden on iki yıl sonra, 1998'in başlarında, pek çok davanın ve karşı davanın sonunda, Federal Mahkeme 570 milyon doların Filipin Devleti'ne geri verilmesine karar verdi. Paranın tamamı değildi bu ama yine de bir şeydi. 
İstisnai bir durum : Normalde suçlu para iz bırakmadan kaybolur. İsviçreli cerrahlar yüzünü ve adını değiştirirler ve bu hayal mahsulü yeni kimliğe yasal bir hayat vermekle uğraşırlar. 

Nikaragua'nın vampirleri olan Somoza hanedanlığının ganimetlerinden eser kalmadı. 
Haiti'deki Duvalier hanedanlığının çaldıklarından neredeyse hiç iz yok, hiçbir şey iade edilmedi..
Kongo'nun kanını son damlasına kadar sömüren Mobutu Sese Seko Cenevre'deki bankerleriyle görüşmeye her zaman zırhlı Mercedes'ler eşliğinde geliyordu : Mobutu'nun 4-5 milyar dolar arası parası vardı. Diktatörlüğü devrildiğinde yalnızca 6 milyonu görünüyordu..
Mali diktatörü Moussa Traore'nin bir küsur milyar doları vardı, İsviçreli bankerler 4 milyonunu geri verdiler..
1976'dan beri terör uygulayarak vatan için kendilerini feda (!) eden Arjantinli askerlerin paracıkları da İsviçre'ye geldi. Yirmi iki yıl sonra hukuki araştırmalar bu "buzdağının" görünmeyen kısmını ortaya çıkardı. Hayali hesapların korunduğu sis bulutunda kim bilir kaç milyon dolar buharlaşıp yok olmuştu ? 
Doksanlı yıllarda Salinas Ailesi Meksika'yı soyup soğana çevirdi. Başkanın kardeşi Raul Salinas'a, uyuşturucu mafyasının korunması ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi için cebine indirdiği komisyonlar nedeniyle "Bay Yüzde On" diyorlardı.. Basın bu dolar nehrinin Citibank'a, Union de Banque Suisses'e, La Société de Banque Suisse'e ve paranın Kızıl Haç'ının diğer akıntılarına karıştığını bildirdi. Ne kadarı geri alınabilecekti ? Para Cenevre gölünün büyülü sularında battı ve görünmez oldu !..

EDUARDO GALEANO "TEPETAKLAK / TERSİNE DÜNYA OKULU"



Nefesine dikkat et.

Çakraların sağlıklı olmasını istiyorsan nefesine dikkat etmelisin.Aldığın her nefes boyutlara açılan yüksek boyutlu frekanslardır..

İnsan bedeninde çakralar, Torusun merkezinden geçen ana hat üzerindedir. Tepe çakrası ile kök çakra arasındaki manyetik alanın merkez noktasında ise kalp çakrası vardır. Kalbin taşıdığı yüksek manyetik alan, bedenin etrafındaki torus manyetiğini oluşturan ana kaynaktır.
Nefesin ritmi, kalbin dairesel yayılımı ile senkronize olduğunda merkezinde kalbin olduğu büyük bir torus kafesi yaratır. Çakraların durumu, kişinin torus kafesinin şeklini, gücünü ve kalitesini etkiler.
Bir insan torusunun içinde merkezden başlayıp dışarıya doğru büyüyen içiçe geçmiş üç tane torus küresi vardır. Her alan belirli bir boyutun kademesi içine girilmeyi sağlar. En dıştaki makro torusa ulaşıldığında, nefes alan varlığın tüm zaman mekan potansiyellerine ulaşılmış olur. Bu potansiyeller, hem geçmişi, hem de geleceği kapsar.
Nefesi yöneterek bu manyetik alanın yönetilmesi mümkün müdür?
Nefes ile insan etrafındaki manyetik alanın tam kapasite ile dengeli olarak devreye girmesi mümkündür. Bu manyetik alan 17 metreye kadar etki yaratacak büyüklüğe gelebilir. Tüm çakraların dengeli ve tam güçle enerji ürettiği bir beden dengesi, kalp elektromanyetiği ile birleştiğinde, bedendeki tüm doku, hücre ve DNA’nın yarattığı titreşimler, zihnin ve bilincin ortak niyetinin emrine girer. Bu birliğine ulaşıldığında oluşacak olan enerjetik beden, evrenin kozmik kafesinin yetkilerine sahip olabilir. Evrenin frekansında titreşebilen insan, kozmik ile bütünleşir. Bu bütünleşme sırasında insanın ulaşacağı enerji, Torus örüntüsü kurallarına göre çok yüksek bir güce ulaşır. Bilinci ile kozmiğin kafesi içinde dolaşabilir, bilgi alabilir, yolculuk yapabilir. Niyeti ile kozmiğin kuantum alanı içinden herhangi bir dalgayı kendi realitesine çökertip, pek çok şeyi gerçekleştirebilir. Kadim bilgilerde bu nefes ile başka bir boyuta geçmenin mümkün olduğu da söylenir.
Torusunuzun mutlak sıfır noktasında yani kalp merkezinde kalıp, Kalpten başlayan nefesler ile diğer tüm organlarla-çakralarla bağlantı kurulur ve şifalanma gerçekleşir.
Torusunuzun mutlak sıfır noktasında kalıp, geçmişlerinizi ve geleceklerinizi izleyebilirsiniz.
Torus nefesi ile beden gücünüzü arttırıp, enerjinizi güçlü tutabilirsiniz.
Torus nefesi ile şifa çalışabilirsiniz.
Torus nefesi ile ruhsal ve bedensel dengenize katkıda bulabilirsiniz.
Torus nefesi bir enstrüman gibidir, kullanan kişiye bağlı olarak ses verir. Yetkileri çok fazladır ve kişinin yetkinliğine bağlı olarak çalışır. Evrensel bütünlük sistemine fayda sağlamayacak niyetlerle kullanılamaz. Bu nedenle bir takım kilitleyici kodlar taşır. Varlığınız hazır olduğunda yetkilerini adım adım sizinle paylaşır. Torus nefesini öğrenmek için lütfen iletişim kurun

23 Şubat 2018 Cuma

---2---

CAN, RUH VE BEDENİN İŞBİRLİĞİ
Canın başardığı şey gayet sade bir işlemdir. Canla bağlantı kurulması birkaç şekilde mümkün olur. Bu ruhun iradesinin ifadesiyle ya da dışardan gelen ve beden aracılığıyla cana yöneltilen bir izlenim yoluyla olabilir. Ruhta oluşan iradenin ifadesi ortaya çıktığı anda cana tesir eder. Canın ne durumda olduğu, iradenin ifadesini kısıtlamadan kendine çekerek beyne sevk edip etmeyeceği son derece önemlidir. Ancak bu yapılabildiği takdirde beyin uyarıyı, yani canın hayatiyetini kaydeder. Daha sonra eylem beyinde olgunlaşacak ve işlevi yerine getirecek organa nakledilecektir.
Can çok ince dallara ayrılmış hassas bir sinir sistemi vasıtasıyla organlarla bağlantı kurar. Bu bağlantının kurulabilmesi için sinir sisteminin sağlıklı olması gerekir, böylece beden makinesi bir engelle karşılaşmadan işlevini yürütür. Can sinir sisteminden çok daha hassas bir araçtır, sinir sistemi o denli cana bağlıdır ki her anormal eğilim ona nakledilir. Eğer engeller ve anormal eğilimler uzun süreliyse, rahatsızlık veya engelin türüne ve şiddetine bağlı olarak sinir sisteminin hastalanmasına ve organ fonksiyonlarının engellenmesine yol açabilir. 

CAN ÜZERİNDEKİ DIŞ ETKİLER – OBSESYON VE TEDAVİSİ
Öte alemden gelen etkiler çok çeşitli olabilir. Şunu unutmayınız ki her bireyin yanında iyi bir ruhsal rehber vardır. Bu rehber kişinin spiritüel olgunluğuna uygun bir varlıktır, onun düşüncelerine yön vermeye ve doğru yolu göstermeye çalışır. Rehberlere dilediğiniz adı verebilirsiniz, bazıları koruyucu melek der, bazıları vicdan ya da vicdanın sesi der. Gözeten, koruyan, yol gösteren, nasıl davranacağımız hakkında öğüt veren her zaman ruhsal rehberdir.
İnsanın yanında sadece ruhsal rehberi bulunmaz, çoğu zaman çevresinde daha başka ruh varlıkları da vardır. Bunlar şefkat ya da sevgilerinden veya başka sebepler yüzünden madde dünyasından ayrılmak istemezler. Öte yandan dünyada var olmanın değerini ya da değersizliğini bilecek kadar olgunlaşmamış, mutluluğun maddi zevk, seks ve servetten geçtiğine inanmış pek çok varlık vardır. Ölümlerinden çok sonra bile bu tür insanlar dünyaya bağlanır, maddi dünyadan ayrıldıklarına inanmak istemezler. Dünyasal servetlerini elde tutamamaları, kimsenin onlara kulak asmaması, tutkularını tatmin edememeleri onlara büyük acı verir. Can sağlığı iyi durumda olan sağlam iradeli varlıklarla pek bağlantı kurmazlar, en fazla onları bir süre rahatsız eder, ama üzerlerinde hakimiyet kuramazlar. En çok tehlikede olanlar henüz kendi içinde bütünlük kazanamamış zayıf karakterli insanlardır. Bu tür insanlar parazit ruhlara direnç göstermekten uzaktırlar. Aslında bu parazit varlıklar da yardıma muhtaçtır, ama canları doğruya yönelme gücünden yoksundur.
Parazit ruhlar tarafından taciz edilen zavallı insanları psişik tedaviyle kurtarmak mümkündür. Ama psişik bilimin genel kabul görmesi için daha yıllara ihtiyaç var. Zamanı geldiğinde psikolojide müthiş bir devrim yaşanacak ve insan hayatının hedefi şimdikinden epeyce farklı bir şekilde ele alınıp incelenecektir. 


Ruh ve beyin ilişkisi..-1--

Sinir sisteminin merkezi beyindir. her türlü faaliyet oradan idare edilir. Tıpta bu durum çok iyi bilinmekte, ama beynin canın yardımı olmaksızın sinir sistemini kullanamayacağı bilinmemektedir.

Ruh, iradesi yoluyla, can da duygusal hayatın ifadesi yoluyla tezahür eder. His sadece duyarlılık değil genel bir algılamadır. İradenin cana nakli elektriksel ya da manyetik bir akım gibidir. Aracı rolünü oynamak her zaman cana aittir, mental isteğin yerine getirilip getirilmeyeceği, bunun nasıl yapılacağı onun takdirine bırakılmıştır. Ruh olmasa insan organlarını çalıştıramaz, çünkü can emir almamaktadır. Aynı şekilde cansız bir beden hayat belirtisi gösteremez, çünkü ruhla bedeni bağlayan güç eksiktir. Aslında böyle bir durum söz konusu olamaz, çünkü ruh ve can ayrılmaz bir şekilde birbirlerine bağlıdır.
Buna rağmen can ve ruhun farklı evrim yolları izlemiş olmaları mümkündür. Çok olgun bir ruh varlığının, aynı derecede evrimleşmiş bir canla birlikte olması şart değildir. Çok sık rastlanan bu farklılıklar insanların tek yönlü gelişmesine yol açar, ya aşırı duyarlı ya da duygusuz olurlar, oysa zihni yetenekleri çok gelişmiştir. Gelişimini denetlemek, ruhuyla canını eşit derecede beslemek her insanın görevidir, ama bu çoğu insanın başaramadığı zor bir iştir. Eninde sonunda olgunlaşarak Yaradan’ın istediği gibi dengeli bir kişiliğe, yani ideal forma kavuşacaklardır. Hasta birine yardım etmek isteyen doktor, ruhla can arasındaki bu dengesizliği fark etmek zorundadır.
Hiç şüphesiz, ister dünyada isterse öte alemde olsun bir insanı tüm özellikleriyle tanımak bizim için kolaydır. Burada her ruhun kendi aurası vardır, auradan hangi evrim düzeyine kadar ilerlediği, hangi ruhsal varlıklar grubuna ait olduğu kesinlikle bellidir. Bizler dünya insanlarının auralarını da görebiliriz, dünyada yaşayan bazı kimseler de bu beceriye sahiptir. Burada hiçbir ruh varlığı dünyada olduğu gibi kendini gizleyemez, aurasından hemen tanınır. Ruhsal varlık gruplarına örnek olarak sanatçıları ve bilim adamlarını verebilirim, ama dünyada bilim adamı diye bilinenlerin hepsi bu gruba dahil değildir. Onların pek çoğu, dünyada kendilerinden çok geride olan kişilerin burada önlerine geçtiğini görerek hayretler içinde kalırlar. Hiç şaşmaz bir ölçü bunu belirler, örneğin bilim adamlarının başlarının çevresinde yeşil bir parıltı vardır, dışa doğru bu renk daha açık bir hal alarak azalır. Renk açık yeşil ve parlaksa evrim düzeyi yüksek demektir. Sadece dünya ilmine saplanıp kalmış, gerçeklerden uzak bilim adamları ise çoğu kere başlarının çevresinde gri renkli bir bulut taşırlar.
Bilinmesi gereken önemli bir nokta da, her insanın dünyaya veda edip bu aleme geçerken tüm dert ve sıkıntılarını, tüm yanlış düşüncelerini birlikte getirdiğidir. Bu tür insanların doğruyu bulmaları öte alemdeki tavır ve inançlarına bağlıdır, bu da biraz zaman alır. İlerlemek ya da yardıma ihtiyacı olan ruhlara hizmet etmek ruhsal bir güç gerektirir.


Herkesin dünyası kendine..

Dünya ya gördüğümüz gibi değilse.

Bizim dışımızda bir dış gerçeklik var mı? Tabi ki bir dış gerçeklik var.

Dünya var, sadece biz göremiyoruz.En azından olduğu gibi göremiyoruz. Aslında hiçbir zaman olduğu gibi göremeyeceğiz.

Aslında olduğu gibi görmemek de faydalı bir şey. Bunun nedeni Berkeley’e kadar uzanıyor. Berkeley, bu fiziksel Dünya’ya duyularımız dışında direk erişimimiz olmadığını söylemişti. Duyularımızda bu dünyanın çoklu verilerini birleştirdiği için algılarımızın doğru olup olmadığını asla bilemeyiz.

Bu her zaman derin bir soru olmuştur: Bu “Dünya’yı gerçekte olduğu gibi mi görüyoruz?” sorusundan öte aslında “Dünya’yı gerçekten herkes aynı olarak görebiliyor mu?” sorusudur.

Cevap ise: Hayır, herkes aynı görmüyor.

Eğer gözümüze, derimize ya da kulaklarımıza gelen bilginin, doğası gereği anlam yüklenmemiş olduğunu hatırlayacak olursak, çünkü bu herhangi bir şey demek olabilir, o takdirde faydalı davranışlar yaratabilmek için başka bir tür dataya ihtiyacımız olduğunu anlarız. Bu datanın geçmişi olmak zorundadır. Yani beyninizin fonksiyonel yapısı dünyayla geçmiş iletişimlerinizin fiziksel bir açığa çıkışı, görüntüsüdür ve bu fiziksel, aktif bir etkileşimdir. Facebook’daki yayınlar gibi pasif data alımı değildir. Bu dünyayla aktif bir iletişimdir.

Mesela şunu düşünelim. 1970’lerden çok bilindik bir deney var. Yeni doğmuş iki tane kedi yavrusu var, gözleri daha açılmamış. Yavrulardan bir tanesi iyi, hareketli yerde koşturuyor. Diğer yavru ise bir sepetin içinde. Sepetin içindeki kedi yerdeki kediyle iletişim halinde. Yerdeki kedi her nereye giderse, sepetteki kedi de oraya gitmiş gibi görüyor. Her ikisinin de görsel dünyaları ortak. Bir süre sonra yerdeki kedinin görselini test ediyorsunuz ve beklediğiniz gibi gayet iyi çıkıyor. Peki ya sepetteki kedi ne görüyor? Hiçbir şey görmüyor. Sepetteki kedi kör. Çünkü hiçbir zaman bu anlam yüklenmemiş bilginin kaynaklarıyla fiziksel olarak etkileşim halinde olup, onlardan anlamlar çıkaramadı. Bu kediye de etrafta koşuşturma fırsatı verildiğinde, görmeyi tekrar öğrenir.

İnsanların almakta olduğumuz datanın anlam yüklenmemiş olduğunu anlaması bazen çok zordur. Çünkü gözlerini açtıklarında etraflarına bakınıp “vovv, her şeyi görüyorum işte. Ne demek anlamsız?” derler.

Çok basit ve belki de en önemli örneklerden bir tanesi de renklerdir. “Dressgate” (herkesin farklı renkte gördüğü elbise) dedikleri şeyi düşünelim. Bunu çok kayda değer buluyorum. Çünkü hepimiz illüzyonlara aşınayız. Bir Fransız ve bir İngiliz’in aynı obje için farklı kelimeler ve kültürel anlamlara sahip olmaları bize normal geliyor. Çünkü bunun kültüre bağlı olduğunu biliyoruz. Deneyimlerimizin farklı olduğunu ve farklı görüşlere sahip olduğumuzu biliyoruz.

Ama insanlar farklı renk algılamasına sahip olduklarını anlar anlamaz, bu onları gerçekten de zorladı. Çünkü bu şu anlama geliyordu: Eğer bu doğruysa, gerçekliği algılamak nedir? anlamı nedir?

Bu yüzden renk harika bir kavram çünkü hem gerçek hem de soyut. Renk için doğru olan her şey gördüğümüz her şey içinde geçerlidir.

Renk algılamamızın kaynağı nedir? Işık.

400 ile 700 nanometre arası ışık; ki bu da elektromanyetik ışımada minicik bir penceredir. Bu noktada bile, teoride tespit edebileceğimiz potansiyel enerjideki sadece çok minik bir pencereyi görüyoruz. Üstelik bu 400’den 700’e yani küçükten büyüğe, lineer bir ölçek. Ama bizim ışıkla başlayan renk algımız hiç de basit bir şey değil. Aslında bu beynimizde oluşan 3 boyutlu algısal bir alan. Mesela bir parlaklık ekseniniz var; ki bu yoğunluktur. Bir de canlılık (renksel doygunluk) ekseniniz var ki; bu da renk içinde ne kadar gri olduğudur. Bir yangın pompası doymamış veya son derece doygun bir kırmızıdır. Pembe ise nispeten doymamış bir kırmızıdır, içinde gri vardır. Bundan başka bir de renk tonları var; bu da kırmızı, yeşil, mavi ve sarıdır.

Esas dikkat çekici olan şu: fiziksel spektrumun iki ucunu düşünelim. Mavi ve mor olarak algıladığımız ya da kısa dalga boyları diyelim. Bir de kırmızı olarak algıladığımız spektrumun diğer ucu. Bu iki uç, şaşırtıcı şekilde spektrumun orta noktasına değil de, birbirlerine daha çok benzemektedirler. Bu demektir ki, renk algımız daire şeklinde. Yani en büyük ve en küçük uyarıcı aslında algısal olarak birbirlerine benzerler.

Bu şuna benziyor: 1 K. ile 1000 kg. birbirine çok yakın hissedilirken 500 k. bunlardan çok farklı hissedilmesi gibi. Bu en temel seviyede bile esasında gördüğümüz şey, uyarıcıda olan şey değil. Ayrıca renk algımız kategoriktir. Her rengi kırmızı, yeşil, mavi ve sarı açısından tanımlayabilirsiniz.

Her bir kategori de eşsiz renk tonu dediğimiz şeyle tanımlanır: İçinde başka renk tonu barındırmayan bir kızıllık algısı. Halbuki portakal rengini kırmızı ve sarının karışımı olarak algılarsınız. Ama kırmızı da sadece kırmızı görürsünüz. Sarı da sadece sarı görürsünüz. Ama spektrumlar özgün değildir. Spektrum kategorik değildir. Sürekli dağılım-yayılım durumundadırlar.

En temel seviyede, aldığımız bilgiyi bile doğru olarak yansıtmıyoruz. Bunun nedeni de, onu bu şekilde görmek bizim için daha yararlı olduğundan. Datanın faydasını görüyoruz, datanın kendisini değil.

Dr.R.Beau Lotto, Nöro bilimci



22 Şubat 2018 Perşembe

Çocuk olmak zordur.Hele savaşlarda çocuk olmak daha zordur.Savaşan bütün taraflar istesede istenmesede çocukların hayalerini çalarlar..Artık çocuk yoktur zamanını ve anını yaşayamayan küçük bedenli çocuklar vardır..Naziler ise kötü bir ur gibi kendinden olmayan bütün fidanlara (çocuk) düşmandır.

10 Haziran 1942'de, Alman kuvvetleri Prag yakınlarında Lidice köyüne gecenin ilk saatlerinde girdi. Küçük köyün tüm çıkışları kısa sürede kapatıldı. 173 erkek Horak çiftliğinin bahçesinde öldürüldü. Kadınlar ve çocuklar Kladno okuluna götürüldü. 3 gün sonra çocuklar annelerinden koparıldı, uygun görülen birkaç çocuk ve 1 yaşından küçük bebekler Almanlaştırılmak üzere ayrıldı, diğerleri gaz kamplarına götürüldü. Köyün tamamı, kilise, evler ve mezarlık yok edildi.
Yıllar geçti. 1969'da Marie Uchytilová "Savaşın Çocuk Kurbanları İçin
Anıt" isimli eserine başladı. 1989'da öldüğünde alçı heykellerini bitirmiş
ancak bronzları için yeterli parayı toplayamamıştı. Sadece üç tanesine kendi
imkanlarıyla son halini verebilmişti. Eşi bu işi devam ettirdi, 82 bronz
çocuk heykeli, 1995-2000 yılları arasında Lidice köyüne yerleştirildi.
Şimdi heykelleri görenler çocukların yüzlerindeki korku, dehşet,
çaresizlik ve tarifi zor duygularla yüzleşiyorlar.
Ne yazık ki günümüzde yine şehirleri yıkılmış, evlerine girilmiş, ailelerini kaybetmiş çocukların yüzlerindeki ifade ileride kim bilir hangi eserlerde nasıl bir utançla anılacak!




-2

Sümer öykülerine bakıldığında, çok net olmasa da, bir cins öbür dünya kavramı çerçevesinde cennet ve cehennem tasarımlarına da rastlıyoruz.

" Toprak altında, Apsu uçurumunun ilerisinde, dönüşü olmayan ülke bulunuyordu, buraya girerken yedi kapıdan geçmek ve her birinde bir örtüsünü bırakmak lazımdı. Son kapıdangeçen artık ebediyen hapis kalırdı. İştar ( İnanna) bile oradan çıkamamıştı. Yalnız Enkidu, özel bir izinle dünyaya geri dönüp cehennemi tasvir etti. Karanlık ülkede ruhlar karma karışık olup, toprak ve çamurla beslenirlerdi, en talihli olanların yatakları ve temiz suları vardı.”

Cehenneme Arallu derler ve ışıksız, karanlık bir ülke olarak tasvir ederlerdi. Arallu denilen karanlıklar ülkesinde canavarlar sürüsü ve ölümlerinde son gömülme ritüellerinden yoksun kalmış talihsiz ruhlar bulunurdu. Bu talihsiz ruhlar çirkin kuşlar biçiminde dolanıp dururlardı.

Ruhların öbür dünyada da dünyadaki gibi, yani yaşayanlar gibi beslendikleri kabuledilmektedir. Alıntılayalım; “ Tanrılardan başka, Utukku adı verilen iyi veya kötü cinler vardı. İyi olanlar kanatlı ve insan başlı boğa şeklinde tapınak kapılarında bekçilik ederler,insanları korumak için de görünmez olarak yanlarında bulunurlardı... Kötü cinler ise bilhassa mezar bulamamış ve merasimleri yapılmamış ölülerdi. Tanrılara bile saldırdıklarından bir defasında Sin'in( Ayın ) ışığını saklamışlardı. “

Mezopotamyalılar ölenin ardından yas da tutarlardı. Ölü törenlerinden bir örneği Gılgamış Destanından verelim.

Enkidu'nun ölümüne çok üzülen Gılgamış: " Gözünü yokladı (Enkidu'nun); fakat Enkidu, artık gözünü açmadı. Kalbini yokladı; kalbi atmadı... duyduğu acıdan arslan gibi bir sayhakopardı. Tıpkı yavruları aşırılan dişi bir arslan gibi. O, Enkidu'nun yüzüne kapanıp saçlarını yoldu ve ortalığı dağıttı. Güzel elbiselerini parçalayıp yerlere fırlattı.." Seni ( Gılgamış Enkidu'nun ölüsüne sesleniyor) rahat yatakta yatıracağım. Evet, senihaşmetli bir yatakta rahat ettireceğim. Selamet olan bir makamda. Solumda bulunan bir makamda seni oturtacağım. Yeryüzünün bütün hükümdarları senin ayaklarını öpsünler. Senin için Uruk halkına ah ve figan ettireceğim; mesut kimselere etrafında matem tutturacağım ve ben, senden sonra vücudumu murdar (mundar) hale getirip, senin için kendimden geçeceğim. Sırtıma bir aslan postu atıp çöllere düşeceğim."

" Beni dinleyin! Siz, ihtiyarlar, beni dinleyin! Ben Enkidu için ağlıyorum. Arkadaşım için. Ağıtçı kadınlar gibi acı sızı döküyorum." Ağıtçı kadınlar, o günlerden bu günlere varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Ruhun ölümden sonra nereye gittiği konusunda ise Gılgamış Destanı şunları yazmaktadır.

“ Eceli ile öleni gördün mü?

Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup su, soğuk su içiyor.” Harp meydanında öleni gördün mü? Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar. Karısı da onun için çalışıyor.

”Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmeyen) olanı gördün mü? Evet gördüm. Onun ruhu yeraltı âleminde.''

Ruhu ile kimsenin alakadar olmadığını gördün mü? Evet gördüm. Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı ve sokağa atılan yemek artıkları onun gıdasıdır...”

Sümerler ve bütün kavimlerde ölüm ve ötesi..

SÜMERLER’DE ÖLÜLER DİYARI

İnanna ölüler diyarına iner. Orada, bir nevi ölerek, kalır. Dönüşü olmayan ülkenin bir kuralı vardır: buraya gelen,yerine kalacak birini bulmadan asla oradan çıkamaz. İnanna, kendi yerine gölgeler ülkesine gidecek birini aramak üzere yeryüzüne cinler eşliğinde çıkar. Cinler İnanna’nın kaçmasını önleyecek, gerekirse onu zorla ölüler ülkesine geri götüreceklerdir.

Cin fikri ilk defa Sümerlerde ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Cinler, Tanrılara özellikle, sevimsiz işlerinde yardımcı olan, insan dışı yaratıklardır. Sümerler cin ve canavar motiflerini çok fazla işlemişlerdir.

İnanna sonunda kocası Dumuzi’yi (Temmuz’u), yer altına gölgeler ülkesine yollayarak kendini kurtarır. Burada anlatılan tekrar diriliştir. Öbür dünyadan bu dünyaya dönüş, ilk defa tema olarak Sümerlerce işlenmiştir.

Bu tema, özellikle tek Tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında, çok önemli bir yer tutacaktır. Sümer dininde her olayın Tanrıların planına uygun cereyanettiğini, yani kaderin varlığını belirtmiştik.

Ancak, bu kaderci din üzerinde, Şaman dininin etkisinin ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Sümer dininin, en geleneksel davranışları, din adamları ve bazı kökten dincilerce harfiyen uygulanırken, halk Şamanist kalıntılar nedeniyle daha az kadercidir. Diğer yandan aydın bir gurubun da, insanın dinde belirtilenden daha değerli olduğunu düşündüğünü gösteren ipuçları vardır. Bunun için, daha önce kısaca bahsedilen ilk lirik poeme, Gılgamış destanına geri dönelim.

Gılgamış destanın en önemli tarafının, insanın doğanın sırlarını araştırmaya çalışması ve bunun için gerekince Tanrılara kafa tutması olduğunu söylemiştik. Gılgamış kendi yolunu kendi çizmekteydi. Tanrılar isteseler bile ona engel olamamaktaydılar. Tanrılar, Tufan yollayarak insan soyunu yok etmeye çalışmışlar, ama başaramamışlardı. Tanrılar ve doğa, insana yenilebiliyor ve sırlarını insana kaptırabiliyordu.

Tanrılar, insana yardım etmiyor ve hatta güçlükler çıkarıyorlardı. İnsan bu güçlükleri kendi alın teri, bilinçli çabasıyla yeniyordu. Bu destanda tanımlanan insan inançla hareket eden bir varlık değildir. Gılgamış, bilgiyle davrandıkça başarıya ulaşır.

Gılgamış inanmaz ama her şeyi görür ve bilir. Bilmek ve anlamak onu insan yapan niteliklerdir. Ancak, tüm çabasına rağmen Gılgamış, ölümsüzlüğe erişemez. Yapılan saptama ölümsüzlüğün insan için olanaksız olduğudur.

Sümerlerde insanların kader tabletleri vardı. İnsanlar bu kaderleri ile dünyaya geliyorlardı. Kader ezelden ebede kutsal düzenin bir parçasıydı. Yaradan’ın disiplini idi. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildi ve buna yeltenmek düzeni bozardı. Bir Sümer efsanesinde kader tabletlerini çalan Kuş adam Anzu’dan söz edilir.

Göklerde asılı bulunan bu tabletler çalınınca kadersiz kalan insanlar arasında büyük bir kargaşa başlamıştır. Tüm insanlar bildikleri tüm dualarla Tanrılara yakarmışlar, şükür ki kendilerini duyan ve yardım eden Tanrılar sayesinde kader tabletleri Kuş Adam’dan alınarak yerlerine konulmuş böylece insanlık ve dünya yeniden düzenine kavuşmuştur. İlerleyen zamanda kader tabletlerinin yerini alın yazısına bıraktığını ve insanların bu yazıyla doğduğuna inanıldığını görüyoruz. Sümer kenti Uruk’un yakınlarındaki bir tepede yedi bilge yaşarmış, Onlar denizlerden gelenyarı balık yarı insanlarmış. Süslü pulları ve giysileri, kıvır kıvır uzun sakalları vecivarlarındaki mağaraların oyuklarında baykuşları varmış. Bu Bilgelik Kuşları Yedi Bilgenin yardımcıları imiş… Yedi Bilge yıldızlara bakarak geleceği haber verirlermiş. İnsanların kaderini, geleceğini göklerde araması da çok eski zamanlara dayanır.


21 Şubat 2018 Çarşamba

-3--

Mu kıtası ve Sirıus yıldızı bağlantısı: Agarta

Astronomik verilere bakılırsa, gündönümlerinin hareketleri Sirius’ün hareketlerine öyle ilginç bir şekilde denk düşmektedir ki, böylece Sirius, sabit yıldızlar içinde, Güneş’in konumunun aynı yönde ve aynı ölçüde sapmaya uğradığı tek yıldızdır ve bu sayede, Güneş yerine kendisi esas alınsa da 365 günlük yıla (Sirius yılına) dayalı bir takvimin hazırlanmasına olanak sağlamaktadır. Eski Mısırlılar da böyle yapmış, koskoca Güneş bütün görkemiyle dururken, nedense, takvimlerini Dünya’dan Güneş kadar parlak görülmeyen bu yıldızı esas alarak hazırlamışlardır. Sirius’ün Güneş Sistemi karşısındaki bu özel durumundan yola çıkan araştırmacı Schwaller de Lubicz’e göre, Sirius, Güneş Sistemi’nin işleyişi için merkezî bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius’tür. (Her ne kadar iklimsel değişimlerin ikincil nedenleri bilinmekteyse de, Dünya’nın uzak geçmişinde meydana gelmiş ani iklim değişikliklerinin ana nedeni, daha doğrusu ilk etkeni henüz açıklığa kavuşmamış veya tartışmalı bir konudur.) 

Ezoterik kaynakların verdikleri bilgiler, Sirius’ün Güneş Sistemi’ndeki önemini daha da arttırmaktadır. Bu bilgilere göre, Sirius, galaksinin bulunduğu bölgesine güç dağıtan, “Güneş’in arkasındaki güneş” ya da “spiritüel güneş”tir. Ezoterik kaynaklar Sirius hakkında şu bilgileri vermektedir: 

“Sirius Sistemi galaktik sevk ve idare merkezlerinden biridir. Sirius kültürünün bir gezegene indirilme biçimi gezegenin maddi ve manevi koşullarına göre değişir. Kimi koşullarda doğrudan bir irtibat, kimi koşullarda bir din tarzında meydana gelir. Sirius kozmik kültürünün en ayırt edici özelliği tektanrılı tedris (öğretim) sistemidir. Yeryüzünde bir ‘Mu’ (<) ‘devre’sinden (<) itibaren Sirius kozmik kültürü hakimdir. Dünya gezegeninin yönetimi ve tekâmülü halen Sirius ulularına aittir ve o Mu devresinden itibaren yeryüzünde ulvi nitelendirilen her türlü bilgi akışının kaynağı Sirius’tür. Mu devresindeki bilgi akışı biçimiyle ile şimdiki devrenin bilgi akışı biçimi aynı değildir. Dünya-dışı uygarlıklar Sirius ulularının izni olmadan Dünya ile irtibat kuramazlar. Eski devrelerde bu izin birçok kez verilmişti. Sirius kültürü temsilcileri, tekâmül düzeyi çok geri olan Dünya gezegeninde çok nadiren, insanlığın çok büyük ve kitlesel tekâmül ihtiyaçları sözkonusu olduğunda ‘enkarne’ (<) olurlar. (…) Enkarne olan Sirius temsilcileri görevlerini yaptıktan sonra geldikleri yere dönmüşlerdir. (...) Dünya spatyumu Sirius varlıkları için oldukça yoğun fiziksel mekanlar mesabesindedir.”

Öte yandan, kimi kavimlerin günümüze dek süregelmiş tradisyonları Sirius Sistemi’nden Dünya’ya bir ziyaretin olduğuna işaret etmektedir. Fakat ezoterik bilgilere göre, insanlarla kıyaslanmayacak derecede çok yüksek bir tekâmül düzeyindeki varlıkların yerleşmek üzere Dünya’ya toplu göçlerde bulunması düşünülemez. Dolayısıyla bu tür tradisyonlarda, eğer sözkonusu olan gök cismi herhangi bir gezegen değil de Sirius yıldızı ise, ancak Sirius Kültürü’nün Dünya’ya indirilmesi, Sirius kaynaklı tesirlerin Güneş Sistemi’ni beslemesi ya da imal edilen prototip ataların (>‘Âdem ve Havva’ çiftlerinin) Dünya’ya indirilişindeki Sirius müdahalesi ifade edilmektedir. (Ezoterik bilgilere göre bu olayda fiziksel bir uzay gemisinin varlığı şart değildir. Çok yüksek varlıklar, insan genlerine bulundukları ortamdan da müdahale edebilirler.) >Nommo’nun Gemisi, Mikrokozmos-makrokozmos, Âdem ve Havva

Sirius Sistemi hakkındaki olağanüstü astronomik bilgileriyle astronomları şaşırtmış Afrikalı Dogon yerlileri bu prototip ataların 4 çift halinde imal edildiğini ve Sirius Sistemi’nden gönderilen bir uzay gemisiyle Dünya’ya indirildiklerine inanırlar. Sirius’ten gönderilen uzay gemisi hakkındaki benzer bir inanışa da Amerika’daki Hopi kızılderililerinin tradisyonlarında rastlanır. Hint destanları ise, yıldız ismi vermemekle birlikte, geçmişte büyük ve beyaz bir yıldızdan gelen bir uzay gemisinin Uygur bölgesine indiğini belirtmektedir. (Kimi ezoterik kaynaklara göre bu iniş, yeryüzünü Sirius Kültürü’nün indirilişine hazırlamak üzere bir gezegenden gelen “spiritüel komandolar” tarafından gerçekleştirilmiştir. >Uygur Türkleri, Agarta, Mu, Atlantis) Sirius’ten gelen gemiyi bazen de tesir ve bilgi olarak ele alan Dogonlar’a göre, Dünya insanlığına geminin yükünün şimdiye dek yalnızca 22/60’ı verilmiştir; kalanı ve bilinmeyen kısmı insanlara gelecekte verilecek ve Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır. Yine Dogonlar’a göre, sönük (görünür olmayan) Sirius–B yıldızı da, bir zaman gelecek, Dünya insanlığına yeniden “görünür” olacaktır; insanların onu gökte görmeleri büyük bir yeniliğin işareti olacaktır. 

Sirius kültürünün şimdiki devrede çeşitli zamanlarda, çeşitli vazifeli varlıklarca dönemlerin ve toplumların koşullarına göre aktarılmış olduğuna dikkat çeken MTİAD eski başkanı Ergün Arıkdal (<), Sirius kültürünün en ayırt edici özelliği olan tektanrıcılığı hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Asıl kaynağı galaksimizin dışında bulunan Sirius kültürü vasıtasıyla milyonlarca güneş sisteminin tekâmül etmesi sağlanmıştır.(...) Mısır’daki Ra güneşi Sirius güneşini ifade eder. (...) Bu Sirius, Sirius-A’dan ziyade Sirius-B’yi ifade eder.(...) Bizim Dünya üzerindeki uygarlıklarımızın ve tüm inançlarımızın temeli Sirius kültürünün yayılmasından ibarettir. Asıl kültür ve bilgelik bu Sirius kültürünün çeşitli zamanlar içinde, çeşitli beşeri topluluklara uyarlanmış olmasıdır. Her topluluğa uyum sağlayacak bir kalıba dökülmüş bir inanç şeklinde bir cümle içine sığdırılmıştır bu kültür: Bu kültür, ‘güneş’ (<) kursu ile gösterilen, bir ve tek olan Yaradan’ı anlatır. Merkezinde Yaradan bulunan, yaratılmış olanların oluşturduğu çemberle ifade edilen bir kozmogonik anlayış. (...) Kendini bu konuya adamış varlıklar, Sirius bilgilerini zaman içinde insanlara aktarmaya çalışmışlar, aktarmışlar, eğitmişlerdir.”

Sirius ve Sirius’lüler hakkında şimdiye dek yapılmış [“dragonlar”, “fiziksel bedenli savaşan uzaylılar” (İng.: Sirians, Fr.: Siriens) vb. gibi] sayısız tutarsız açıklamalara kıyasla tümüyle tutarsız sayılmayabilecek açıklamalardan bazıları şunlardır:

• “Sirius, galaksinin bulunduğu bölgesine güç dağıtan, “Güneş’in ardındaki spiritüel güneştir.” (Doris Lessing)

• “Sirius Güneş Sistemi’nin işleyişi için merkezî bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius’tür.” (Schwaller de Lubicz)

• “Dünya gezegeninde evrimle ilgili tüm gelişmeler Sirius çiftyıldızıyla ilgilidir. Dünya insanının genetik yapısında çok eski zamanlarda yapılmış bir Sirius müdahalesi sözkonusudur. İnsanlık genler yoluyla da programlanmıştır.” (Murry Hope)

• “Dünya insanının genetik yapısında Sirius katkısı vardır. Sirius varlıkları üç boyutlu evrenin ötesindeki bir boyutta yaşayan varlıklardır. Dünya ile ilgili bu dönemdeki çalışmaları, Atlantis dönemindeki gibi değildir.” (Ruth Montgomery)

• “Sirius varlıklarının bir kısmı etherik plânlarda enkarnedir, bir kısmı ise üst boyutun (dört boyutlu ortamın) varlıklarıdır. Sirius varlıkları birleşik şuurlardan oluşan bir grup şuurudur. Sirius kültürünün izleri Atlantis, Mısır ve Maya uygarlıklarında da görülebilir.” (Bir teozofik kaynak)

• “Dünya’nın genetik projesinde Sirius varlıkları rol oynar. Dünya’daki homo-sapiens (insan) türünü genetik olarak yaratan Sirius varlıklarıdır. İnsan varlığı için Sirius varlıklarının boyutuna nüfuz edebilme ancak şuur yoluyla olanaklıdır (...) Yunuslar ve balinalar denetlenen bir evrim sonucunda bugünkü formlarına gelmişlerdir.” (Lyssa Royal)

• “Babilliler’e uygarlığı öğretmiş olan, hem suda hem karada yaşayabilen Oannes’ler hakkındaki bilgiler, kaynağın Sirius Sistemi’ndeki bir gezegen olduğuna işaret etmektedir.” (Robert Temple)

• “Denizlerdeki memeliler olan yunuslar ve balinaların kökeni Sirius Sistemi’dir. Bunların beyinlerinde insanlara kıyasla farklı bir lob (epifiz bezi) vardır (...) Dünyadaki homo-sapiens (insan) türünün atalarının maddi genetik yapısındaki DNA’lar, Sirius varlıklarının eseridir. Bu iş çok uzun zaman öncelerine dayanır. Yani içinde bulunduğumuz bedenlerin imalinde Sirius’ün katkısı vardır. Bedenlerimizin genetik yapısı üzerinde halen çalışmaktalar (...) Sirius varlıkları bir başka boyutun varlıklarıdır. Sirius rehberleri Dünya insanlığının tekâmülünde, uyanmasında, rol almışlardır. Sirius rehberleri insanların tekâmül etmesi, şuurlanması için insanların fiziksel bedenlerinin yanısıra, ‘esîr’î (< etherik), astral, mantal (>Mantal Plân) ve ışıksal bedenlerinin üzerinde de çalışırlar. Üç boyutlu âlem üzerinde beş duyumuzla algılayamayacağımız süptil yollarla, üst boyutlarda ise kavrayamayacağımız daha doğrudan yollarla çalışırlar. Sirius varlıkları üç boyutlu bir objenin hem içini, hem dışını, hem de üst boyuttaki yansımasını aynı anda görebilirler. Onların boyutuna ancak şuur hallerimiz sırasında, yani şuur kısmımızla nüfuz edebiliriz. (...) Sirius varlıkları bu devrede Dünya’da ancak, Dünya insanlığının tekâmülünde özel bir vazife sözkonusu olduğu zaman enkarne olurlar. Sirius galaktik federasyonla ilişki halindedir.” (Lori Tostado)

• “(…) Sonra öyle bir devir geldi ki, birkaç lokal topluluk hariç tutulursa, insanlara hiçbir esaslı bilgi verilmemeye başlandı. Yeryüzünde ‘kozmik ışık’ görünmez oldu, nur kalktı. Önceleri başkalarının kozmik ışığıyla çevresini, yolunu görebilen insanlar, artık kendi iç ışıklarını yakmak sürecinde ilerlemek zorunda olduklarından karanlığa gömülmüşlerdi. İnsanlara bilgileri eskisi gibi verecek kimseler yoktu artık.

“(…) Sirius Kültürü vaktiyle (ikinci tufandan sonra) insanlığın kozmik ilişkilerle hazırlanmasından sonra enkarne olan bir Sirius varlığıyla ve naakal adı verilen ‘Mu’ (<) bilgeleriyle aktarılmıştı. Zamanla, öğretilenlerin yitirilmesinden sonra, aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra, devremizde yeniden ortaya konulmuştur. (…)

“(…) Sirius Kültürü’nün sahipleri bizim şu andaki anlayış düzeyimizin tümüyle dışında bulunan varlıklardır. Onlar hakkında sağlam bir nitelendirme yapmamız olanaksızdır. Bu bakımdan onları tarif etmek, onlar hakkında bilgi vermeye, onları tanımlamaya, betimlemeye çalışmak boşuna olacaktır. 

“(…) Mu’da yaşamış Sirius varlığı, öğretiyi orijinal, saf haliyle indirmiştir.(…) Aradan geçen zaman içinde tüm olumsuzluklara rağmen, hakiki Sirius Kültürü’ne sahne olmak şansını Dünya tekrar elde edebilmiştir. 

“(…) Bu Kültür’ün indirilişinde, elbette, Mekanizma’nın dışında bir aktarım sözkonusu olamaz. Zaten o Kültür’ün meydana getirilişinde, ortaya çıkışında kuşkusuz Ruhsal Muktedirler’in arzuları, bilgileri, iradeleri sözkonusudur. Ellerinde o kadar büyük olanaklar ve araçlar mevcut olan Ruhsal Muktedirler’in, fizik plândaki bu tür işlerle de doğrudan meşgul olmaları gerçekten abestir. Bu, onların organize edeceği bir husus değildir. Enerjinin sakınımı ilkesi kademelenmeyi gerektirir. Evrende Y.İ.M.’nın (>Yüksek İdare Mekanizması) dünyaların tekâmülüyle ilgili olarak vazifedar kılabileceği, pek çok Kozmik Kültür vardır. Fakat Mekanizma, Sirius Kültürü’nün tekâmül etmekte olan varlıklar için çok büyük bir değer olduğunu bilmektedir; zaten uzunca bir zamandan beri denenmiş ve bir hayli yararı görülmüş olmalı ki, Sirius Kültürü’nün Dünya’da devam ettirilmesinde fayda görülmüş ve devam ettirilmiştir. 



--2

3- Trident veya trisula (üç dişli asa). Sirius Sistemi’nin üç yıldızdan oluşması nedeniyle kullanılmış bir semboldür. (Okun atılmak üzere yayın gerilmesiyle ortaya çıkan biçimde de bir bakıma, bu sembol oluşmaktadır.) Peru’daki, ünlü Nazca vadisindeki dev çizimlerden biri olan bu sembol eski Yunan tradisyonunda Poseidon’un, Hinduizm’de Shiva’nın (Şiva), Hitit tradisyonunda Teşub’un ve Urartu tradisyonunda Teişeba’nın elinde görülür. (Rus arkeologlar, Ermenistan Cumhuriyeti topraklarında Urartular’ın yalnızca Sirius’ü gözlemlemek üzere kurdukları bir gözlemevini açığa çıkarmışlardır.) Sembol aynı zamanda Proto-Türkler’in tamga yazısında kullanılan bir işaretti. >Üç Uçlu Yaba. Öte yandan Robert Graves’e göre Grek mitolojisindeki üç başlı Hekate’nin köpek başı Sirius’ü temsil etmektedir. Kimi araştırmacılar ise Grek mitolojisindeki köpek Cerberus’u, kimi zaman üç başlı tasvir edildiğine dikkati çekerek, Sirius’le ilişkilendirmektedir. Sembol kimi tradisyonlarda ise, biçimsel olarak değil, sözel olarak, üçlem (trinite) tarzında ifade edilmektedir. >Üç Rakamı

4- Sayısal sembol olarak, Dogonlar, Sirius–B’yi 22 sayısıyla ilişkilendirirler. Kimi araştırmacılar ise Sirius–A’yı 23 sayısıyla ilgili görmektedirler. (Grek alfabesinin yirmiüçüncü harfi olan psi’nin trident biçimli olması ilginç bir raslantıdır. Bir başka açıdan, Sirius Sistemi’ndeki üç yıldızın sayısal sembolizmdeki değerleri 22, 33 ve 44’tür ki, üçünün toplamı 99’u verir. Bu toplama kutsal rakam 1’in eklenmesiyle de 100 sayısı elde edilir.) >Yirmiiki Sayısı, Yirmiüç Sayısı, Elli Sayısı

Sirius’ün biçimsel sembollerinin en fazla kullanıldığı kavim Türkler’dir. (Sembolleri yay olan Selçuklular Üçoklar’dan, Osmanlılar ise Bozoklar’dan gelir. >Oniki Sayısı) 

Üstelik bu sembollere en çok, Türkler’in türeyiş destanlarında rastlanır. (Oğuz Kağan Destanı’nda kurt, ok ve üçoklar adıyla üçlem sembolleri vardır; Uygurlar’ın türeyiş destanında kurt babadır, Göktürk efsanelerinde ise anadır.) Kökenlerinin göksel olduğuna inanan (–Oğuz, soyunu gökten bir ışıkla inen kızdan türetir–) ve göğe çok önem veren Oğuzlar, Oğuz Kağan Destanı’nda bir de Demir–Kazık Yıldızı’na değinirler. Kimilerine göre, Sirius’ün şamanist Türkler’deki eski adı Akyıldız değil, Demir-Kazık yıldızı idi. Önceleri Venüs için kullanılan Akyıldız adı sonradan Sirius için, Sirius’ün Demir-Kazık adı ise sonradan Kutup Yıldızı için kullanılmaya başlanmıştır. (Kimilerine göre, bu değişikliğin nedeni dünya ekseninin değişmesidir.) Afrika’da Mali’de yaşayan Dogon kabilesi gibi, eski Türkler’in inanışına göre “göğün direği” Sirius (Demir-Kazık) yıldızı idi. Eski Türk kavimlerine göre, bu yıldız Tanrı’nın ışıklı ülkeleri olan Yüksek Gök ile yeryüzünü birleştiren kutsal bir kapıydı. “Orası, ruhlar âlemi ile ölümlü insanların maddi âlemini, aynı zamanda insan ile Tanrı’yı ayıran bir sınırdı. Orası, aynı zamanda Göğün Kapısı idi; çünkü Tanrı insanlara bu kapıdan şefaat eder, büyük kamlar ve şamanlar da bu delikten Tanrı ile ilgi kurarlardı.” Yakut Türkleri’ne göre, “Tanrı ile ilişki kurabilen kam ve şamanlar bu yıldıza kadar gider, fakat öteye geçemezlerdi. Bu yıldızın kapısına kadar uçup gelen şamanlara Tanrı, ruhlarından birini elçi gönderirdi; bu şekilde konuşulur, ilişki kurulurdu.” Eski Türkler bu yıldızdan, “Göğün Göbeği” olarak da söz ederlerdi. >Demir–Kazık Yıldızı, Uygur Türkleri

Astronomik verilere bakılırsa, gündönümlerinin hareketleri Sirius’ün hareketlerine öyle ilginç bir şekilde denk düşmektedir ki, böylece Sirius, sabit yıldızlar içinde, Güneş’in konumunun aynı yönde ve aynı ölçüde sapmaya uğradığı tek yıldızdır ve bu sayede, Güneş yerine kendisi esas alınsa da 365 günlük yıla (Sirius yılına) dayalı bir takvimin hazırlanmasına olanak sağlamaktadır. Eski Mısırlılar da böyle yapmış, koskoca Güneş bütün görkemiyle dururken, nedense, takvimlerini Dünya’dan Güneş kadar parlak görülmeyen bu yıldızı esas alarak hazırlamışlardır. Sirius’ün Güneş Sistemi karşısındaki bu özel durumundan yola çıkan araştırmacı Schwaller de Lubicz’e göre, Sirius, Güneş Sistemi’nin işleyişi için merkezî bir role sahiptir, özellikle iklim değişikliklerinde ana etken Sirius’tür. (Her ne kadar iklimsel değişimlerin ikincil nedenleri bilinmekteyse de, Dünya’nın uzak geçmişinde meydana gelmiş ani iklim değişikliklerinin ana nedeni, daha doğrusu ilk etkeni henüz açıklığa kavuşmamış veya tartışmalı bir konudur.)

Gizemli yıldız:Sirıus..Benim de sık sık astral seyehat yaptığımda davet edildiğim ve gittiğim şifa ve bilgilendirildiğim muhteşem yıldız..Frekansı ve titreşimi muhteşem yer.

Kuran'ı kerim de Şira ylıldızı diye ismi geçen parlayan Sirius 


Araştırmacılar, yeryüzündeki çeşitli kavimlere ait tradisyonlarda Sirius’ün esas olarak şu dört sembolle temsil edildiğini saptamışlardır:

1- Kurt veya köpek sembolü: Yıldız Grek, Pers ve ve Tuareg yerlilerinin tradisyonlarında köpek ile, Çin tradisyonlarında kurt ile ifade edilmiştir. Çin tradisyonlarında Sirius yıldızı, “göksel saray”ın bekçisi “göksel kurt” olarak nitelendirilir. Sirius'ün göksel kurt adının Çinliler’e Orta Asya Türkleri’nden geçmiş olduğu sanılmaktadır. Eski Orta Asya Türkçesi’nde göksel kurt, 'kök böri' ya da 'bör-teçene' olarak telaffuz edilirdi. Nitekim Türk tradisyonlarında, Gök–kurt, Tanrı’nın yerdeki şekillenmiş sembolü kabul edilirdi. Eski Mısır’da Sirius önceleri büyük bir köpekle temsil edilirdi. İskenderiye’de basılan Grek madeni paralarında yıldızı Sirius olan ilâhe İsis bir köpeğe binmiş durumda görülür. Eski Mısır’da kurt ise Sirius–B’yi temsil ettiği sanılan Osiris ile ilişkilendirilirdi. Tarihçi Diodoros, Eski Mısır’da da Sirius–B’nin kurtla ilişkilendirilmiş olduğunu ilâh Osiris’in yeniden doğuşunun kurt kılığında gerçekleştiğini yazarak ortaya koymaktadır ki, bazı araştırmacılar, eski Mısır ezoterizminde Osiris’in Sirius–B’yi temsil ettiği görüşündedirler. Plütark İsis’in köpek başlı Anubis ile ilişkisi hakkında şöyle yazar: “Neftis görünmez olandır, İsis görünür olandır. Bunlara dokunan çember, ki ona ufuk denir, her ikisinin ortak noktasıdır, Anubis adını alır ve bir köpek biçiminde temsil edilir; çünkü köpekler hem gece hem gündüz görebilirler.” Aztek mitolojisinde köpek biçiminde temsil edilen tanrı, Xolotl’dur. Sirius–A ve B’yi ifade edercesine ikiz olduğu belirtilen Xolotl, Güneş’i taşıyan, yani hareketini sağlayan, yıldırımı şekillendiren ve ölülerin ruhlarına öte–âlemde refakat eden tanrı olup, ok ve yılan ile ilişkilendirilir. Osiris’in arslanla ilişkilendirildiğine dikkat çeken araştırmacı Murry Hope, Sirius’ün kurt ve köpeğin yanısıra, etobur hayvanlar türüyle, özellikle arslan ve kedi ile ilişkilendirildiğini bildirmektedir. (Kedi geceleri iyi gören bir hayvandır. Öte yandan Robert Temple, kitabında Sirius ile yunuslar arasında ilişki kurmaktadır.) >Kurt-Köpek, Yunus, Arslan, Daire. 

2- Yay-ok sembolü: Bu sembolün gerek yıldızın yörüngesinin çizdiği yaylardan ötürü, gerekse tradisyonlarda tesirleri simgeleyen oku gönderen kaynak olduğu için seçildiği sanılmaktadır. (Dogonlar Sirius–B’yi tamamlanmamış bir elips biçimindeki yay çizimi ile temsil ederler.) Sirius’ü temsil eden yay sembolünün genellikle şu şekillerde kullanıldığı görülmektedir:

a- Ok’la birlikte Asur-Babil dinlerinde Sirius–A’ya ve sistemdeki başka bir yıldıza (Sirius–B) yay ve ok adları verilmiştir. Mısır’da Danderah Tapınağı’nda Sirius ok ve yay ile temsil edilmiştir. Çin mitolojisinde de Sirius, yay ile ifade edilirdi. Sirius’ün Çince adı Hu-Şi, “Yay ve Ok” anlamına gelir. Robert Temple, Sirius’ün Pers uygarlığında da Yay ve Ok Yıldızı olarak tasvir edildiğini belirtmektedir. >Yay ve Ok, Elli Sayısı

b- Yayların birleştirilmesinden oluşan spiral biçiminde. >Spiral

c- “S” biçiminde kıvrılan yılanla (örneğin, Mayalar’da). >Yılan 

d- Hermes’in ‘kadüse’ (<) sembolü gibi, bir eksene dolanan çift yılanla (sembole eski Yunan ve Hint uygarlıklarında rastlanır).

e- Hilal biçimli bir yayın iki ucu arasında yer alan yıldız biçiminde (yani ayyıldız biçiminde; Mayalar’da ve Mezopotamya uygarlıklarına ait mühür ve kabartmalarda görülen bu sembole Nemrut Dağı’ndaki “arslan zayiçesi”nde arslanın yelesinden sarkan hilal ve yıldız biçiminde, Mısır’daki Danderah Tapınağı’nda ise boğanın yay oluşturan boynuzları arasındaki bir yıldız biçiminde rastlanır.)


20 Şubat 2018 Salı

Işık ve epifiz..

İlginçtir, Epifiz bezi, Işık ile aktive edilir. Işık, gözlerinize, retinanızdan hipotalamusunuza, retinohipotalamik bölge denilen, Epifiz (pineal) bezinize giden sinir yolları boyunca geçerek ulaşır.
Işık uyarıları melatoninin üretimini inhibe eder ve geceleri karanlık olduğunda pineal inhibisyon durur ve melatonin salınır. 
Pineal bezin güneşi gözlemleme ile ilişkisine dair Dr. Sudhir Shah 'a göre: Hipotalamus, otonom sinir sisteminin komutanıdır ve pineal bez otonom sinir sistemine yakın bir konumdadır, bu nedenle yeni enerji nakilinin bu sistemi etkinleştirmesi veya bu sistemi araç olarak kullanması mantıklıdır.
Hintli Hira Ratan Manek'in Güneş enerjisi ile beslendiği Thomas Jefferson Üniversitesi ve Pensilvanya Üniversitesi'nden tıbbi ekipler tarafından doğrulandı ve 2002'de 130 günlük gözlem dönemine girdi ve ekipler HRM 'nin beynindeki gri hücrelerin yenilenmekte olduğunu keşfettiler.

Nasa araştırma ekibi, Hira’nın en az 130 gündür bir şey yemediğine ve sadece suyla hayatta kaldığını tespit etmiş 
ve bu doğa üstü gibi görünen duruma da 
şimdilik Hira Ratan Manek’in isminin başharflerinden oluşan 
“HRM fenomeni / olgusu ” adını vermiş. 

Nasa, “HRM fenomeni”nden faydalanarak 
uzay keşif gezileri sırasında 
yiyecek stoklama ve korumaya ilişkin 
sorunları çözmeyi umduğu belirtiliyor. 

Şimdilik Manek’in bir nevi 
kendi kendini hipnoz yöntemi uyguladığı 
ve vücudunun uzun süreli açlığa 
böyle olağanüstü bir tepki vererek 
kendini koşullara adapte ettiği üzerinde duruluyor.

Güneşin zihin, beden ve ruhu iyileşmek için kullanılabileceğini 
ve Gözlerin 
Güneş Enerjisinin insan beynine giriş kapısı olduğunu belirten 
Hira Ratan Manek, 
güneş gözcülüğümüzde aldığımız ışık enerjisinin 
uyuyan pineal bezimizi harekete geçirdiğine inanıyor. 

Güneş enerjisi, 
beslenme, hastalık iyileşmesi, enerji artışı, psişik yeteneklerin artması ve eninde sonunda iç aydınlanmanın büyülü dönüşümünü yaşamamıza neden olan aktivasyonu sağlar.

Hira Manek’e göre insanoğlu, 
bitkilerden sonra güneş enerjisine en çok ihtiyaç duyan canlı 
ve güneşin bitkiler gibi gıda maddesi haline getirilmesi için
tek yapılması gereken bunu öğrenmek. 

Güneş enerjisi ile beslenmeye başlamak için 
önce sabahın erken saatlerinde henüz çok güçlü olmayan güneş ışınlarına birkaç dakika bakarak 
gözleri alıştırmak gerekiyormuş. 

Gündoğumu / veya günbatımında, 
güneş yeryüzüne en yakın olduğunda, 
güneş gözleyicileri yeryüzünde yalınayak durup
doğrudan güneşe 10 saniye bakıyor 
ve her gün bu süreye 10 saniye ekleniyormuş.

Daha sonra giderek bu süre artırılırken, 
bir yandan da güneşin daha güçlü olduğu saatlere geçiliyormuş. 

Bu sayede gözler güneşten zarar görmeyecek hale geliyormuş 
ve öğleden sonra bir saat güneşe bakmak onun ifadesi ile
beyni şarj etmek için yeterli oluyormuş. 

Ancak Manek, bu işe başlarken 
fiziksel veya psikolojik hiçbir rahatsızlığınızın 
olmaması gerektiğini belirtiyor. 

Ayrıca kendi dışında kimsenin, 
güneşe 44 dakikadan fazla bakmamasını öğütlüyor.

Yılan ve içsel dönüşüm..


YILANI AÇ BIRAKMAK ?
Efendimiz sav.min şerefli hadislerinde
" İnsanlar uykudadırlar,öldükleri zaman
Uyanırlar." Buyruluyor.Cennet tasvirlerinde
Adem ile Havva arasında hayat ağacı
Ve hayat ağacına sarılmış ağzında
Memnu meyve olan yılan vardır.Hayat 
Ağacı hay esmasından gelir,aynı zamanda
Yılan demektir.Bu sembolik anlatım
Yılanın Havva'yı kandırmasını anlatır.
O'da Adem'i kandırınca cennetten kovuldu
Der Tevrat-ı şerif. Hayat ağacı burada
Bedenimizi sembolize eder,ona sarılı
Olan yılanda sindirim sistemimiz olan
Barsaklarımızdır.Günümüz ilmi der ki
Barsaklarında aklı var,ispatı mı bunu
Yolculuklarda hemen anlarsınız,kabız !
Kıvrandırır,inatçıdır da.Şahit oluruz.
Tasavvuf berrak bir bilinç ister yoksa
Bir tecelli olmaz.Hadiste uykudasınız
Buyruluyor neden ? Çünkü barsaklar
Dolu,yani yılan devamlı doyuyor.TOK !
Yılan tok iken,tefekkür yapamazsın
Aşık olamazsın,sanat yapamazsın
Yapsanda taklit olur.Düşünce sistemin
Devamlı kilitlidir.Devamlı uykudasın.
Bunun çaresi yılanı aç bırakmaktır.
Yani oruç.Tasavvufun özü ORUÇTUR.
Ey Talip !
Doğduğumuzda bebek iken Safiyullah
Olarak cennette idik.Ne zaman
Bilincimiz oluştu,eşyaya sahip çıkmaya
Başladık.BÜTÜN'den koptuk,ego oluştu
O zaman bize cennetten çıkış verildi.
Hz.İsa as.buyuruyor ki : " Tekrar cennete
Gitmeniz için bebek olmanız lazım." Ancak
Büyüdük bebek olamayız.Ne yapabiliriz ?
Ayeti celilede buyruluyor ki : " Kad efleha
Men zekkaha - Bilincini temizliyen
Kurtulmuştur. - Şems 9 " temizlenen
Bilinç bebek bilinci haline gelince
Cennet tecelli eder.Bunun yoluda sevgi
Yani MEVEDDETTİR.Çünkü kişi sevdiği
İle beraberdir.Buyurdu Resulullah sav.


Çocuklar yaşamdır çiçektir.Onlar yeryüzü armağanıdır..

"Ben bir çiçek olsaydım…

Ellerini havaya kaldıran çocukların parmak uçlarında açardım"

Ben çiçek olsaydım, illaki bir okul bahçesinde açmak isterdim.
Teneffüsleri iple çekmek, derslere gülerek katılmak isterdim.
İnciler gibi yazı yazmak, sular seller gibi şiir okumak isterdim.

Bir çiçek olsaydım, üşenmez, bazı dersler sınıflara koşardım.
Girdiğim sınıflardaki çocukların yanaklarında güller açardı.
Bir demet papatya olur, öğretmen masasına konardım.

Bazen bir narçiçeği olmak isterdim.

Soğuktan yüzü kızarmış çocukların yanağında açmak için.
Pembe bir toka olur, bulduğum saç örgülerine tutunurdum.
Hastalanan çocukların yerlerine oturur, boynumu bükerdim.
Uğurböceklerinin kanadında açar, yusufçuk kuşlarıyla oyun oynardım.

Ben bir çiçek olsaydım…
Ellerini havaya kaldıran çocukların parmak uçlarında açardım.

Bir çiçek olsaydım bana ellerini verir miydin?

Verseydin ben de sana mavi gözlü erguvanlar verirdim.
Bana bakışlarını verseydin, ben de sana nilüferler verirdim.

Kupkuru çölleri gül bahçesine çevirirdim.
Kırları çiğdemlerle, tepeleri sümbüllerle donatırdım.

Sana pembe etekli ağaçlar, badem gözlü bahçeler verirdim.
Sen bana kalbini verseydin, ben seni hiç unutmazdım.
Kuruyup solmazdım.
Üzerine karanfillerin sıcaklığını bırakırdım.
Sen bana gelseydin...
Seninle gülün yanağından alınmış taze bir nefes olurdum.

Bak son kez söylüyorum.

Ben çiçek olsaydım, bir okulun bahçesinde açmak isterdim.

Her yoklamada adım okunurdu.
Lale denince, nergis denince, nilüfer denince...
Yasemin denince...

“Buradayım!”, “Buradayım!” demek isterdim.



19 Şubat 2018 Pazartesi

--2

3-Nefs-i Mülheme
Bu mertebede kul, Allah’ın lütfuyla hayır ve şerri hassas bir surette ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirayetine kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır.
Kur’an Şems 7. 8. “Ve bir nefse ve onu düzenliyene. Sonra da ona bozukluğunu ve korunmasını ilham eyliyene ki” Diyerek dikkat çeker.

4-Nefs-i Mutmainne
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak suretiyle manevi hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli bir iman ile de huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefstir. Kalb, zikrullâh bereketiyle şüphe ve tereddütlerden arınmış, her an şükür ve sena hâlindedir.
Kur’an Fecr 27. “Ey o Rabbine muti’ olan nefsi mut’meinne” ayetiyle bu duruma dikkat çeker.

5-Nefs-i Râdıye
Daima Hakk’a yönelmek suretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden razı ve hoşnut hâle gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip Hakk’ın iradesinde fâni olmuştur.

6-Nefs-i Merdıyye
Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnut olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişaf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve hassasiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin, nefsini en güzel bir şekilde muhasebe ve murakabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytani hilelere karşı boş bulunmaktan sakınır.

7-Nefs-i Kâmile/Nefs-i Sâfiye

Nefs-i kâmile, tezkiye neticesinde arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün marifet sırlarının tahsil edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbi olarak lütfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebni, ilâhî bir ihsandır.
İslam âlimleri veya tasavvufçular bu nefs kademelerinin dünyada olduğunu düşünürler. Onun içinde dünyasal örneklerle çeşitlendirmeye çalışırlar. Oysa bu nefs kademeleri çıktığı kaynağa dönecek olan ruhun geçireceği evrelerdir. Bu kademelerden sadece ikisi, dünyada bedenli hayatta geçilir. Diğerleri bedensiz yaşamda ve öte dünyada geçilir. Kur’an bu konularda kapalı olarak bilgi vermektedir.
Konuyu tam olarak anlayabilmek için Şekil 1 ve 3’den yararlanmak ve durumu sayılara dökmek gerek. Her ruh sıfır bilinç, 7 nefs (madde) yapısı olarak yola çıkar ve 7 bilinç, sıfır nefs (madde) yapısına ulaşır. Buradaki 7 rakamı ruhun 7 hali olduğundan alınmıştır. Her gök katı ruhun bir haline karşılık gelir. Buna göre;

1-)Nefs-i Emmâre: Ruh, sıfır bilinç, 7 nefs (madde) olarak başlar ve Nuh tufanıyla bir üst boyuta geçer.
2-)Nefs-i Levvâme: Ruh, 1 bilinç ve 6 nefs olarak başlar ve kıyametle bedenlenme sürecini bitirir.
3-)Nefs-i Mülheme: Ruh, 2 bilinç ve 5 nefs olarak başlar. 3 bilinç ve 4 nefs olarak bir üst boyuta geçer.
4-)Nefs-i Mutmainne: Ruh, 3 bilinç 4 nefs olarak başlar. 4 bilinç ve 3 nefs olarak bir üst boyuta geçer.
5-)Nefs-i Râdıye: Ruh, 4 bilinç 3 nefs olarak başlar. 5 bilinç ve 2 nefs olarak bir üst boyuta geçer.
6-)Nefs-i Merdıyye: Ruh, 5 bilinç 2 nefs olarak başlar. 6 bilinç ve 1 nefs olarak bir üst boyuta geçer.
7-)Nefs-i Kâmile: Ruh, 6 bilinç 1 nefs olarak başlar. 7 bilinç ve sıfır nefs olarak bir üst boyuta geçer.
Yani artık evren denilen bu dünyadan çıkar. Geldiği kaynağa geri döner. Bu işlemin oluşabilmesi için beraber yaratıldığı diğer kısmıyla birleşmesi gerekir. Oda ikiz ruhudur. Son noktada bu ruhlar birbirlerini çekerek birleşirler ve tamamen nefs (madde) yapısından kurtularak saf enerjiye dönüşerek kaynakla bir olur. Bu durum ruhun tekâmülünün başka bir anlatımıdır.


Nefsin mertebeleri..----1---

KUR’AN’A GÖRE RUHUN GEÇTİĞİ AŞAMALAR

Tasavvufî anlayışa göre, İnsanda iki ruh vardır: Birine rûh-i hayvânî, diğerine rûh-i sultânî denir. Ayrıca tasavvufi anlayışa göre ruhun manevi terbiye ve tekâmül esnasında hâl ve mertebeleri yedi kısma ayrılmıştır. Ben bu kademelerin ne anlama geldiğini ruhun bu iki özelliği ışığında açıklamaya çalışacağım.

1-Nefs-i Emmâre

Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı haiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esîri, şeytanın avenesi olmuş; keyfine, zevkine, günaha düşkün olan nefstir.

•Şekil 1 Ruhun kademeleri

Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücadele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Bu durum Kur’an’da Yusuf 53 “Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder” Diyerek vurgulanmıştır.
Yukarıda alıntıladığım anlatım ruhun tamamen içgüdüleriyle yaşadığını gösterir. Bu kademe öte dünyada 1. Gök katına karşılık gelir. Ruh sıfır bilinçle yola çıkar. Bu noktaya “Âdemin yaratılması” noktası dedim. Şekil 1 ve 2’de gösterim noktaları aynı yerdir. İnsanoğlu beden ve ruh olarak yaratılarak tekâmüle sokulmuştur. Beden olarak insan bedeni yerine hayvan bedenleri kullanılmıştır. Çünkü ruh bilinçsiz olduğu için bedenin yaşamasını sağlayabilecek yeteneklere ulaşamamıştır. Bu dönem, şekillerde hayvan bedeni dediğim dönemdir. Ruh tamamen bedenin içgüdülerine esirdir. İçgüdülerin gereklerini yerine getirerek yaşar. Yani yer, içer, çoğalır. Çevremizde gördüğümüz hayvanların içine şu anda otomatik dönemlerini yaşayan ruhlar üfürülmüştür. Bu ruhlar zaman geçtikçe ufak ufak çevresine etki etmeye başlar. Bu gün bir karganın, köpeğin veya yunus balığının zekâlarını kullandıklarını biliyoruz. Fakat bu durum çok kısıtlıdır.
Bu süreç 4 boyutlu kuantum dünyasında devam eder ve Nuh Tufanıyla sona erer.

•Şekil 2 Ruhun madde bedenlere bağlı olarak tekâmülü

2-Nefs-i Levvâme

Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bazılarından tövbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.
Kur’an’da “Kıyâme 2 Yine yo… Kasem ederim o pişman cana (nefsi levvameye)” diyerek bu kademeye dikkat çeker.

Alıntıladığım satırlar tam olarak bizi anlatıyor. Yani ruh artık kendinin ve bilincinin farkındadır ama hayvansal içgüdülerini tam olarak yenemez. Büyük mücadeleler yapar. Gittikçe ilerler ama tam olarak egosunu hükmedemez.

Vücudumuzun sırları..


Her organımız aslında bütün duyularımızı temsil ediyor.Mesela iç organları rahatlamak istiyorsak kulaklarımızın bazı bölgelerine masaj yapmamız yeterli.Bu ayaklarımız içinde geçerli ellerimizin içi de aynı vazifeyi görüyor.Sadece onları eğitmemiz gerekir o kadar.Bu yüzmeye benzer.Yüzme veya bisikleti kullanmayı bilen biri asla unutmaz.Yeterince sıkılmadan devamlı çalışmanız getekir ve gözlernizi kapatın beyninize hangi organ ile işlem yapacağınız komutu verin.insan denen canlı çok komplike bir yaratıktık..


Ellerimizle hisseder, gözlerimizle görüp, kulaklarımızla duyarken kulaklarınızla görüp, gözlerinizle hissettiğinizi düşünün. Yöntemi uygulamaya başlarken duyuları belirli sıralara göre çarpıtmayı deneyin. Örneğin bugün kulaklarınız ile gözlerinizin yerini değiştirmeyi deneyin. Kulaklarınızdan görüyor olsaydınız nasıl olurdu? Uygulamaya başladığınızda gözlerinizi olduğu kadar kapalı tutun ve kulaklarınızla gördüğünüzü imaje edin. Yöntemi farklı duyu kombinasyonları ile devam ettirin. Çalışmayı bir rutin haline getirin ve kendinize belirli bir çalışma programı oluşturun. Ve en önemlisi inanın. Sonuçları kendiniz deneyimleyeceksiniz.
Yöntemin amacı şu; duyuların yerleri değiştirildiğinde örneğin kulaklarımızla görmeye çalıştığımızda gösterdiğimiz çabadan ötürü zihinsel olarak daha önce ulaşamadığı yerler aktifleşecek ve 5 duyunun dışındaki melekeler gelişecektir

18 Şubat 2018 Pazar

Parapsikoloji.

Her nefesinle birlikte ol.Kendini dinle.Oku vücudunu anla kendini.Sakin ve duru ol.frekansını ve titreşimini yükselt..Mistizm diyerek yazıya başlayalım.Yaşadığımız bu evrende bir çok insan değişik kabiliyetler göstermiştir.Avrupa ortaçağda kilise işine gelmeyenleri cadı avı adı altında bir çok değeri katletti veya yaktı.Aslında Vatkanda biliyordu bu tür olayları.
Düşünce gücünün maddeye etkileri..Hiç bir madde düşünce gücümüzün karşısında duramaz.Çünkü o maddeyi düşünce anlamında yıkılmayacağını kendi kendimize telkin ederek duvar örüyoruz.Oysa yıkılmayan veya etkilenmeyen hiç bir madde olamaz.
4-5-6'cı boyut insanları maddeye hükmederken biz 3 'cü boyutta yaşayanlar neden çaresiz kalıyoruz.Bizi kim engelliyor:kimse.Biz kendi kendimizi engelleyip köreltiyoruz.O halde yapılacak tek şey o engelleri içimizde kaldırarak maddeyi etkileyelim.Örnek.elimize bir dal veya çiçek tohum, toprak vs. alarak onu yeşillendşrmeye başlayalım.Ama burda ki asıl nedeni unutmayalım:EGO ..Yapamıyoruz diye hırslanmayalım.Sakin ve onunla elimizdeki başka bir yaşam formuyla bir olalım veya olmaya çalışalım.Gözlerimizi kapatıp hergün bu çalışmaları yaparsak mutlaka başarıya ulaşacağız.Hangimiz doğar doğmaz fen,matematik,kimya veya fizk biliyordu: hiç kimse.Ama bizim DNA 'larımızda varolan o gücü yani Kundalini enerjisini harekete geçirdiğimiz zaman içimizdeki ne kadar boyut varsa hepsini atlar daha farklı bakarız.O güç bizde var.Bu güç hristiyan ermişlerde de vardı müslüman dervişlerde de var bir veya başka öğreti alan insanlarda da.Onlarda olan tek şey kararlılık ve kendilerine olan inanç.Atomu bulan biz,bir çok alanda bilimde çığır atlayan biz hatta tonlarca demir yığınını ( uçak vs.gibi) uçuran yine bizim düşüncelermizin hayata geçirilmesi.
Eğer o frekansı ve titreşime ulaşamazsan kendi içindeki alemi de bilmiyorsun demektir.
Ben mi ben bulutları yok ediyorum nesneleri oynatıyorum.Denizde olan dalgaları sakinleştiryorum.Depremler veya bazı doğal olaylar önceden bana gösteriliyor.
Bunları çok az ünsana veya yakınlarıma anlatıyorum.Sizi tanımıyorum sizde beni.Ama şunu biliyorum aynı kainatta yaşıyorsak ve amacımız insanlığın insanlığa ( insanlığın amacı kendini bilmesi)ulaşması  ise
en ufak bir bilgi kırıntısını saklamak bence dünyanın en büyük bencilidir.Her bilgi herkese söylenmez doğru ..Bazılarımızın o bilgi için algıları açıktır anlar bazılarımızın ise onu kavraması uzun sürer.Olsun sen söylersen onun DNA'sına kodlanacak demektir..
Bu kainatta varolan herşey herşeyle etkileşim içindedir.


Dünyanın çatısı tibet..Zamanı ve mekanı algılayan yerlerden bir tanesi..

TİBET OYMA KAFATASI
Eski kültürlerin ve yıllar önce yaşamış toplumların geleneklerine dair yüzlerce fikir veriyor.
TİBET'in Eski Halklarından biri olan ANTİK DEİTY'lerin tasvirleri vardır.Kutsal olduğuna inanılan semboller vardır.
Gizemli bu Kafatası Viyana Avusturya'da bir Antikacı Dükkanında tesadüfen keşfedildi.
Dükkan sahibi amcasının Tibet'ten getirdiğini söylemiştir.Yapılan analiz ve testler sonucunda bu kafatasının 2400 yıllık olduğu tespit edilmiştir.
Kafatası Oymalarının TİBET,NEPAL,HİNDİSTAN'da yaygın olduğu söyleniyor.BUDİZM İNANIŞI'nda kullanılan
DEVANGARİCE denilen Kutsal Dilin eski bir Lehçesinde kullanılan yazıların bazılarının bu kafatasında üzerindeki karşılıkları şunlardır:
OM,MA,SA,MA,TA,SA,OM,DA,MA,TA
Tibet Kafatası üzerinde araştırmalar halen sürmektedir.
Tibet’te bir Khenpo Rahibinden ilginç bir açıklama gelmiştir. Rahibin iddiasına göre “Eski Tibet halkları dünya dışı varlıklar ile yakın temas içerisindedir ve kafasına kazınan gizemli sembol sadece yıldız gemilerine çıkan önde gelen toplum üyelerine kazınmaktadır.“