23 Şubat 2018 Cuma

Herkesin dünyası kendine..

Dünya ya gördüğümüz gibi değilse.

Bizim dışımızda bir dış gerçeklik var mı? Tabi ki bir dış gerçeklik var.

Dünya var, sadece biz göremiyoruz.En azından olduğu gibi göremiyoruz. Aslında hiçbir zaman olduğu gibi göremeyeceğiz.

Aslında olduğu gibi görmemek de faydalı bir şey. Bunun nedeni Berkeley’e kadar uzanıyor. Berkeley, bu fiziksel Dünya’ya duyularımız dışında direk erişimimiz olmadığını söylemişti. Duyularımızda bu dünyanın çoklu verilerini birleştirdiği için algılarımızın doğru olup olmadığını asla bilemeyiz.

Bu her zaman derin bir soru olmuştur: Bu “Dünya’yı gerçekte olduğu gibi mi görüyoruz?” sorusundan öte aslında “Dünya’yı gerçekten herkes aynı olarak görebiliyor mu?” sorusudur.

Cevap ise: Hayır, herkes aynı görmüyor.

Eğer gözümüze, derimize ya da kulaklarımıza gelen bilginin, doğası gereği anlam yüklenmemiş olduğunu hatırlayacak olursak, çünkü bu herhangi bir şey demek olabilir, o takdirde faydalı davranışlar yaratabilmek için başka bir tür dataya ihtiyacımız olduğunu anlarız. Bu datanın geçmişi olmak zorundadır. Yani beyninizin fonksiyonel yapısı dünyayla geçmiş iletişimlerinizin fiziksel bir açığa çıkışı, görüntüsüdür ve bu fiziksel, aktif bir etkileşimdir. Facebook’daki yayınlar gibi pasif data alımı değildir. Bu dünyayla aktif bir iletişimdir.

Mesela şunu düşünelim. 1970’lerden çok bilindik bir deney var. Yeni doğmuş iki tane kedi yavrusu var, gözleri daha açılmamış. Yavrulardan bir tanesi iyi, hareketli yerde koşturuyor. Diğer yavru ise bir sepetin içinde. Sepetin içindeki kedi yerdeki kediyle iletişim halinde. Yerdeki kedi her nereye giderse, sepetteki kedi de oraya gitmiş gibi görüyor. Her ikisinin de görsel dünyaları ortak. Bir süre sonra yerdeki kedinin görselini test ediyorsunuz ve beklediğiniz gibi gayet iyi çıkıyor. Peki ya sepetteki kedi ne görüyor? Hiçbir şey görmüyor. Sepetteki kedi kör. Çünkü hiçbir zaman bu anlam yüklenmemiş bilginin kaynaklarıyla fiziksel olarak etkileşim halinde olup, onlardan anlamlar çıkaramadı. Bu kediye de etrafta koşuşturma fırsatı verildiğinde, görmeyi tekrar öğrenir.

İnsanların almakta olduğumuz datanın anlam yüklenmemiş olduğunu anlaması bazen çok zordur. Çünkü gözlerini açtıklarında etraflarına bakınıp “vovv, her şeyi görüyorum işte. Ne demek anlamsız?” derler.

Çok basit ve belki de en önemli örneklerden bir tanesi de renklerdir. “Dressgate” (herkesin farklı renkte gördüğü elbise) dedikleri şeyi düşünelim. Bunu çok kayda değer buluyorum. Çünkü hepimiz illüzyonlara aşınayız. Bir Fransız ve bir İngiliz’in aynı obje için farklı kelimeler ve kültürel anlamlara sahip olmaları bize normal geliyor. Çünkü bunun kültüre bağlı olduğunu biliyoruz. Deneyimlerimizin farklı olduğunu ve farklı görüşlere sahip olduğumuzu biliyoruz.

Ama insanlar farklı renk algılamasına sahip olduklarını anlar anlamaz, bu onları gerçekten de zorladı. Çünkü bu şu anlama geliyordu: Eğer bu doğruysa, gerçekliği algılamak nedir? anlamı nedir?

Bu yüzden renk harika bir kavram çünkü hem gerçek hem de soyut. Renk için doğru olan her şey gördüğümüz her şey içinde geçerlidir.

Renk algılamamızın kaynağı nedir? Işık.

400 ile 700 nanometre arası ışık; ki bu da elektromanyetik ışımada minicik bir penceredir. Bu noktada bile, teoride tespit edebileceğimiz potansiyel enerjideki sadece çok minik bir pencereyi görüyoruz. Üstelik bu 400’den 700’e yani küçükten büyüğe, lineer bir ölçek. Ama bizim ışıkla başlayan renk algımız hiç de basit bir şey değil. Aslında bu beynimizde oluşan 3 boyutlu algısal bir alan. Mesela bir parlaklık ekseniniz var; ki bu yoğunluktur. Bir de canlılık (renksel doygunluk) ekseniniz var ki; bu da renk içinde ne kadar gri olduğudur. Bir yangın pompası doymamış veya son derece doygun bir kırmızıdır. Pembe ise nispeten doymamış bir kırmızıdır, içinde gri vardır. Bundan başka bir de renk tonları var; bu da kırmızı, yeşil, mavi ve sarıdır.

Esas dikkat çekici olan şu: fiziksel spektrumun iki ucunu düşünelim. Mavi ve mor olarak algıladığımız ya da kısa dalga boyları diyelim. Bir de kırmızı olarak algıladığımız spektrumun diğer ucu. Bu iki uç, şaşırtıcı şekilde spektrumun orta noktasına değil de, birbirlerine daha çok benzemektedirler. Bu demektir ki, renk algımız daire şeklinde. Yani en büyük ve en küçük uyarıcı aslında algısal olarak birbirlerine benzerler.

Bu şuna benziyor: 1 K. ile 1000 kg. birbirine çok yakın hissedilirken 500 k. bunlardan çok farklı hissedilmesi gibi. Bu en temel seviyede bile esasında gördüğümüz şey, uyarıcıda olan şey değil. Ayrıca renk algımız kategoriktir. Her rengi kırmızı, yeşil, mavi ve sarı açısından tanımlayabilirsiniz.

Her bir kategori de eşsiz renk tonu dediğimiz şeyle tanımlanır: İçinde başka renk tonu barındırmayan bir kızıllık algısı. Halbuki portakal rengini kırmızı ve sarının karışımı olarak algılarsınız. Ama kırmızı da sadece kırmızı görürsünüz. Sarı da sadece sarı görürsünüz. Ama spektrumlar özgün değildir. Spektrum kategorik değildir. Sürekli dağılım-yayılım durumundadırlar.

En temel seviyede, aldığımız bilgiyi bile doğru olarak yansıtmıyoruz. Bunun nedeni de, onu bu şekilde görmek bizim için daha yararlı olduğundan. Datanın faydasını görüyoruz, datanın kendisini değil.

Dr.R.Beau Lotto, Nöro bilimci



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder