9 Haziran 2018 Cumartesi

Anka Kuşu


Bir çok masal hikaye ye konu olan Zümrüdü Anka kuşu ne canlı bir kuş, ne de basit bir masal kuşudur. Zümrüdüanka kuşu gayb âleminin en önemli prototip’lerden (ilk örnek) biridir. Zümrüdüanka kuşu bulunduğu yer “mana alemi” yani gayb (görülemeyen) âlemdir. 
Tur-i Sina dağından bakıldığında Zümrüdüanka kuşu, Tuva vadisinin doğu yamacını kanatlarının altında gizlediği, örttüğü veya korumaya çalıştığı görülmektedir. Zümrüdüanka kuşunun babasının küllerini götürmüş olduğu Heliopolis güneş tapınağının bulunduğu yer Kafdağı, yani mikro kozmos denilen düz dünyadır (Örnek). 
Dikkat edildiğinde, her hayvandan bir parça alınarak yapılmış olan Zümrüdüanka kuşu devasa boyutta bir prototiptir. Bu nedenle kendi gibi taştan yapılmış prototip olan babasının küllerini Heliopolis’teki güneş tapınağına götürüp bırakmasının mümkün olmadığı ortadadır. Demek ki Zümrüdüanka kuşunun babasının küllerini Heliopolis güneş tapınağına götürüp bıraktığı söylencesi ile bizlere Zümrüdüanka kuşunun bulunduğu yerin, hem Kafdağı, hem Heliopolis güneş tapınağı olduğu üstü örtülü olarak anlatılmaktaydı. 
Zümrüdüanka kuşunun sembolüyle neler anlatılmak istendiği, anlayanlara üstü örtülü olarak anlatılmıştır. Örneğin: Aşağıdaki kuran ayetleri, mana alemindeki ilk örneklerden yani, benim sizlere anlatmaya çalıştığım prototiplerden söz etmektedir. Ankebut suresinin 43’cü ayetin tercümeleri şöyle:
“Biz insanlara bu örnekleri anlatıyoruz, ama onların anlamını bilgililerden başkası kavrayamaz.” (ankebut 43).
“Gerçeği iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık gösterdik." (Bakara suresi, 118).
“Ve işte bu örnekleri insanlar için veriyoruz. ve onu, âlimlerden başkası akıl (idrak) edemez.” 
“İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.” (Diyanet vakfı meali. ankebut 43).
“İşte bazı gerçekleri anlatmak için, biz bu kabil temsiller getiriyoruz, ama bunları, ancak ibret almasını bilenler anlar.” (Suat Yıldırım meali: ankebut 43).
“Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez.” (Yaşar Nuri Öztürk: ankebut 43).
“İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez.” (Ali Bulaç meali: ankebut 43).
“İşte biz insanın önüne bu temsilleri koyuyoruz: ama onların gerçek anlamını ancak [bizi] tanıyanlar kavrayabilir.” (Muhammet Esed meali: ankebut 43).
“Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır.” (ankebut 35).

ÖZETLE.
Zümrüdü Anka kuşu hem vardır, hem yoktur. Çünkü, Anka kuşu yapma bir kuş, bir sembol olarak vardır. Canlı bir kuş olarak yoktur. Anka kuşunun prototipi taş ve topraktan yapılmış olduğundan ele geçirilecek tüyü de yoktur. Bu yüzden Anka’nın tüyünü ele geçirmek yerine, kendini bulup görmekle en büyük sırlara vakıf olunabilir. Ancak ölümsüzlüğe kavuşmanın yolu sırları çözmekten değil, Anka kuşunun bulunduğu yerde olduğu ileri sürülen ab-ı hayat suyunu bulup, içmekle gerçekleşebilir.

Tanrıya sitem.

Tanrı’yla aynı fikirde değilim
İntihar edenlerin cehenneme gideceği konusunda
Kainatın yaratılışına katılmaktan bıktığımda ruhum
İntihar edeceğim ben de
Denenmemiş bir yolla
Nerdeyse bütün akıllı kalpler
İntihar edipsiktir çekmiş yeryüzüne
Ben ateist değilim, babasıymış gibi
Tanrı’ya küsen bir çocuğum
Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietche’yi
Cehenneme gönderirse
Cehennemde yanmayı tercih ederim ben de
Tanrı dürüstlüğü sever
Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
Ben Tanrı olsam
Peygamberler göndermez
Direk konuşurdum insanlarla
Ben Tanrı olsam
Hitler’i iyi kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım
Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
İçindeki kötülüğü insanlara değil
Tuvallere boşaltırdı
Ben Tanrı olsam
Devletler yok olur
Gül kokulu bireyler var olurdu sadece
Atlar çılgın zamanlar koşardı
Ben Tanrı olsam
Düşünce gücüyle herkesin
İstediği karakter olmasını sağlardım
Dünya bir şiirin
Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece
Ben Tanrı olsam intihar ederdim
İnsanlarla birlikte
Acı çekmeyi öğrenemediğim için
Cesar Mendoza - Acı Çekene Saygı

Tanrı ve dünya..

Araştırılan kaynaklara göre Altı günde dünyayı yaratan Tanrı, yedinci gün (cumartesi) dinlenir. Sekizinci gün Levh-i mahfuzu (Kaf dağı), bir başka deyişle Ruhlar âlemini yaratır. Sonra da Evrenin yaratılış ilmini (matematik) gerçekleştirecek olan Güneş ve Ayı çağırır; Her ikisi de gelir, böylece din, mitoloji efsane destan vs. anlatılan yaratılış başlar. (“41/Fussilet-11: Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler.) / Diyanet Vakfi.” Artık yaratıcı Güneş ve Ay’dır, bu nedenden dolayı: 41/Fussilet-37’de, “Gece, gündüz, güneş ve ay Allah'ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin.” der. 

Bu yüzden, Levh-i mahfuzda yaratılmış olan tüm geometrik şekillerin (Keops piramidi – Babil kulesi dahil), babaları Güneş, Anaları Ay, Doğum Yerleri Levh-i mahfuz, İkamet adresleri Ahaz’ın güneş saatidir (Zümrüt Tabletin bulunduğu yer).

Ahaz’ın güneş saatinde ışınların oluşturduğu geometrik şekiller doğaya iki boyutlu olarak ve kozmik olarak kaydedilmesi ile Keops piramidi oluşur. Piramidin Kare olan Tabanının çevre ölçüsü, dairenin çevre ölçüsü ile aynı olduğundan; bu durum, “Başlangıçta Yer ve Gök birleşikti” (yapışıktı) olarak aktarılır. (21/ENBİYÂ-30: “O Allah'tan gelen gerçekleri örtbas edenler, görmüyorlar mı ki göklerin ve yerin başlangıçta bir bütün olduğunu, sonradan onları bizim ayırdığımızı; yaşayan her şeyi su sayesinde canlı kıldığımızı? Hâlâ inanmayacaklar mı?).”

Bu durumu düzeltmek için Yer ile Gök’ün birbirlerinden ayrılması gerekiyordu. Tanrı, Ahaz’ın güneş saatinde gölgeyi on derece geri alarak Yer ile Gökü birbirlerinden ayırır ve bunun bir tanrı alameti olduğunu bildirir. (Kitabı Mukaddes/Hızkiya).

Tanrının gölgeyi on derece geri almasıyla dokuzluk sistem ile yeni oluşan onluk sisteme birleştirilmiş: Böylece Kare olan yer ile, daire olan gök, birbirinden ayrılmış olur. Sonra da gölgenin on derece geri alınması sırasında yapılan işlemleri zamanı geldiğinde insanların anlayabilmesi için Aşil paradoksunu üstü örtülü olarak kurguladılar.

Yer ile gök’ün (daire ile kare), ayrılmasından sonra Yaratmış oldukları geometrik şekilleri Babil kulesini kurarak test edip ölçtüler ve sayıların rasyonel sayılara dönüştüğü görülünce matematik ilmini (Tanrının ve Dünya Kralı Thothma’nın Felsefe Kitabı)adı altında dünyaya dağıttılar.

8 Haziran 2018 Cuma

Yaratıcı ve sen

Tanrı çok felsefi bir kavram değildir; o, bir çocuğun gözünden görülen haliyle bu dünyadır. Aynı dünya; bu çiçekler, bu ağaçlar, bu gökyüzü ve sen; aynı dünya ona bir çocuğun gözleriyle bakınca birden ilahi bir nitelik kazanır. Sadece saf, yumuşak, narin bir kalbe ihtiyaç vardır. Tanrı kayıp değil, sen kayıpsın. Tanrı başka bir yerde değil, sen başka bir yerdesin.

Lao Tzu


Varlık denizi.

Bu varlık denizi ,nerden gelmiş bilen yok;
Öyle bir inci ki bu büyük sır, delen yok;
Herkes aklına eseni söylemiş durmuş,
İşin kaynağına giden yolu bulan yok...

Ömer Hayyam

Görsel sanat : Vladimir Kush


Ruh ve Sufilik.



 

Sufi irfanına göre tüm yaradılış, ilahi perdelerin kaldınlmasının bir oyunudur. Sufi psikolojisi bir psikokozmolojidir. 

Dünyanın bir dil olarak belirdiği bu tasavvur, iç dünyanın şifrelerini çözerken dış dünyanın şifre çözümünden yararlanır. Sufi psikolojisiyle kozmoloji arasında yakın bağ insana varoluşun kozmik boyutlarını anlama fırsatı verir. Üstad Hüseyin Nasr bu konuda şöyle der: "Kozmik irtibat, psişenin içsel yapısını nesnelleştirir ve böylece ruhu kendi düğümlerinden kurtarır, onun karanlık bölgelerini aydnlatır." 

Ruhun kendi merkezine doğru yolculuğunda, yolcu, manevi yola döşeli tuzakları, yanılsamalan görür ve önlemini alır. İnfemo' ya düşüşle ruh, ölümcül ve karanlık derinliklerde kayıp unsurları yeniden bulur. Bu keşif, "cennet' e" yükselebilmek için gereklidir. "Ölmeden evvel ölün" öğüdü, insanı arzular tutsaklığından kurtarıp manevi dünyada yeniden dirilmeye çağırır. Geleneksel psiko]oji 2 temel boyutta işlev gösterir nefsi ve modalitelerini varoluş katları hiyerarşisine yerleştiren bir kozmoloji ve manevi hedefe yönelik bir etik Kozmoloji, bir anlamda nefsi çerçeveler, manevi ahlak ise nefsin derinliklerine iner. Kainat kişinin kendi farkındalığını arttlran ve nihai benliğe ulaşma yolunda kişinin elinden tutan bir yardımcıdır. Bu yönüyle tasavvuf, insanla alem arasındaki savaşın düğümünü çözme, insanı alem içinde huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onu bir iç muhasebe ve murakabe (kontrol) ile yavaş yavaş bu sebeplerden uzaklaştırma, ona kendi iç hakikatını buldurma, başka bir tabirle, onu alemden ayrıldıktan sonra (uruc) tekrar döndürme (nüzul) yoludur. 

Sufilere göre, insan bir "alem-i sagir"dir, mikrokozmosdur, "zübde-i alem" dir. Akıl bizi gizli güçlerimizi gerçekleşmeye yönlendirir, hayatın temel amacını belirlememize yardım eder, ancak varoluşsal sorunumuzu tek başına çözemez. Bu anlamda entellekt ve gerçek benlik, akıl ve sezgi, Ben ve Ben olmayan arasında bir zıtlık vardır. Bir farkındalık durumuna eriştiğimiz zaman, sezgisel olarak biliriz ki olduğumuz şey, olabileceğimiz şey değildir. Daha derin bir güvenlik alanının varlığına dair fikirlerimiz vardır ancakbildik örtüler bizi oraya ulaşmaktan alıkoyar.

Günübirlik toplumsal hayattan beslenen bir ego, içsel sesi kolaylıkla boğup evrensel bir benliğin gelişimini ketleyebilir. İşte bu aşamada, sufilerin mesleği gerçek benliğe ulaşma, "insanı-kamil" olma yolculuğundan ibarettir, bu yoldan alıkoyan zihinsel bloklar, engeller ve örtüler aşıldığında, kişi kainatın aynası olacaktır. Psikokosmoloji (tarih süreci içinde psikoloji) çerçevesi içinde tasavvuf, kadim bir simya geleneği, bir yeniden doğuş, kişinin doğallığını yeniden kazanması, otomasyon bir çıkıştır. Yani, çok gerçekli bir dünyada mutlak gerçeğin HAKİKAT'in, kişinin kendi içinde bir kazı işlemiyle açığa çıkarılmasıdır. 

İnsan,en güzel bir biçimde yaratılmıştır (Ahsen-i takvim). Ancak daha sonra ilahi Prototipinden (ilk örnek) ayrıldı ve uzaklaştı, aşağıların aşağısı (esfeles safilin) oldu. İnsan bu bakımdan içinde hem bir mükemmellik ilkesi barındırır, hem de kopuşla birlikte başlayabilecek bir bozulma. Sufiler, tüm tarihsel değişim ve dönüşümlere karşın insan tabiatının bu iki nokta arasında bir sarkaç gibi salındığını düşünürler. 

İnsan ebedi olanı, ölümsüzlüğü arar. Kendisini aşmak, mükemmele doğru değişmek-dönüşmek ister. İnsan bu gerilim hattında bulunduğu yani bu dünyada yaşadığı ancak yinede onu aşmak istediği için bir arayışa koyulur. Yolcunun iki ödevi vardır: 1 -Şimdiki durumun erimesi, yokedilmesi (FENA) 2-Yeniden bütünleşme (BEKA). Bilinen benlik fena-fillah süreci ile feshedilir ve beka ile kozmik benliğe yeniden doğulur. Fena entellektten BEN'DEN KURTULUŞ; BEKA "BEN OLMA SÜRECİ"ne varlığın saklı yanlarına bir ışık tutma halidir. Yani, bu durum ontogenesis ile transmutasyonun araştrılması ile mümkündür, salt meditasyon ile bu noktaya ulaşılmnaz. Pratik anlamı ile bilinci kurgu, yalan ve idollerden, kalbi hırs, arzu, kıskançlık, öfkeden temizlemektir. Ancak, eğer sufi, TANRI' dan bu değişim süreci için umudunu kesmez ve kendisini tamamiyle ona terk etmezse tüm uğraşların pek değeri yoktur. 

Muhammed (S.A.V.) şöyle demiştir: "eğer, tanrıya, gerektiği kadar güveniniz varsa o sizi besler, tıpkı sabahlan aç çıkan ve akşamları doymuş dönen kuşları beslediği gibi". Bu inançlı kendini terk ediş (tevekkül) sufinin kalbinde doğan korkuları, TANRI' nm affı haline getirebilecek niteliktedir. Bu, inanarak kendini terk ediş insanı tatmin olmaya götürürken (rida), işe, onu TANRI'ya bağlayan manevi duyguyu paylaştırmakla başlar, sonra, onu daha yüksek bir duyguya TANRI aşkı duygusuna yüceltir. 

Kuran' da şöyle bir ifade vadır: " Allah dilediğine hidayet verir". 

Dolayısıyla Tanrı inançsız tekamül olmaz. 

Kabbalistlere göre de ideal insan, içinde Tanrının verdiği niteliklerin seyredebileceği ayna haline gelen "Adam Kadmon" gibi bir insandır. Muhammed (s.a.v.) şöyle bile demiştir: "Beni görmüş olan, Allah' ı görmüş demektir." Hz. İsa ise, "Baba bende, ben Babadayım" buyurmuştur. 

İşte, Tann aşkını bilen aşık/maşuk, sevile/seven terimleri içinde ifade edilebilir ve hedef sevilenle bir yakınlık (kurb) hali olarak belirlenir. Buna Budizm' de "Bahhti yolu" denir. Sevgi, muhabbet yoludur. Bir de budizmin "Jyana yolu" dediği irfan (marifetullah) yolu vardır. Kısaca değinirsek, yola koyulan yolcu arzu nesnesini bilir ve onunla birleşmek, ona kavuşmak için yoğunlaşır. Burada, iç sorgulama ve iç gözlem (muhasebe ve murakabe) kişiyi nefs-i emmare'nin tuzaklarından koruyucu bir işlev üstlenir. Sürekli bir iç savaş sözkonusudur. Bu savaş sanatları bizi doğrudan değiştirir, zihni bilgeliğe yönlendirir ve varoluşun çeşitli katmanlarında yeniden doğdurur ve yükseltir. Böylece sufiler bilincin perdelerini bir bir kaldırır ve nihai hedefe ulaşırlar:"Hiçliğe". Bilinç dışının açığa çıkarılmasıyla Sufi bilgiye doğrudan ulaşmış olur. Artan içgörü hayat süreci ile ilgili daha derin bir bilgiyi sağlar. Ardışık bir dizi içgörü, şimşek çakması gibi zihinleri aydınlatır ve görüş mesafesini arttırır. Evrensel güven ortaya çıktığında kafa karışıklığı, düşler ve kuşkular tamamen yok olur. Aydınlanmış olanlar, sezgi ve ilhamın üzerini örten şeyleri, kelime ve düşünceleri bir kenara atarlar. Kal' den Hal' e, sözden yaşantıya geçiş gerçekleştiğinde Mevlana, bu durumu şöyle dile getirir: "Ruh karanlık içindeyse yolunu bulmak için aklın aydınlığına ihtiyaç duyar, fakat ruh aydınlanmazsa kimse aklın kandilini aramaz......" 

.......Gerek manevi simya, gerek kozmoloji, gerek diğer gizli (okült) ilimlere eğilim gösteren sufist düşünürler, herhangi bir şekilde hermetizmden etkilenmişler, ve bu etkilenmeyi de eserlerinde yansıtmışlardır. Hermetik kozmoloji dokrtrinine göre, kosmos, hayatlar ile doludur. Onun içinde cansız olmayan hiçbirşey yoktur. Onun hiçbir parçası asla ölmez. Ancak sadece dönüşüm vardır. insan veya hayvanın öldüğünü söylemek hatadır. Onlar sadece çözülme ise, ölüm değil bilakis hayatın yenilenmesidir. Yani daha geniş bir ifade ile, her kişinin makamı bilgisi ve gönlünün saf ve temiz oluşu miktarıncadır. 

Her kim vücut denen bu kalıpta iken bilgi ve gönül temizliğini yüksek derecede sağlarsa, mertebesi de o nisbette yüksek olur. O kişinin ruhunun reenkarne olacağı yıldız da buna göre tesbit olunur. Aksi takdirde her kim ulvi alemin akıl ve nefsleri ile ilişki kuramamışsa, o kimse hermetik ay yıldızın etkisi altında kalır ki burası cehennemdir, yani ateştir. Her kimin aklı yıldızlarda ise döneceği yer yıldızlar olacaktır. Geriye kalanları buna göre kıyaslayınız. Zira, kosmostaki herşey hareket halindedir. Nerede hareket varsa orada hayat vardır. Hayat bir organizmadan diğerine yer değiştirir. Her canlı organizma, vücut, hayati nefs ve ruhtan meydana gelir. Ve üç birleşen parçadan herbiri ölümsüzdür. Hennetizme göre kosmosda boşluk dahi yoktur. Tanrı ile çok sıkı bir irtibat vardır. Tarırı ise hareketsiz ve sakindir. Fakat hareket ettirici bir niteliği vardır. Tanri boşluktan çok öte bir kavramdır. Hennes' e (Thoth) göre, Tanrı insanı iki cevherden meydana getirmiştir, biri ilahi diğeri ölümlü, işte sufi bu ilahi olanı arar. 

Bu noktada İslam simyası, alem-i sagir ile alem-i kebirin (insan ile alemin) ilişkisine dayanan bir ilmi nefsdir. Ana konusu ruh, ve amacı ruhun dönüşümü olan manevi simya ile özellikle değişik metallerle uğraşan zanaatkarlar ve lonca esnafının simyası birbirinden ayırd edilmelidir. 

Manevi simyada amaç, ruhun tekamülünün sağlanması, (catharsis) yani saflaşmasıdır. Yani yaşamsal bedenin tine dönüşmesidir. Tine dönüşen insan, beraberinde yaşam erkini de elde eder. Tinselleşmiş olanı tinsel yeteneği olanlar anlayabilir. Buna sufizmde "erenlerin kalb gözü" adı verilir. Kalb, erdem sahibi olmakla, tefekkürle ve tanrıyı zikretmekle uyanır, keskinleşir. Kalb ilahi bilgi ve aşkın tahtıdır. Gazali şöyle der: "Kalb parıldayan bir ayna gibidir. Sıkıntılı işler o aynayı bir duman gibi kaplar ve gerçek benliğini göremez olursun. Evrensel gerçeklik yani Tanrının görüntüsü ile arana bir perde iner." 

Yada F. Attar'ın dediği gibi: 

Senin için kuşların dilini bir bir saydım. 
Ey bilgiden yoksun kişi anla bunları. 
Aşıklar arasında özgür olanlar bu kuşlardır. 
O kuşlardır, ölüm anından önce kafesten kurtulmuşlardır 
Her birinin başka bir şekli ve tasviri vardır. 
Simurgdan önce iksiri, 
Ancak tüm kuşların dilini bilen kiş yapabilir... 


------------------------------------------------------------

7 Haziran 2018 Perşembe

Genlerimiz ve titreşimler.

'İç dünyamızın yapısı olan ' DNA ' lar için " Bir... iki... SES KONTROLl!... "

Yüksek Frekans ve titreşimler vücudumuzun sağlıklı çalışması demektir.Dili ve sözcükleri kullanarak bedenimizin düşünce yoluyla programlanabilir olduğu çağlardır biliniyordu. 

Buddha gibi pek çok bilge, bunu yaparken bedene uygun en doğru frekansı bulmanın elzem olduğunu söylemişler ve bunlara “mantra” adını vermişlerdi. 

Mantra’nın anlamı: ‘man’ Hintçede düşünmek demek, ‘tra’da korumak kurtarmak demektir; zihni boşaltmak...

Yani kişiyi düşünce kirliliğinden kurtararak, zihinsel sessizlik yaratıp, derinleştirir.Bu sayede üst bilince, ruhumuzun sesine açık hale geliriz.

Mantraların evreni oluşturan enerjinin değişik titreşimlerinin tınılarına dayanan ana hücreler olduğu kabul edilir.

Gayatri Mantra’sı ‘Om’, ‘Bhur’, ‘Bhuvan’, ‘Suvaha’ heceleriyle başlar. ‘Om’, daha hiçbir şey yokken var olan ses, Pranava’dır. ‘Bhur’, maddi dünya olan Bhuloka’yı temsil eder. ‘Bhuvah’ zihinle (titreşim) ilgilidir

Tüm mantralarda kutsal ses:’Om’ ; Aa-Vu-Ma ana seslerinin bir kombinasyonudur.

Hindular tarafından okunan ‘Gayatri Mantra’ daki her ses ,eski bilgeler tarafından farklı bir tür enerji ile yüklenmiştir.

Dualar da mantralar gibidir...Her ikisi de DNA mızı etkiler.Muhtemelen bu eski Mısırlılar , Sümerler , Veda toplumlar ve diğerleri tarafından da biliniyordu.

Hindular, Budistler ve birçok Batılı, çok bilinen “Om” veya Sufi sözcüğü “Hu” yu söyleyerek beden – zihni armonize eder. 

Ve muhtemelen Gregoryen ilahiler , Solfej frekansları da aynı amaca hizmet eder.

Tarihi kaynaklar, insanoğlunun bin yıllardır ayinlerde, toplu eğlencelerde, arayışlarında, evrenle bütünleşmek isterken ya da Tanrı´ya yakarırken bazı kelimeleri tekrar ederek kullandığını gösteriyor.

İlginç olan ise Hindistan'da, Güney Amerika'da ya da Endonezya'da, birbirleri ile iletişim imkanı bulunmayan bu insanların çok benzer sesleri kullanmış olmaları…. 

Bu da insanoğlunun her zaman belli frekansların gücünü hissettiğini, kendi kültürlerinin yaşamı algılayış biçimlerine ve konuştukları dile göre bu frekansları farklı şekillerde kullandıklarına işaret ediyor.

Sonuçta ise bu kadim bilgiler bize, dünyanın ve evrenin ritmiyle bir gitmemizi söylüyor. Çünkü ritim evrenin doğasında var ve her şey kendi kalp atışında hareket ediyor. Elektronların mikro yörüngelerinden, gezegenlerin, yıldızların ve galaksilerin makro yörüngelerine kadar.

Rus bilim insanlarının yaptığı araştırmalarla İnsan DNA’sının internete göre pek çok yönden çok daha gelişmiş bir potansiyele sahip olduğunu gösterdiler 

Bu bilimsel araştırma, öngörü, sezgi, şifa, kendi kendine şifa, insanlardaki sıra dışı ışık ve auralar, zihnin hava durumları üzerindeki etkisi gibi kendiliğinden ve uzaktan gerçekleşen fenomenleri ve çok daha fazlasını doğrudan açıklamanın önünü açıyor. 

Hatta bu sayede DNA’yı hiçbir şekilde kesmeden ve genlerin yeri değiştirilmeden, sadece kelimeler kullanılarak etkilenebildiği ve yeniden programlanabildiği yepyeni bir tıp türü daha ortaya çıkıyor. 

Adı “Dalga Genetiği”…

Rus biyofizikçi ve moleküler biyolog Pjotr Garjajev ve meslektaşları DNA’nın titreşimsel davranışlarını da araştırdılar. 

Sonuç şuydu: 

“Canlı kromozomlar tıpkı solitonik-holografik bilgisayarlar gibi fonksiyon görüyorlar”dı. 

Yani; belirli bazı frekans modellerini bir lazer ışınıyla ayarladılar ve bununla da DNA frekansını, yani genetik bilginin kendisini etkilemeyi başardılar. DNA-alkalin çiftlerinin dili, dillerin temel yapısıyla aynı olduğu için artık DNA’nın şifre çözümü gerekli değildi. 

Yani sadece insan diline ait kelime ve cümleler kullanılarak DNA yapısı değiştirilebiliyor!

Radyo dalgaları ve ışık frekanslarını kullanarak hücre metabolizmasını etkileyebilen araçlarla genetik bozuklukları da onarmayı başaran Garjajevâ’nın araştırma ekibi, x ışınları tarafından tahribe uğrayan kromozomların onarılabileceğini de tüm dünyaya göstermiş oldu. 

Hatta belirli DNA örneklerini, bir diğerine aktararak, hücreleri başka bir genoma yeniden programladılar. 

Sadece DNA bilgi örneklerini aktararak, kurbağa embriyolarını semender embriyolarına dönüştürdüler.

Garjajev’in bu dilbilimsel kodlama ile geliştirdiği yöntemle yaratılan yeni nesil lazer tedavisi, Avrupa’da ki birçok akademik hastanede kullanılmaya başlandı bile. 

Özellikle cilt kanserinin tedavisinde en ufak bir leke bırakmadan tümörün yok edilmesi mümkün kılınıyor.

Bu tür çalışmalar yapan bir başka bilim insanı ise Fritz-Albert Popp. Popp uzun yıllar insan vücudunun yaydığı ışık oranı üzerine araştırmalar yapmış ve bu çalışmalardan önemli veriler elde etmiştir. 

Bu elde ettiği veriler ise DNA’nın ahenkli dalgalar yaydığını ispatlıyor. 

Garjajev’in bulguları ise bir adım ötede olup, DNA’nın sadece verici değil aynı zamanda alıcı da olduğunu kanıtladı.

Deneyin ilerleyen kısımlarında, hücreleri tekrar programlayarak farklı türlerin embriyoları arasında bilgi aktarımı gerçekleştirilmiştir.

Kısacası aslında sadece ses frekansıyla ve ışığın titreşimi kullanılarak genetik yapıda muazzam bir değişiklik yapılabileceği deneysel olarak kanıtlandı. 

Ve DNA’nın keşfinden beridir ne olduğu bilinmeyen çöp DNA’da suskunluğunu bozmuş oldu. 

Tüm bunlar sadece vibrasyon ve lisan kullanılarak yapıldı.

Aristoteles dahi müziğin insanın kişiliği üzerinde olumlu,olumsuz etkileme gücüne dikkati çekmiş.

Tasavvufta musiki Allah'ın lisanıdır ve içinde sırlar vardır.

Spiritüel öğretmenler bedenlerimizin kelime,düşünce,ses ve titreşimlerden etkilendiğini ve tekrar programlanabildiğini asırlardır bilir ve söylerler ancak bunun bilimsel olarak ta ispat edilmesi yolumuza daha da somut bir ışık tutmakta.

Müziğin bu yol ile bizi nasıl etkileyebildiği ortadadır.

Müziğin DNA kayıtlarımızı daha rahat açabilmemize yardımcı olduğunu kanıtladı bilim adamları, o yüzden mümkün olduğunca çeşitli melodiler seçmek ve farklı tınılarda gezinmek, belki de bir sürü kitap okumaya bedel olmaktadır.

Ses terapisi "DNA terapisi" ile vücudun genetik yapısı ile sohbet edilmektedir.

Kan dolaşımında veya nefes alma sürecindeki değişikliklere sebep olmaktadır müzik

Ve nefesinizi değiştirdiğinizde, yaşamınız Değişir. Nefesiniz değiştiğinde bütün hücrelerimizin DNA sı değişir. 

Bunlara ek olarak, kadim medeniyetlerden günümüze kadar gelmiş olan okült öğretilerle, nefesin değiştirici ve dönüştürücü sihirli gücünün kullanımı DNA mızı değiştiriyor. 

Kuantum Fiziğinin şimdi kanıtladığı gibi, nefesinizi değiştirdiğinizde hücrelerinizin atom altı boyutundaki bilgilerini değiştirebilir ve buna bağlı olarak mevcut olan ve olmayan her şeyi değiştirebilirsiniz.

Şimdi biz biliyoruz ki, internette olduğu gibi, DNA’mız networke (şebekeye) kendi doğru verisini besleyebilir, networkden bilgi çağırabilir ve networkteki diğer katılımcılar ile temas kurabilir. Uzaktan şifa, telepati veya “uzaktan duyu/hissetme” ve buna benzer durumlar böylece açıklanabilir.

Japon mikrobiyolojiciler hücre çekirdeğindeki DNA’ların biyofotonlar sayesinde haberleştikleri teorisini geliştirdiler.

Biyofotonlar, DNA’nın ışıması ile oluşan parçacıklardır ve beyin dalgalarıyla yönlenerek hareket edebilirler. Yani bedensel kodlarınızın ışımasını zihninizden çıkan titreşimlerle birleştirirsiniz. Bu sırada siz taşıyıcılık görevi yapar ve evrende serbest halde bulunan bir enerjiyi hedeflediğiniz yere gönderirsiniz. 

Şamanlar psişik yetenekleri en gelişmiş medyumlardır. Yaptıkları çalışmalarla ve kullandıkları yöntemler nedeniyle şamanların beyinleri biyofotonları algılayacak düzeyde hassaslaşır. Meditasyonlar sırasında beyinden çıkan biyofotonların hızının 1000 kata kadar arttığı tespit edilmiştir. Kişilerin düşünceleri bedenden yayılan bir manyetik alan yaratır ve şamanlar bu alanı hissedip okuyabilirler…

Vücuttaki yüz milyarlarca hücrenin yayınladığı biyofotonların her insanın vücudunu çepeçevre saran bir biyoenerji alanı (aura) oluşturduğu ispat edildi, hatta Amerikalı bir fotoğrafçı bu biyoenerji alanının fotoğrafını çekmeyi 
başardı. 

Araştırmaların yoğunlaşması sayesinde, herkesin kafasının çevresinde daha geniş bir biyoalan tespit edildi ve buna da zihinsel alan (mental field) dendi. 

İnsan beynini oluşturan 100 milyar sinir hücresinin bu zihinsel alan sayesinde hem dış dünyayla ve hem de kendi iç devreleri ile haberleştiği ve yine bu 
sayede bir bilince kavuştuğu hipotezi öne sürüldü. 

Sonra tüm beyin hücrelerinin ortak bir entegre enerji alanı içinde hızlı bir haberleşme gerçekleştirdikleri tespit edildi, bu enerjinin matematiksel değerleri bile hesaplandı. (50-100 Hertz gibi...) 

Araştırmacılara göre Grup bilinçliliğini geliştirmiş bir insanlık, ne çevresel sorunlara sahip olur ne de enerji kıtlığına. Çünkü, zihinsel gücünü birleşik bir uygarlık olarak kullanırsa, doğal bir sonuç olarak kendi yuvası olan gezegenin enerjilerinin kontrolüne sahip olur. 

Ve insanlık yeni bir tür grup bilinçliliğine doğru kollektif olarak ilerleyebilir.

DNA'da ALAH'I GÖRMEK

"DNA'da Allah'ı gördüm" 

Yapılan çalışmalarda "Tanrı'nın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Tanrı'ya daha da yaklaştırıyor" 

"Laboratuvarda çalışırken Tanrı'yı hissettim. 
Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben ona inanıyorum. 
DNA'nın şifresini çözmek beni Tanrı'ya biraz daha yakınlaştırdı. 

Laboratuvarda çalışırken Tanrı'yı hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben ona inanıyorum. DNA'nın şifresini çözmek beni Tanrı'ya biraz daha yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanları gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti. Ama mücizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Tanrı'nın işidir."

"Genetik yapımızın mükemmelliği, sadece Allah’ın eseri olabilir. Bilimin ilerlemesi, Allah’ın varlığının kanıtlanmasını sağlayacak. İnsanların inançlı olmasını sağlayan genlerin, sadece mucizevi bir şekilde aktif hale geldiğini kanıtlayacağız.’'

Yukarıdaki sözler, DNA şifresini, Craig Venter'le birlikte çözen bilim adamı Dr. Collins'e aittir. 

Şubat 2001'de, Collins liderliğindeki Uluslararası İnsan Genom Projesi Konsorsiyumu, genom taslağını "Nature" dergisinde, Venter'ın Celera şirketi ise, "Science" dergisinde yayınlamıştır. İki gurup arasındaki rekabet, ortak açıklama yapmalarına rağmen devam etmiştir.

Projenin tamamlanmış olması, gerçekte bir son değil, yeni bir çağın başlangıcı olacaktır. İnsan genom projesine; "Genetiğin Kutsal Kasesi", insan genom zincirine de; "Rosetta Taşı" benzetmesi yapan bilim adamları, bu konuda son derece coşkulu. Collins, genomu bir kitaba benzeterek, şunları söylüyor:

"Bu bir tarih kitabıdır. Bizim türümüzün, zaman içindeki yolculuğunun bir hikayesidir. Tüm insan hücrelerini inşa etmek için, inanılmaz detaylı bir kılavuzdur. Ve tıbbi bilimlerde kullanılabilecek, bir ders kitabıdır. Bir hastalığı önlemek ve tedavi etmek için, araştırmacılara uçsuz bucaksız yeni güçler verecektir.

Venter'le birlikte, insan vücudunun genetik kodları olan DNA'nın şifresini çözerek bilim tarihine geçmişlerdi. Bilim tarihi açısından bir devrim olan DNA'nın dizilimi ve kodlarının çözülmesi buluşu dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ve İngiltere Başbakanı Tony Blair tarafından eş zamanlı olarak dünyaya duyurulmuştu.

Önceden ateist olan ama artık Tanrı'ya inandığını ifade eden Dr. Francis Collins, bilimle Allah'ın varlığı arasındaki ilişkiyi anlatan bir kitap yazdı. 

Dr Collins sıradan bir bilim adamı değildi. 

Francis Collins, sonuçları 2001 yılında açıklanan ünlü İnsan Genomu Projesi'ni yürüten ABD Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsü'nün başkanı

"Tanrı'nın Dili" adlı kitabıyla ilgili İngiliz The Times gazetesine verdiği söyleşide;

Artık mucizelere ve meleklere inandığını, insan genini çözmenin de kendisine Tanrı'nın eserini görme fırsatı verdiğini söyleyen Amerikalı bilim adamı Collins 

"Önemli bir buluş yaptığınızda o bilimsel coşku anını yaşarsınız, çünkü onu araştırmış ve keşfetmişsinizdir. Keşfettiğim şey öyle bir şeydi ki, bu bilgiye daha önce hiçbir insan sahip olamamıştı. 

Fakat Tanrı onu her zaman biliyordu." dedi.

Collins, DNA’daki genetik bilgi hakkında ise şu yorumu yapmış:

İnsanoğlu hakkındaki tüm bilgileri ve sırları taşıyan bu 3.1 milyar harflik talimatname kitabı karşınıza çıktığında, bunu sayfa sayfa incelemeye başladığınızda, hayranlık duygusuna kapılmamak elde değil. Bu sayfalara baktığımda, bunların bana Tanrı’nın zihni hakkında bir ipucu verdiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Ünlü bilim adamı, 27 yaşına dek bir ateist olarak yaşamış. 

Ateizmden vazgeçmesini sağlayan süreç, bazı hastalarının din sayesinde büyük manevi güç kazandıklarını fark etmesiyle başlamış. 

Daha sonra ünlü Hıristiyan düşünür C. S. Lewis’in Tanrı’nın varlığı ile ilgili rasyonel argümanlarını incelemiş ve bunlardan etkilenmiş. 

Görünen o ki, Collins, doğayı inceledikçe Allah’ın varlığına daha çok kanaat getirmiş; DNA’da bulduğu “muzzam bilgi” ise bu konuda onu kesin olarak ikna etmiş.

Bilim ve DNA

Bilim her geçen yeni kapılar açmaya devam ediyor..Araştırmacılar, DNA’dan elde edebildikleri bilgileri bir üst boyuta taşıdı. 

DNA örneği bulunan suçlunun yüzü tahmin edilebilecek...

Artık DNA bilgileri sadece göz veya ten rengini değil, insanların yüz şeklini de ortaya çıkaracak.

ABD’li araştırmacılar, suçluların sabıka fotoğrafları üzerinde yaptıkları araştırmalar sayesinde, insanların 3D görünümleriyle genetik bilgileri arasında bağlantı kurmayı başardı. 

Bilim insanları, yüz hatlarını ortaya çıkaran DNA bilgilerini filtreden geçirerek, kimlik tespitinde yeni ve çok önemli teknolojilerin temelini attıklarını belirtti.

Pennsylvania State Üniversitesi’nden Mark Shriver’ın başını çektiği araştırmada, ‘Suç mahalinde bırakılan DNA’dan yararlanarak şüpheli sayısının azaltılabileceği’ ifade edildi. 

Araştırmacılar, son derece etkili olan yeni yöntem sayesinde bir kişiye ait genetik bilginin aynı soydan olan kişilerin, ölmüş olan atalarının belirlenmesi, hatta nesli yok olmuş insan türlerinin tespit edilmesinde bile kullanılabileceğini’ belirtti.

Shriver ve ekibi, ABD, Brezilya ve Yeşil Burun Adaları’nda yaşayan ve Batı Afrika ile Avrupa kökenli olan 592 kişinin yüzlerine ait 3D analiz gerçekleştirdi. 

Elde edilen tüm görüntülerden, tüm yüz hatları ortamala olan ‘ortalama surat’ elde edildi.


Üç gen havuzu tüm ipuçlarını veriyor

Araştırmacılar, DNA ile tespit edilmesi kolay olan göz ve ten renginin ötesinde, tanımlanması oldukça zor olan gözler arasındaki mesafe, burnun genişliği ve dudak üstü ile burun altı arasındaki oyuğun şekli gibi detayları belirlemeyi amaçladıklarını belirtti. 

Göze fazla çarpmayan detayları belirleyen genleri tespit etmenin de zor olduğunu belirten Shriver, insan karakteri ve görünümü belirleyen gen sayısının 24 bin civarında olduğunu belirtti.

Araştırmacılar, deneylerinde kendilerine görünüm hakkında bilgi verecek üç ana gen grubu seçti. İlk ikisi kişinin kadın veya erkek olduğuna, üçüncüsü ise kökenini, yani soyuna işaret eden gen olarak seçildi. Deneklerden elde edilen görüntüler arasında yapılan karşılaştırmalar, Avrupa ve Afrika kökenli insanlar arasındaki farklılığın dudak ve burunda; cinsiyetler arasındaki farkların ise gözler, yanaklar ve burnun şeklinden anlaşılabileceğini gösterdi.

Üçüncü kategori gen havuzunu, insanların yüz hatlarında değişime neden olan Jackson-Weiss sendoromu gibi hastalıklardan seçen araştırmacılar, genom izlerini takip edebilmek için 24 farklı coğrafi yer tespit etti. Üç gen havuzu kullanılarak, tüm deneklere ait yüz hatları genel olarak oluşturabildi.

Araştırmacılar, elde edilen başarıya rağmen bilgisayar ortamında oluşturulan görüntülerin kişinin yüzünü eksiksiz olarak oluşturamadığını belirtti. En büyük nedenlerden biri, burnun şeklini değiştiren iklim gibi çevre faktörleri olarak belirtildi. Shriver, gelecekteki araştırmalar için zemin kuran çalışmalarının, daha fazla genin araştırılmasıyla devam edeceğini belirtti.

6 Haziran 2018 Çarşamba

Altın ve ölümsüzlük.


Hint Simyası

Sarı toz veya kütle:Altın ..."Altın Ölümsüzlüktür". Brahmana kutsal kitaplarından bu alıntı Hint simyagerlerin görüşlerini betimliyor. Aynı altının zamanla yıpranmadığı ve parlaklığını yitirmediği gibi, insan bedeni de mükemmel ve değişimsiz bir duruma geçebilir. Hint simyada bu simyagerlerin sanatı anlamına gelen rasayana "rasa (özler) yolu ile" başarılır. 
....

Bu felsefelere göre, varolan her şey esas bir kaynak veya özün zuhurudur (vyapana ve srsti) ve belirli bir zamandan sonra geldiği kaynak ve özle tekrar özdeşleşecektir.
....

Akaşa (eter) da tekabül eden duyu ve duyusal kalitesi ile birlikte hava, ateş, su ve toprağa doğru dağılır. İnsan, tezahür etmiş dünyanın bu kaba (sthula) elementleri esas ince (suksma) ve mükemmel durumlarına dönüşüm işlevi (samskaras) ile geri getirebilir. 
....

Kundalini yogada, yogin nefsini kıran riyazetleriyle kendi tohumunu içsel dişi kundalini yılanının aracılığıyla altı çakrayı delip geçmesini sağlar. Kundalini her bir çakrayı nüfuz ettikçe, üretilen ısı tohumu (meni) kafatasında mevcut en yüksek çakrada (sahasrãra) ambrosia'ya, yani ilahi sıvıya (amrita) dönüştürür. 
Bundan sonra kundalini sahasrãra'nın (erkeksi) dolunayı ile birleşir ve orada biriken amrita bedene inip zindeleştirir, gençleştirir ve onu ölümsüz kılar.

Hurma ve DMT


Mucize tatlı hurma.

Ramazan da hepimizin sofralarında eksik olmayan mucize tatlı hurma..Hurma icin Adem'in kizkardesi demisti Ibni Arabi hazretleri
Bunu Futuhat-i Mekkiyyesinde Adem'in (insanin) yaratilisindan sonra artan camurdan hurmanin yaratildigini ve ardindan gizlilikte susam tanesi kadar bir parca kaldigini ve buna yerlerin goklerin herseyin sığdığını anlatmisti
Sende var olan her sey ve ihtiyacin olan her sey hurmada gizlidir
Vitamin mineral
Ama bir hormon var icinde
Insanda da olan pek kiymetli bir hormon
Ayni zamanda susam tanesi ile epifiz bezine isaret edildigini soylemistik
Mubarek Ramazan ayi heryer hurma dolu
Al, buzluguna at her daim evinde bulundur ve sunnete uyarak 3 tane ye
Cunku hurma iceriginde melatonin barindirir
Melatonin epifize talamusa seratonine uyaricidir ve DMT hormonunu tetikler
Epifizin kirecini de soker
Acligin pesinde daha da kiymetlidir
Hizlidir
Ikinci beyin yani bagirsaklarin bosken birak tum sinir sistemini de uyarsin
Bos lavaboya doktugun kostik gibi dusun dolu lavaboda ise yarar mi?
Ayrica hadis uzere anne sutunu artirir
Nasil artirir
Yineliyoruz talamusu uyarir
Talamusta hersey var anlatmistik detaylara girdikce devam edecegiz insAllah
Simdi Hz. ResulAllah'in (sav) fakirlikten degil ilminden 3 hurma ile oruc actigini anlamis oldun
Inanma fakirligi oven bilmislerin anlatimlarina
Sen ilmin pesine kos hikmeti ara
Anlamiyorsan da o soyluyorsa dogrudur de sunnete uymak gerekir.

Yaşayan soğuk ölüm.

Hayalleri vardı küçüklüğünden bu yana yapmak istediği..İyi bir insan olmak ve bütün canlılara yardım etmek.Dünyayı bilgilendirecekti hepimiz biriz kıymayın bize diye .Ama olmadı çok uğraştı bütün hayatı insan olmak üzereydi.Yılların vermiş olduğu yıpratılmışlığı kaldıramıyordu artık genç vücudu yorgundu.Kaç zamandır doğru düzgün beslenemiyordu.En son bir çöpten artık yemekleri paylaşmıştı sokakta yaşayan dört ayaklı canlarla.Hayallerinden asla taviz vermedi.Bütün kainat onun kardeşiydi.Öyle bakınca çok mutlu oluyordu.Tinerciler tarafından çok dayak yemesine rağmen onları affetmişti.Sakin bir  yerde dinlenip yaralarım iyileşir diye günlerce orda kalırdı.Genç adam banka doğru yürüdü uyumak istiyordu. Bankın boyası atmış, tahtaları çürümeye yüz tutmuştu. Kim bilir kimler oturmuştu bu bankta. Mutlu insanların yüreklere sığmayan sevinçlerine de şahit olmuştu; yaralı, kırık gönüllerin inleyen üzüntülerine de. İnsanlığın mahkum edilerek idam edildiği garip bir zamanda evsizlere ev, sokakta kalmış gariplere yatak olmuştu. (Soğuk)

Yorgundu, bitkindi genç adam. Şimdi ona dünyadaki en güzel şey nedir diye sorsalar oturacak, sırtını dayayacak bir yer olsun da nasıl olursa olsun derdi elbet. Bank’a kendini bir boşluğa bırakır gibi bıraktı. Bank buz gibi hatta ondan daha soğuk geldi üşüyen, yorgun bedenine. Ayakkabılarını bir yastık gibi başının altına koydu. Dizlerini olabildiğince karnına çekti. Kollarını bir kelepçe gibi birbirine bağladı. Yırtık, eski püskü ceketine sımsıkı büründü. Bedeni tıpkı anne karnındaki cenin konumumu almıştı. Anne karnı; güven, sevgi, sıcaklık… Sokaklar; korku dolu, soğuk ve acımasız…

Sonra başını göklere dikti. Gökyüzü cam gibi pürüzsüz ve ışıl ışıldı bu gece. Ay, altın bir tepsi gibiydi ve yeryüzünü, gökyüzüne asılmış kocaman bir lamba gibi aydınlatıyordu. Neredeyse bütün yıldızlar sayılabilirdi. İşte şu parıl parıl parıldayan Zühre yıldızı değil miydi? Güzelliği insanları birbirine düşürecek kadar güzel olan Zühre. İnsanlar sıcak evlerinde, yumuşak ve sıcacık yataklarında en derin uykuların koynunda mışıl mışıl uyurken O, üşüyen bedenine inat sımsıcak hayaller kurdu. Yıldızlı ve soğuk bir gecede gözleri ağırlaştı, bedenini hissetmemeye başladı, göz kapakları kapandı ama bir daha açılmadı. Bir daha güneşi, yıldızları göremeyecekti.

Ertesi gün adı, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde ve televizyonların iç burkan haber bültenlerinde duyulacaktı ve kısa bir cümle ile özetlenecekti hayatı: Kimi kimsesi olmayan, sokaklarda yaşayan genç adam, soğuk bir gecede, bir bankın üzerinde sımsıcak hayaller kurarken uykuya daldı ama bir daha uyanamadı. Sıcak evlerinde, rahat koltuklarında oturan insanlar, “Vah vah, yazık!” diyerek vicdanlarını rahatlatıp bir tuşla başka kanala geçip en sevdiği diziye kaldığı yerden devam edecekti.

5 Haziran 2018 Salı

Yolculuk ve eller.

Kardeşlik başka bir olaydır.O hem düşmanındır hemde en yakının.Bazen birinin yaşaması için kendini feda edendir kardeşlik.İşte buna benzer bir olay;On beşinci yüzyılın başlarında, Nurnberg yakınlarında oldukça fakir bir aile yaşardı. On sekiz çocuklu ailenin reisi oldukça mütevazı kazancını çocuklarına yetirmek için günde on sekiz saate yakın çalışırdı. Gerektiğinde konu komşudan yardım da gelirdi. 

On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye bir hayâli büyütürlerdi. Her ikisi de usta bir ressam olmak istiyordu; ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. 

Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar aldılar. Yazı tura atmaya karar verdiler. Yazı turada kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Sonra da kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda, ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak diğer kardeşi okutacaktı. 

Bir sabah fısıltılı dualar eşliğinde yazı tura attılar. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nurnberg'deki sanat akademisinin yolunu tuttu. 
Albert ise maden ocağının yolunu tuttu. Dört yıl boyunca kardeşine para gönderdi. 

Albrecht'in karakalem ve yağlıboya resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırmıştı. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazandı. 

Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemekteydi. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalktı, kardeşi Albert'in elinden tutup kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlattı. 
Albrecht, Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmişti. Sonra sözlerini şöyle tamamladı: 

''Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Şimdi Nurnberg'e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin. Masraflarını ben karşılayacağım." 

Herkesin gözü Albert'e döndü. Albert, oldukça solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını "hayır, hayır!" anlamında sağa sola sallıyordu. Albert, sonunda kalktı ve gözyaşlarını sildi. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirdi gözlerini. İki elini de sağ yanağına yapıştırıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı: 

"Hayır, kardeşim. Nurnberg'e gidemem. Benim için artık çok geç. Dört yıllık maden işçiliği ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrıları da başladı. Bir bardağı bile zor tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki?.. Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır... Benim için artık çok geç." 

Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Durer'in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Durer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Durer'le eşleştirildi; hatta Durer'den daha çok bilinir oldu. 

Albrecht Durer, kardeşi Albert'in kendisi için gösterdiği feragati resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşçasına açıktı. Durer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi. Fakat insanlar, böylesine açık avuçlara ve göğe yönelmiş parmaklara her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldurdular. 

Bozuk para yere düştüğünde, Albrecht'in sanatçı olma duası, Albert'in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası kabul edilmişti. Durer'in "Eller"i, böylece, "Dua Eden Eller" olarak anıldı


Suyla gelen sağlık.

İRANLI DR.FERİDUN BATMANGHELİDJ(su buluşuyla şöhret bulan doktor) 
..
SADECE SU İLE ÜLSER TEDAVİSİ(Bağırsak,şişkinlik,gaz,on iki parmak bağırsak ülseri,gastrit ve reflüyü suyla konrol altına almak mümkündür)
..
İranlı hekim Dr. Feridun Batmanghelidj, suyun hastalıklara iyi geldiğini, insanı iyileştirdiğini hapishanede öğrenmiş. 
Bunu şu şekilde anlatıyor:
“1979’da, İran Devrimi patladığında, ben siyasi bir tutuklu olarak hapiste bulunuyordum.
Bir gün, koğuşta, mahkûmlardan birinin, koridorda, iki büklüm olmuş vaziyette, inanılmaz mide sancılarıyla kıvrandığını gördüm. 
Beni görünce ızdıraplı bir sesle “Ülserim beni öldürüyor” diye seslendi. “İyileşmek için ne yaptın?” diye sordum.
'‘Üç adet Tagamet ve bir şişe dolusu antiasit aldım ama bana mısın, demedi’ diye cevap verdi.”
İKİ BARDAK SU
Dr. Feridun Batmanghelidj, 10 saatten beri bu şekilde ızdırap içinde sancı çeken hasta mahkûma, gayri ihtiyari müdahale eder ve ölmek üzere olduğunu düşündüğü adama iki bardak su içirir. 
Fakat ne görsün, adam çok geçmeden kıvranmaktan kurtulur. 
Ağrı 8 dakika içinde geçiyor. 
Daha sonra hastası 3 saatte bir 500 mL (1 küçük pet şişe ya da 2 büyük su bardağı) su içmeye devam ediyor. 
Akut dönem geçtikten sonra hastaya yemekten yarım saat önce 250mL yemekten 2.5 saat sonra 250mL ve aralarda istediği kadar su içmesini öneriyor.
.....
YEMEKTE SU YOK
Yemeklerde su vermiyor.Bu uygulamayı sürüdürüyor ve hasta iyileşiyor.
Yıllarca mide ağrısı çekmiyor.
O günden sonra Dr. Batmanghelidj, suyun şifa verici etkisi üzerine çalışmalarını yoğunlaştırma kararı alır. 
..
3000 ÜLSER HASTASI 
SADECE SU İLE İYİLEŞTİ
Cezaevinde kaldığı 2,5 yıl içerisinde, yaklaşık 3 bin peptik ülser hastası tutuklu ve hükümlüyü iyileştirir.
Tabi ki ilaç olarak yalnızca su kullanmıştır!
..
LÜTFEN BENİ HAPİSTEN ÇIKARMAYIN
Hapse girdiğinden bir yıl sonra ilk duruşmaya çıktığında hâkime;
insan sağlığı için çok önemli bir buluş yaptığını, yaptığı bu buluşun İran ve Batı tıp dergilerinde yayınlanması için bir makale yazdığını söylüyor. 
İdam edilmeden önce bu yazıyı kendisine teslim etmek istiyor.
Hâkim duygulanıyor ve cezasını 3 yıla indiriyor.
..
2,5 yıl kadar sonra tahliye vakti geldiğinde,
“Lütfen izin verin, ben bir müddet daha burada tutuklu kalmak istiyorum, zira araştırmalarımın en önemli evresine girmiş bulunmaktayım ve bu kadar çok hastayı, dünyanın hiçbir yerinde bu koşullarda bulamam” diyerek, hapishane müdürüne ricada bulunur.
...
GÖNÜLLÜ MAHKUM
Böylece Batmanghelidj, bir müddet daha gönüllü olarak hapis yatar ve çalışmalarını sürdürür. 
Hapiste iken keşfinin ilk duyurusunu Iranian Medical Association'da yayınlatır.
Tebliğinin bir tercümesini de “The Journal of Clinical Gastroenterology,
1983 Haziran sayısında misafir editör olarak yayınlatır. 
Bugün, bütün dünyaya sesini duyurabilmiş ve ekol oluşturmuştur.
...
BIOSAAT
Dr. Feridun Batmanghelidj ,insanın doğal olarak bir bıolojik saati olduğunu tespit eder.
Yemeklerde su içildiği zaman mide pH 'ının yükseldiğini tespit ederek yemekte kesinlikle su içilmemesini söylüyor.
Midenin yemek esnasındaki pH 'ı 1.5
Suyun pH 'ı ise 6-7 ..
Yemeklerde su içilirse pH yükselecek ve kimyasal sindirim yavaşlayacaktır.
Sindirim yavaşlayınca besinler midede daha uzun süre kalacaktır.
Besinler suyunda etkisiyle iyice şişecektir.Midede şişkinlik nedeni budur.
Midenin salgıladığı pH 'ı 1.5 olan asitler , bu şişkinlikle yukarı doğru basınç yapacaktır.
Mide kapağını zorlayarak yemek borusuna kaçış olacaktır.
Yemek borusu mide duvarı gibi kalın ve dayanıklı değildir ve çok hassastır.
Yukarıya kaçan bu asitler yemek borusunu tahriş ederler ve yangı başlar.
Bu reflüdür.
Bu asitler daha yukarıya çıkarak boğazıda tahriş ederler ve yutkunma zorlukları başlar.
..
Bilinen yanlışlık mide çok asitlidir.
Bunun için antiasidler kullanılmalıdır.
Antiasidler sindirimi yavaşlatmaktan başka bir işe yaramaz
ve reflüyü tedavi etmez. 
Dr. Feridun Batmanghelidj bu basit ama köklü çözümü bulunca su ile reflü tedavisi olumlu sonuçlar vermiştir.
******
Midedeki besinler kimyasal sindirimden sonra oniki parmak bağırsağına geçerler,
Oniki parmak bağırsağını pH ''ı ise 9 'dur.
Alkalidir ortam...
Pankreas bu sırada devreye girer ve bıkarbonat salgılar,besinleri alkali yaparak ortamı uygun hale getirir.
Eğer midede besinler uzun süre kalırlarsa yukarı olduğu gibi aşağıya doğruda basınç uygularlar ve pH 1.5 olan asit oniki parmak bağırsağına besinlerden önce geçerek burasını tahriş eder.
Buda oniki parmak bağırsak ülseridir..
******Bu yazıya benim ekleyeceğim not şudur.
Besinler midede çok hızlı bir şekilde sindirilmelidir.
Özellikle kimyasal sindirim bir fermentasyondur.
Besinlerin kimyasal olarak çürütülmesidir.
Bunun için yemeklerde mutlaka fermente ürünler tüketilmelidir.
Yemeklerde Yoğurt.. ,Probiyotik Yoğurt ....;Kefir.... ,Turşu.... ,Sirke.. ,Şalgam suyu eksik olmamalıdır. 
👋👋👋👋👋👋👋👋👋👋👋
SEVGİ VE SELAMLAR !YUKARIDAKİ NASIHATLARI YABANA ATMAYIN. BU KONUDA ÇOK İNSANIN DERDİ VAR. SU İÇMEYİ BİLMEK LAZIM.

Bir damla ile okyanusun arasındaki fark.

Ne güzel bir iltifat bu böyle..Bir adam kötü yoldan para kazanıp, bununla kendisine bir inek satın alır. Ancak bir süre sonra, yaptıklarından pişman olur. Günaha girdiğini düşünür ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için, ineği Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda, fakirin fukaranın karnını doyuran, aşevi olarak hizmet veriyordu. Artık iyi bir insan olmak isteyen adam, içinde bulunduğu durumu, vicdan azabı ile Hacı Bektaş-ı Veli’ye anlatır ve ineği bağışlamak istediğini söyler.

Hacı Bektaşi-ı Veli,”Kirli işlerden kazanılmış parayla alınan bu inek helal değil” diyerek bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana’ya anlatır. Celâleddîn-i Rûmî ise bu hediyeyi kabul eder. İki farklı tavır karşısında şaşıran adam aynı şeyi Hacı Bektaşi Veli’ye de anlattığını ama onun ineği kabul etmediğini söyler ve Celâleddîn-i Rûmî’ye bunun sebebini sorar.

Celâleddîn-i Rûmî Şöyle Konuşur:

”Biz bir karga isek Hacı Bektaş-ı Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz, ama o kabul etmeyebilir”

Adam bu yanıta çok şaşırır. Kalkar Hacı Bektaş-ı dergâhına tekrar gider. Hacı Bektaş-ı Veli’ye durumu anlatır. Celâleddîn-i Rûmî ’nin kurbanı kabul ettiğini söyleyip, bunun sebebini bir de Hacı Bektaş-ı Veli’ye sorar.

Hacı Bektaş-ı Veli de Şöyle Cevap Verir:

”Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise, Celâleddîn-i Rûmî’nin gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir, ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir”.

4 Haziran 2018 Pazartesi

Hayvan dediğimiz aslında başka frekansta titreşen dört ayaklı canlar.

Zihin ne kadar sakinse bakış ve görüş açılarıda o kadar durgun olur.Zihin sakinliği çok önemli.Zihin herhangi bir şeye odaklandığında düşünceler duruyor. Zihin aslında yaratmıyor sadece yok ediyor. Doğada yapraklar düşer, ağaç büyür ve ona iyi baktıkça gelişir, yaş alır. Ağaçlar yaşlanmazlar ya da ölmezler. Doğada savaş yok sadece barış var çünkü bitkilerin zihni yok. Gül karanfil olmak için çaba harcamıyor. Kediler havlamak için bir çaba içinde değiller. Bitkilerin bilinci vardır fakat hareket etmezler. Hayvanların bilinci vardır ancak zihinleri var mıdır? Şartlanma ve öğrenme kabiliyetleri olması, hafızalarının mevcudiyeti zihnin olduğuna işaret ediyor. Demek ki zihinleri varsa bile onu kullanmıyorlar. Hayvanlar hareket halinde bu zamana bağlı olduklarına alamettir. Zaman iki hareket arasındaki ölçüm sürecidir. Bu hayvanı fani yapıyor fakat bitkiler için bu söz konusu değil. Doğayı katleden, bitki ve çiçekleri öldüren insanlar.

Hayvanların zihni var ve kullanmıyorlar veya zihinlerini boş tutabiliyorlar. Ta ki insan bir şey öğrettiğini zannederek hayvanı şartlayıp, bilgiyi zihnine koyana kadar devam edebiliyor. Zihin boş olduğunda sezgiler ortaya çıkar. Hayvanların sezgilerinin güçlü olması zihinlerinin boş olduğuna dair bir alamet değil midir?

Ölüm zihinseldir yaşlanmak da. Bunlar zihnin yaratımı olduğundan zihni devre dışı bırakabilmekle ölümsüzlük hali yakalanabilir mi acaba? Hayvanlar zihinlerini kullanmıyorlarsa neden halen ölüyorlar? Onları öldüren insanların zihni midir? Her hayvanın kaç sene yaşayacağına dair tespitler varsa ve insan bundan haberdarsa, yaklaşık yaşam sürecini bildiğinden sarf ettiği sözlerle hayvanın yaşam sürecini de bir şekilde tayin mi ediyor?

Olumsuzluk, çirkinlik ve kötülük zihinden gelir; tam zıtları ise bilinçten… Başlatan bilinçken sonlandıran zihindir. Bilinçşimdide algıla ve sonra bırakır. Ardından devreye zihin girer. Bilinç devre dışı kaldığında zihin işe devam ediyor. Zihningörevi düşünmek veya düşünce üretmektir. Bizler düşünmek istiyor muyuz? Gerçekten zihnimizi meşgul tutmak bize iyi geliyor mu? Yoksa boş kalsa ne olur diye korkular mı var? Zihni boşaltmak bilinçli bir şekilde kolay değilken zihnin olur olmaz şeylerle dolmasına izin vermek de bilinçsizce olabiliyor. Biz kendimiz zihnimize hükmedemezsek zihnimizi kim yönetecek veya yönlendirecek? Başıboş bırakmaya gelmez. Çünkü bu sefer zihin olumsuz düşünce üretmeye devam edecek ve zamanla bunu arttıracaktır.

Algılamak bilinçli mi yapılıyor? Algıda seçicilik diye bir kavram varsa demek ki algıladıklarımı seçmek gibi bir lüksüm var. Bunun farkında olmak ve bunu istediğim şekilde kullanmak potansiyelim de var. Bilinçli olarak kullanmadığım takdirde, farkında olmadan, pek çok şeyi bilinçaltıma kayıt olmasına izin veririm. Bilinçaltım da uyurken rüya formunda bunları bana gösterebilir ve sonra bunları hatırlayan ben bu olumsuzlukları bilinçli bir ortama zihnime geri getirebilirim. Hangi şeyden neden etkilendiğimi fark etmeden bunları kendime yaşatır hale gelirim. ‘Allah Allah bu düşünceler de aklıma nereden geliyor’ diye sormak durumunda olduğu gibi…

İşte öyle bir şey.

Her şey olduğu gibi olmakta. “Evrensel plan.” yeni nesil farkındalık ustalarının diline pelesenk olmuş durumda. Bu plana göre, bize biçilen roller arasında zamanın kavramsal karmaşası içinde yer alan zihin beden ikilisinin yaşadığı her şeyin organize bir şekilde ilerlediği ve insanlığın da bu iki deli (zihin-beden) arasında kalarak, gerçek yolunu bulamadığı şeklinde felsefik sözler söyleyip, aşramlarında yoksulluktan ve acıdan uzak hayat yolculuğuna devam etmekte.

İnsan hayatını kaotik bir yolculuk olarak tanımlayan ve yaşanan her duyguyu da kendi bilgelikleri ile çözeceğini iddia eden bu yükselen gurular günün sonunda kendi acısıyla ve başarısızlığı ile ortaya dökülmüş yüzlerce belki de binlerce enkaz yaratmakta. Başarmaya yüz tutanlar da daha çok mürit ilişkisi başlıyor. Ne gariptir ki binlerce yıldır yolculuk hikayeleri anlatılır ve insanlar binlerce yıldır aynı hataları yapmaya devam ederek hem bu tarz insanları besler hem de onlar üzerinden dinler üretir durur.

Anne ve babasından yeterince destek görmemiş, baskı ve eziyet görmüş, onaylanmamış, sevilmek için sürekli vermek zorunda kalmış, değersizlik duygusu ile boşlukta kaybolmuş ve gerçek duygusunu içe bastırmış olan ve arayışa giren bu insanlar kendi varlıklarını anlamlı hissettirecek cümleler kuran ama bu cümlelerin yanından bile geçemeyen bu insanlara tapmayı ve onları ilahi bir yere taşımaları, kendi gerçekliğini fark edememiş olmalarından kaynaklanabilir mi? Siyasetçilerin yaptığı dil oyunları ile bu efendiler de bu insanları kullanmıyor mu sizce? Birçok efendinin sohbetini izleyin sosyal medyadan, yerli yabancı hepsi boş hatta bomboş konuşuyor. İnsanlar bir şeylerin etkisi altında bu sohbetleri pür dikkat izliyor. Hayatımızı, bilgeliğine inanıp yönlendirmeye kalktığımız bu insanların ne derecede dürüst olduğunu da buradan yola çıkarak görebilirsiniz

Dünyada başkasının iyiliği için yola çıkan İnsan sayısı çok fazla ama onlar sorumluluk alıyor ve mürit yaratmıyor kendine. Gerçeklik de bu değil midir? Yolda olana bir el feneri verirsin ve çok istiyorsa bir harita bırakırsın kendi yoluna. Tapınak gibi mekanlar inşa edip onlarca ve yüzlerce insanı oraya çekip “Mutluluk içimizde” demek ne kadar özgürlükse. Bütün bunları görüp, ışığı yaktım seni görüyorum demek de o kadar özgürlük olmalı.

Kaba tabirle biraz sosyoloji ve felsefe tarihi okursanız ve yanında da sanayileşme ve kapitalizm hakkında ki yakın dönem gelişmelere bakarsanız, tüm bunların sistematik bir oyun olduğunu anlayacaksınız. Çünkü sistem; sizin neye nasıl inanmanız gerektiğini siz farkında bile olmadan öğretmenin binlerce yolunu bulmuş ve bunu da her gün geliştirerek uyguluyor. Eğitim sistemini, dini inanış kalıplarını, yaşam formunu ve daha birçok şeyi sistematik bir şekilde yeniden yapılandırıyor. Tanıdığınız bir guru ya da kişisel gelişim üstadı var mı? Sömürüden, emekten, çocuk tecavüzlerinden, kadınlara uygulanan şiddetten, dünyayı kirleten sistemden bahsedip onu düzeltmek için mücadele eden, insanlara akıl veren ve yönlendiren.

Ah şunu duyabiliyorum, bunlar illüzyon ve ikilik, senin aynan çatlamış onu düzelt diye ama bunu okuyup bu cümleye kadar inen siz de şimdi bununla yüzleştiğiniz için, sizin de aynanız çatlamış ve illüzyon perdeniz aralanmış olabilir.

Haydi biraz dürüst olalım kendimize, bizi gerçekten değerli hissettirecek olan şey birine bağlı olmak mıdır yoksa özgürce kendi benliğimizi yaşamak mıdır?

Kusurunu apaçık gördüğünüz birini göz göre göre nasıl görmezden gelip, sizi onaylamasını beklersiniz ve onun bir cümlesi ile kendinizi anlamlı hissedersiniz?

Siz bu kadar değerli ve özel iken nasıl olur da başkalarının hikayesinde kendi anlamanızı arar durursunuz?

Bilinçaltı ve sonsuzluk.

Sonsuzluk denizi:Bilinçaltı.Sonsuzluğun içerisinde, bilgiye dayalı bir sınır vardır. Ne kadar çok şey bilirsek, o kadar sınırsız oluruz. Bilinçaltındaki, sınırsız seçeneklere ulaşmak için, saf halimizde kalmak yeterlidir. Saf halimizde kalmak, anlam ve değer olarak tespit yapmaktır. Saf olmayan hallerimiz, güvensizlik ve yetersizlik içerir. Güvenli ve yeterli bulduğumuz tespitlere, hemen inanırız. Aslında bu durumda bir önyargı olabilir. Önyargı olmadığını, tecrübelerimiz ile değerlendirme ve sağlama yaptığımız zaman anlarız. Bir bilgiyi tamamen araştırmadan, karar verme ve üretme aşamasına geçmemeliyiz. Zihnimizde oluşan karışıklıklara odaklanmamıza hiç gerek yok. Bu karışıklık, otomatik olarak gelişim planı yapan, bilinçaltımızın işidir. Bizim günlük hayatımız içerisindeki olaylar ile baş etmek için, düşünmekten ziyade, plan yapmaya ihtiyacımız vardır.

Bilinçaltı, bizim normal bilincimiz ile düşündüğümüz yöntemden daha gelişmiş bir şekilde, sınırsız eylem planı üretir. İleri düşünce tekniği ile sınırsız seçeneklere ulaşmak için, içinde bulunmuş olduğumuz durumu ve olayların gelişim sürecini fark etmemiz gerekiyor. Kendi bakış açımızı, olayların gelişimine göre ayarlamamız ve plan yapmamız gerekiyor. Kendimize güvenebilmek için, tecrübelerimizi doğru bir yöntem ile geliştirmiş olmalıyız. Tecrübelerimiz, doğru karar vermeyi sağlamıyorsa, bir eksiklik ve yetersizlik vardır. Genel olarak, herkesin hataya düşebildiği yöntem, bir konuya ya da olaya odaklanmaktır. Bir bilgiye, bir anlama, bir oluşa veya bir duyguya odaklanmak, kararsız bir duruma düşmemize neden olur. İnsanın en iyi öğrenme hali, saf hali ile merak etmesidir. İçinde bulunmuş olduğumuz, olumsuz duygular ve şartlar yüzünden, dikkatimizi toparlayamamamızın nedeni, baskı yaratan tehditler yüzündendir. Şaşkınlık ve korku, sadece zihinsel olarak değil, fiziksel olarak da baskı yaratır. Sinir sisteminin gerilmesi yüzünden, kendimizi iyi hissettiğimiz bir yere veya anıya odaklanırız. İleri düşünce tekniği ile hareket edebilmemiz için, bu olumsuz baskılardan kurtulmamız gerekir. Kendi ruh halimizi fark edebiliyor olmak, kendimizi yönlendirebilmemize olanak sağlar. Olumsuz duygularımızın bizi yöneltmesine izin verirsek, kendi iç dünyamıza saklanırız ya da güvenli bir yere kaçmak için plan yaparız.

Her türlü etki altında, öğrendiğimiz tecrübeleri uygulayabilmek için, tecrübelerimizin bize yeterlilik ve güven duygusu vermesi gerekir. Anlama ve öğrenme halinde iken, olumsuz etkilerde takılıyorsak, tecrübelerimiz ve alışkanlıklarımız, bizim için yeterli ve güvenli değildir. Bir tecrübe edinmek, bir alışkanlık kazanmak ve yeni bir şey öğrenmek, ilk başta yararsız gibi görünse de, ileride karşılaşacağımız bir durumun kurtarıcısı olabilir. Ne kadar çok şey öğrenirsek, o kadar çok kafamız karışmaz. Yüz tane bilgide sonsuz denklem üretir, milyarlarca bilgide sonsuz denklem üretir. Aralarındaki fark ise, az bilgi ile yetersiz kalmamız; çok bilgi ile harekete geçmemizdir. Eski çağlardaki insanlar, düşüncelerinin yavaşlaması için, Tanrı’ya dua ediyorlarmış. Az bilgi ile sonsuz seçenek oluşabiliyor ama kararsızlık ve yetersizlik başlıyor. Ne kadar çok öğrenirsek, o kadar çok rahat ve huzurlu bir şekilde karar verebiliriz.

Olaylar ile karşı karşıya geldiğimiz zaman, kendi tecrübelerimizin yeterliliğine göre karar veriyoruz. Bu yüzden vermiş olduğumuz kararlarda, sorumluluk tamamen bizim öğrenme sürecimizdeki alt yapıdan kaynaklanıyor. Doğru öğrenme alt yapısını, kendimiz oluşturamaz isek, rastgele yaşayan bir canlıdan farkımız kalmaz. Bugünü istediğimiz gibi yaşayamıyorsak, geçmişimizde bilinçaltımıza kodlanmış tecrübelerimize odaklı olan, standart seçeneklerimiz ile düşündüğümüz için, sınırlı eylem planları üretiyoruzdur. Buna, sınırlı sonsuzluk diyebiliriz. Geçmişe bakıp, hatalarımızı düzeltmek yerine, bugüne bakıp doğru alışkanlıklar kazanmaya başlarsak, istediğimiz gibi yaşayabileceğimiz bir gelecek kurabiliriz. İnanmak ile karar vermek arasında, çelişkiler oluşturduğumuz sürece, standart seçenekler arasında yeterlilik ve kararlılık oluşturamayız. Bir karar vererek harekete geçtiğimiz zaman, bilinçaltının 6 saniye önce komut gönderdiği, bilimsel olarak ispatlanmıştır.

Bilinçaltına, inandığımız, deneyimlediğimiz, tecrübe ettiğimiz, analiz yaparak karar verdiğimiz, bilgi oluşumu, kümeler halinde kodlanır. Bilinçaltımız, beyin aktivitemizde olan belli yönlerimizin, isteklerimizin ve eğilimlerimizin farkındadır. Bir öğrenme formülü ile kodlanmış, eski tecrübeyi taşıyan bilgiler, kümeler halinde bilinçaltında dolaşırken, üst bilinç ile yeni analiz edilen bilgiler, bilinçaltındaki tecrübenin öğrenme formülüne uygun şartların oluşmasını bekler. Öğrenme formülünün, saf ve merak içerisinde olması, olumsuz duygu ve şartları aşması gerekiyor. Olumsuzluklar içerisinde iyi ve kötü her şeyi yapabilecek bir hale düşerken, sabırlı olup, olumlu bir hale dönmek, sadece yanlışlık ve kötülük yapmamızı engeller.

3 Haziran 2018 Pazar

Deli ressam.

Salvador DALİ
Boyut atlamış Sürrealist bir ressam olan Salvador Dali, 11 Mayıs 1904 tarihinde, İspanya’nın Katalonya bölgesinde dünyaya geldi. Tam adı Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí i Domènech’tir. Babası Salvador Dalí i Cusí ile annesi Felipa Domenech Ferres’in bir çocukları doğmuş, fakat Dali’nin doğumundan 9 ay önce ölmüştür. İlk çocuğun çok küçük yaşlarda ölmesini kabullenemeyen aile , ikinci çocukları Salvador’a abisinin ismini vermişlerdir. Dali’nin yanında sürekli abisinden bahsetmişler ve sık sık mezar ziyaretine gitmişler, bundan dolayıdır ki Dali‘nin küçük yaşlardan itibaren kişilik problemi ardından benlik duygusunda karmaşa yaşayarak, abisinin gölgesini hala hayatta hissetmesine sebep olmuşlardır. Dali, geçirdiği histeri krizleri ve teatral hareketler ile ilgi çekmeye çalışıyor, gittikçe despot bir hale bürünerek ailenin tek erkek çocuğu olmanın da etkisiyle şımarık bir kişilik göstermeye başlıyordu. Küçük Dali’nin yaşadığı bu travmalar onun karakterinin şekillenmesinde şüphesiz en büyük etkenlerden biri olmuştur
Daha sonra annesi resime olan yeteneğini fark etmiş ve onu resim kursuna yazdırmıştır. İlk çizdiği resim Hasta Çocuk isimli self portre (otoportre) olmuştur. Öğretmeni Juan Núñez iyi bir ressamdır ve ondan karakalem çalışmayı öğrenmiştir. Ardından empresyonist ve realistleri tanımış, Kübizmi keşfetmiştir. 15 yaşına geldiğinde ilk resim sergisini açmış, 1920’li yılların başında Madrid San Fernando Akademisi’ne başlamış ancak anarşist hareketlerinden dolayı okuldan atılmıştır.
1921 yılının şubat ayında çok sevdiği annesini meme kanserinden dolayı kaybetmiş ve ölümünün ardından şu sözleri söylemiştir. ‘’Hayatımdaki en büyük darbeydi. Ona tapıyordum. Ruhumun kaçınılmaz yanlışlarını, görünmez kılabilmesine daima güvendiğim bir varlığın yok olmasını kabullenemiyorum.’’
1923’te anarşişt tutumları yüzünden bir süre Girona’da tutuklu kalmıştır. Daha sonra tekrar okula kabul edilmiş fakat 1926 ‘da tamamen ayrılmıştır.
İlk kişisel dergisini Barcelona’da açan Dali, Paris’e gidip çok sevdiği Pablo Picasso ile tanışma fırsatı bulmuştur. Yaptığı resimlerin her zaman dikkat çekip eleştirildiği ünlü ressamın, bundan sonraki çalışmalarında Picasso’nun etkisi oldukça fazla görülmüştür. 1929 yılında ‘Bir Endülüs Köpeği’ adlı kısa filmi çekmesiyle şöhret kazanmıştır. O yıllarda yeniden Paris’e gelen Dali, sürreailst akımın önde gelen sanatçılarından André Breton ve Paul Éluard ile tanıştı ve bu tanışmada hayatının aşkı olacak kişi Éluard’ın karısı Gala da bulunuyordu. Tanıştıkları ilk andan itibaren birbirlerinin ilgisini çeken ve tutkulu bir aşk yaşamaya başlayan ikili 1934 yılında evlendiler. Yasak aşk olarak bilinen bu durum aslında Gala ve Éluard’ın açık bir evlilik yaşamasından dolayı Dali’nin ailesi dışında pek de olumsuz karşılanmamıştır.
Aynı yılda Newyork’ta açtığı sergi büyük bir yankı uyandırmıştır.
1936 yılında Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi’nde yaptığı konuşmaya; dalgıç tulumu giyip, elinde bilardo ıstakası tutarak çıktığında bu davranışıyla Dali, hayatı boyunca sadece sanatçılığıyla değil ilginç kişiğiyle de dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyordu.
Faşist bir bir rejimi desteklediğinden, diğer sürrealist sanatçılardan büyük tepkiler almış, bunun üzerine eşi Gala ile birlikte Newyork’a taşınmıştır. Orada Walt Disney ile tanışmış Destino adlı çizgi filmi yapmıştır.1949’da tekrar memleketi olan Katalonya’ya dönmüştür. Eşi Gala, daima yanında olmuş ve onun en büyük dostu, aynı zamanda ilham perisi olmaya devam etmiştir. Dali resimlerinde sürrealizm, dadaizm, kübizm, modernizm gibi akımları kullanırken ressamlığın yanında heykeltraşçılık, filmcilik ve fotoğrafçılıkla da ilgileniyordu. Bunun yanında ilgilendiği bir diğer konu ise bilimdi.
Bundan sonraki dönemlerde Dali; eserlerinde DNA, atomik çözünme, hiperküp gibi bazı bilimsel terimler yer almaya başladı. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima’da yaşanan faciadan etkilenen ünlü ressamın, bilim ve DNA’ya olan merakı artmıştı. ’Nükleer mistisizm’ adını verdiği bu dönemde tuvale boya fırlatma, hologram, optik yanılma gibi tekniklerle ilgileniyordu. DNA yapısı, sanatının ana parçası olmaya başladı.
1962 yılında Barcelona sel felaketinde hayatını kaybeden binlerce kişinin anısına bir tablo yaptı ve “Galacidalacidezoksiribonükleikasid” adını verdiği tabloda bilim ve dini bir arada anlatmaktadır.
Gala : Eşi
El Cid : 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyol kahraman
Deoksiribonükleik asit: DNA’nın açık halidir.
Dali DNA yapısını karısı ile kendisi arasındaki bağa benzetmiş ve bunu “Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, deoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor.” şeklinde dile getirmiştir. 1960 yılında ilk sergisini açtığı Belediye Tiyatrosu yeni ismiyle Dali Tiyatro ve Müzesi olarak restore edildi. Dali, çok sevdiği eşine İspanya’nın Pubol kasabasında bir kale satın almıştı. 1982’ de Gala ölünce eşinin gömüldüğü Pubol Kale’sine yerleşerek insanlardan uzak bir hayat sürmeyi tercih etti. Aynı yıl o dönemin İspanya Kralı olan Juan Carlos, Dali’yi kalenin markisi (soylu) ilan etti. Bu jeste karşı Dali ise krala Avrupa’nın Başı adlı eserini hediye etti. Dali’nin 1983’te yaptığı Serçenin Kuyruğu adlı eser son eseri olacaktı.
1984 yılında kaldığı kalenin yatak odasında yangın çıktı ve Dali bacağından yaralanmıştı. Daha sonra Figueres’e geri dönen Dali, kendi adını taşıyan müzede yaşamaya devam etti. 23 Ocak 1989’da kalp yetmezliği sonucu ölen ünlü ressamın baş ucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitapları bulunmuştur. (Stephan Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka). Sanatçının mezarı, yaşamının son zamanlarını geçirdiği müzenin mahzeninde bulunuyor. Salvador Dali döneminde zevksiz bir soytarı, dine saygısı olmayan bir insan olarak nitelendirilse de eserleri şu an dünyanın en önemli yapıtları arasında yer almaktadır. Işıklar içinde uyu esrarengiz insan!

Nefes ve yaşam.

Yaşamın tadı tuzu senin sarf ettiğin Allah'ın esmalarına bağlı.

Her nefes bir Allah'ın esmasıdır o yüzden İyi seçilmiş kelimeler iyi seçilmiş yiyecekler gibidir ve bize güç verir. Kötü seçilmiş kelimeler ise aslında bizi şikayet ettiğimiz durumun içinde tutar. Bazı durumlarda haklıyızdır ve haklılığımızı vurgulayan kelimelerle cümle kurarız. Tabi biz haklı iken başkaları da haksız olan durumlarda, kimse haksızlığı ile ilgili kelime kullanmadığından pek tabi haksızlık yaptığını da hissetmemektedir. 

Kelimeler hislerimizi ifade eden araçlarımız olduğu gibi bazen hislerimizi de belirleyen araçlardır. Büyük konuşmacıların bizi harekete geçirmek istediklerinde söyledikleri önemli sözleri biliriz ama aynı kelimelerin kendimizi duygusal açıdan harekete geçirmek için kullanılmasına ilişkin kendi gücümüzü bilmeyiz. Güçlü ve olumlu kelimeler bizleri güçlendirerek eyleme geçiren önemli motive araçlarıdır. 

Tabi bazı kelimelerde tüm motivasyonumuzu bozar. Başkalarının ya da kendimizin kullandığı ve motivasyonumuzu, enerjimizi düşüren kelimelerin farkında olmalı ve durumumuzu değiştirmek için önce dilimizi değiştirmeliyiz. Yani o kelimelerden kurtulmalıyız yerine mümkünse güçlendirici kelimeler seçmeliyiz. Kızgınlığımızı bile ifade etmek için "kızgın" yerine; "bozuk" ya da "biraz rahatsız" diyebiliriz.

İnsan her zaman düşündüğü gibi söylemez, yani her düşündüğü şeyi söylemez ama her söylediği şeyi düşünür. Ve durum böyle olunca kullandığınız kelimeler düşünceyi, düşünceler duyguyu, duygular davranışı, davranışlarda kaderinizi tayin ediverirler. 

Kelimelerin bizi biyolojik olarak etkileyebildiğine bir örnek vereyim. Şimdi birkaç kelime kullanacağım ve sonuçta gerçekte dediğim durum oluşmaya başlayacaktır. Limon sarı ekşimsi bir tadı vardır. Sulu sulu bir büyük limonu sıkarsanız aynı zamanda ağzınızda sulanabilir. Yani limon görmediğiniz, sıkmadığınız halde ağzınız şu anda sulanmışsa bunun nedeni o biokimyasal reaksiyonun gerçekleşmesine sebep olan kelimeleri kullanmamdır.

İyi, hoşgörülü, nazik ve ılımlı biçimlerde davranabilmek için işe öncelikle kelimelerimizi ve düşüncelerimizi organize etmekle başlamalıyız. Huzur verici kelimelerle cümle kurduğunuzda tabiî ki huzuru hissetmeye başlarsınız. Zaten olumsuz kelimeler kullanırken olumlu duygular içinde olmayı ummuyorsunuz değil mi? Yani bir şey isterken de kelimeleri seçmeliyiz. Zira siz hiç konuyla ilgisiz, anlamsız kelimeler kullanarak "Beni ez, büz, huzursuzluk ver Allah’ım" gibi dua eden birini gördünüz mü ? 

Hepimiz hemen hemen her zaman birine "Beni sinirlendiriyorsun. Bu davranışın beni kızdırıyor. Canımı sıkıyorsun. Kimse beni dinlemiyor, anlamıyor" gibi aslında içinde tespit ve analiz var gibi görünse de daha çok yargı kokan kelimelerle cümle kurduğunda ne biz ne de karşı taraf kendini iyi hissetmeyecektir.

"Beni sinirlendiriyorsun" yerine: "Ben gerginim ve sakinleştiğimde görüşelim." 

"Bu davranışın beni kızdırıyor" yerine: "Ben şu şekilde davranmanı tercih ederim. Tabi nasıl davranacağın senin seçimin."

"Kimse beni dinlemiyor" yerine. "Beni dinlemeleri için ne yapmalı ve nasıl davranmalıyım?"

"Yağmur var, hava kapalı ve ben çok sıkılıyorum" yerine: "Bugün kendimi iyi hissetmek için ne yapabilirim?" 

Şeklinde kelimelerle cümle kurun ve iyi hissetme sürecinizi başlatın. Zira söylediğiniz gibi düşünüp, hissedecek ve davranacaksınız. Boşuna "Ağzından çıkanı kulağın duysun!" dememişler. Unutmayın düşündüğünüz her şeyi söylemezsiniz ama söylediğiniz her şeyi düşünür ve hissetmeye başlarsınız.

Bir deneme yapalım.. Yarından itibaren size "Nasılsınız?" diye sorduklarında "Ehh işte.. iyi diyelim iyi olsun" yerine: "Harikayım!" deyin bakalım ne olacak? Değişim için şimdi tam zamanı haydi bakalım. Kolay gelsin...

İnsan vicdan ile var olur.

Her canlıda biraz da olsa vicdan vardır.Biz şuurlu bir yapıya olan insanlar içinse bu daha bir önem arz ediyor..Neyse konumuza dönersek,bu sistemin amacı insanı vicdanıyla tanıştırmaktır. Vicdan, her normal insanda belirli bir niteliğe sahiptir. O, şuurlulukla aynı nitelikte ama gerçekten de farklı bir ifadedir, sadece şu farkla ki, şuurluluk daha çok entelektüel yanımız üzerinde; vicdan ise daha çok ahlâkî (yani duygusal) yanımız üzerinde işlev görür. Vicdan insanın, kendi ölçüleri içinde neyin iyi, neyin kötü olduğunu idrak etmesine yardımcı olur. Vicdan, duyguları birleştirir. Aynı gün içinde aynı konu hakkında hem hoş hem de hoş olmayan ve birbiriyle çelişen pek çok duyguyu yaşayabiliriz. Bu duygular ya hemen birbirleri ardından gelirler, ya da hepsi aynı anda ortaya çıkabilirler ve bizler vicdan yokluğu yüzünden bu çatışmaları fark etmeyebiliriz. Tamponlar, bir “ben”in ya da bir kişiliğin birbirlerini görmesini engellerler, fakat bir vicdan aşaması söz konusu olduğunda kişi tüm bu aykırılıkları artık görmezlikten gelemez. Sabah bir şey söylediğini, öğleden sonra başka bir şey ve akşam ise yine bambaşka bir şey söylediğini hatırlayacaktır, ama günlük yaşamda hatırlamaz, ya da hatırlasa bile neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmediğinde ısrar edecektir.

Vicdana ulaşmanın yolu, tamponları yok etmektir ve tamponlar ancak kendini hatırlama ve özdeşleşmeme yoluyla aşılabilirler.

Vicdan fikri ile tamponlar fikri, üzerinde uzun çalışmalar gerektiren görüşlerdir, fakat bu sistemin ahlâkî (moral) yönünden bahsedildiğinde, en baştan itibaren anlaşılması gereken şey, insanın iyi ve kötüyle ilgili bir anlayışı olmasının şart olduğudur. Eğer bu yoksa, o kişi için hiçbir şey yapılamaz. Daha fazla kazançlar elde etmek için, belli bir ahlâkî duyguyla, bir doğru ya da yanlış duygusuyla işe başlanmalıdır. Kişi, öncelikle sıradan ahlâkın göreceliğini (rölâtivite) ve ikinci olarak da nesnel doğru ve yanlışın gerekliliğini idrak etmelidir. Nesnel ve sürekli (değişmeyen) doğru ve yanlışın gerekliliği bir kez anlaşıldığında, her şeye bu sistemin görüş açısından bakılabilecektir.

Vicdan, kişilikte değil, özdedir; öte yandan, manyetik merkez, özde değil, kişiliktedir. Manyetik merkez bu yaşamda edinilir. Duygusal merkezin entelektüel bölümündedir, belki ayrıca entelektüel merkezin entelektüel bölümündedir ve B etkileri üzerine kurulmuştur.

“Vicdanı uyandırmak için insan kendi tamponlarından kurtulmak zorunda mıdır?”

Sadece tamponlar sarsıldığında vicdan uyanır.

“İnsan kendi tamponlarının neler olduğunu nasıl keşfedebilir?”

Bu bazen mümkündür. Kişinin tamponlar hakkında doğru bir görüşü varsa, kendi tamponlarını bulabilir.

Özürler ve tamponlar arasında çok büyük bir fark vardır. Özürler, her seferinde farklı olabilir, fakat eğer bir özür hep aynı kalırsa, artık bir tampon hâline gelir.

Tamponlar vicdanla ilişkilidir. Vicdan,- sözcüğü geleneksel anlamda kullanacak olursak- bir tür eğitimden geçmiş duygusal alışkanlık diyebiliriz. Oysa aslında, vicdan; herkesin sahip olduğu ama uyku hâlindeyken hiç kimsenin kullanamadığı özel bir kapasitedir. Vicdanı, bir rastlantı sonucu sadece bir an için bile hissedebilsek, bu çok acı veren bir deneyim olacaktır; öylesine ıstırap verici bir deneyimdir ki bu, hemen o an kurtulmak isteriz ondan. Kendilerinde rastlantısal vicdan parıltıları gören insanlar, bu duygudan kurtulabilmek için her tür metodu icat ederler. Değişik zamanlarda sıradan bir biçimde hissettiğimiz her şeyi aynı anda hissetme kapasitesidir vicdan. Tüm değişik “ben”lerimizin değişik duygulara sahip olduklarını anlamaya çalışın. Bir “ben” bir şeyi sevdiğini hissederken, diğeri nefret eder, bir üçüncüsü ise kayıtsızdır. Ama bu şeyleri asla aynı anda hissetmeyiz, çünkü aralarında tamponlar bulunur. Bu tamponlar yüzünden vicdanımızı kullanamayız, değişik zamanlarda hissettiğimiz iki aykırı şeyi aynı anda hissedemeyiz. Eğer kişi bunu başarabilirse, acı çeker. Bu yüzden şu anki durumumuzda tamponlar; onlar olmadan insanın delirebileceği, gerekli şeyler bile sayılabilirler, ama insan tamponları anlayıp kendini hazırlayabilirse, bir süre sonra çelişkileri yok edip tamponlarını parçalayabilir.

İyi ya da kötü olsun, mekanik bir alışkanlığın kırılıp yok edilmesi, rahatsızlık verici olabilir, çünkü kendimizi yönetme kurallarımız ve eğitimimizden edindiğimiz ahlâk kurallarımız gibi mekanik alışkanlıklarımız vardır. Bu yüzden, pek çok durumda vicdan deneyimimiz olmaz; çünkü pek çok tamponumuz vardır. Daha önce de söylediğim gibi, bunlar duygusal tavırlarımız arasındaki perdelerdir ve vicdan deneyimi yüzlerce şeyi aynı anda görebilmek anlamına gelir. O anda perdeler kalkar ve tüm içsel çelişkiler aynı anda görülürler.

Bu hiç de hoş olmayan bir durumdur ve yaşamın genel kuralı sevimsiz duygular ve anlayışlardan uzak durmak olduğuna göre, bizler bunları görmekten kaçarız. Bu şekilde de içsel tamponlarımızı yaratırız. Birbirinin ardı sıra görülen aykırılıklar bize çelişkili görünmezler; birbirlerine ters düşmeleri için aynı anda görünmek zorundadırlar.

Bizler birer makineyiz ve bir şeyi nerede değiştirebileceğimizi görmeliyiz, çünkü hangi türden olursa olsun her makinede değişimin başlatılabileceği bir nokta bulmak mümkündür.

Bazen insanlar “Bizde hiç değişmeyen bir şey var mıdır?” diye sorarlar. Evet, iki şey vardır: tamponlar ve zayıflıklarımız. Zayıflıklarımız bazen özelliklerimiz diye adlandırılırlar, ama aslında onlar sadece ve sadece zayıflıklarımızdırlar. Herkesin kendisine ait en az iki ya da üç zayıf noktası ve belli bazı tamponları vardır. İnsan, tamponlardan oluşmuştur, fakat bu tamponların bazıları özellikle önemlidir, çünkü tüm kararlarımıza ve tüm anlayışlarımıza müdahale ederler. Bizde sürekli olduğunu söyleyebileceğimiz şeyler sadece bu özellikler ve tamponlardır ve çok şükür ki, bunlardan daha sürekli olan başka şeylere sahip değiliz, çünkü bunlar (özellikler ve tamponlar) değiştirilebilirler.

Tamponlar yapaydırlar; organik değillerdir; esas olarak taklit yoluyla kazanılırlar. Çocuklar, yetişkinleri taklit ederek bazı tamponlarını yaratırlar. Diğerleri ise, hiç bilinmeden eğitim tarafından yaratılırlar. Eğer bir çocuğu uyanık insanların arasına koymak mümkün olsa, hiç uykuya dalmayacaktır ama bu yaşadığımız koşullarda, çocuktaki imajinatif ya da yüzeysel “ben” genellikle yedi veya sekiz yaşlarında ortaya çıkar. Bazen insanlar, şu anki şuurluluk aşamamızda tamponlarımızı görüp göremeyeceğimizi sorarlar. Onları başkalarında görebiliriz, kendimizde değil.