28 Nisan 2018 Cumartesi

Biraz da dünyayı bize zehirde eden cennetide yaşatan kadınlarımızdantarihten bahsedelim..

Akıllı erkek kardınla kavga etmeyendir.Onlar (kadınlar) Tanrının bize verdiği en güzel hediyedir.Ama dikkatlide olmak zorundayız,daima elimizde el bombasıyla gezmek gibi tehlikeli durumlara sokuyor bizi.
Kendi aralarında bile iktidar savaşı yapan kadınlar,bize güzel görünmek uğruna hemcinslerini bile yok sayıyorlar.O yüzden dikkatli olalım.Gelelim meseleye.Geçmişe baktığımızda kadınların kendi aralarında bile çekememezlik varmış:işte onlardan biri..😊😊😊
Güzellik Yarışması:
Olympos’taki Peleus’la Thetis’in düğünlerine fesatlık tanrıçası Eris davet edilmemiştir… Fesatlık tanrıçası boş durur mu, davetsiz bir şekilde düğüne gelip masanın ortasına altın bir elma koyuvermiş. Elmanın üzerinde “en güzele” yazıyormuş. Bütün kadınlar elma benim, bana yakışır diyerek elmayı sahiplenmeye kalkmışlar, bunun üzerine en güzeli Tanrılar Tanrısı Zeus seçsin denmiş, ama Zeus elmayı karısı Tanrıça Hera’ya verse diğer Tanrıçalar kıyameti koparacaklar, başka Tanrıçalara verse bu sefer de karısı ortalığı kaldıracak, Zeus bu işi başından savmak için Kaz Dağlarının yakışıklı çobanı Paris’i elmayı en güzele vermesi için görevlendirmiş.
Bu karmaşadan sonra ortada en güzelim diye üç Tanrıça kalmış. Zeus’un karısı Hera, Akıl Tanrıçası Athena, Güzellik ve Sevgi Tanrıçası afrodit( Venüs). Bu üç Tanrıça, yakışıklı çobanın karşısına çıkmışlar. Çobanın elinde “en güzele” diye yazan altın elma, karşısında yürekleri heyecandan çarpan üç Tanrıça…
Tanrıçalar başlamışlar akıllarına gelen vaatlerle çobanı etki altına almaya. Athena; ün, şan vaat etmiş, Hera; zenginlik ve kuvvet. Afrodit (Venüs) ise, dünyanın en güzel kızını vaat etmiş. Athena ve Hera en güzel elbiselerini giyip, en süslü mücevherlerini takmışlar, oysa güzellik örtü istemez, güzellik onun örtüsü diyen afrodit (Venüs) bunların hiçbirini yapmamış. Paris’in altın elmayı tutan eli kımıldamış… herkes heyecan içinde ve el geniş bir kavis çizerek afrodit'e (Venüs) doğru uzanmış. Paris üzerinde “en güzele” yazan altın elmayı Afrodit'e (Venüs’e) vermiştir…

Kendine yolculuk yapan biri sırları anlamış yaradanla bir olma yoluna gidiyor demektir.

Düşünce frekansınızı serbest bırakırsanız aydınlanmaya başlamış, geleceğinizi inşaa etmiş olursunuz..Kendinizi değerli hissedecek kadar sevdiğinizde ve kendinizin yaradanla bir olduğunuzu bilmeyi istediğinizde, hipofiz denen bu harika çiçeği açtırmaya başlarsınız.
Düşünceyi sözcüklerle ifade etmek, onu sınırlamaktır. Bir üstat hiçbir şeyi açıklamaz ; sadece onu bilir. Onu açıklamak, kendini sınırlamak zorunda kalmaktır. Sadece bilme noktasına geldiğinizde bilişiniz için geçerli bir neden göstermeye ya da onu açıklamaya ihtiyaç duymadığınızda; o zaman gerçekten kendi aleminizin efendisi ve üstadı olmuşsunuz demektir. İşte o zaman mutlak biliş içinde olursunuz.
Hipofiziniz açılmaya başlarken, yaşamınız mümkün olabileceğini asla düşünmeyeceğiniz biçimlerde değişmeye başlar. Düşündüğünüz her şeyi daha güçlü duyguyla hissedersiniz. İçinizde hissettiğiniz biliş yaratıcı bir biçimde çalıştığından, düşüncelerinizin giderek daha çabuk tezahür ettiklerini görürsünüz. Sevgi, anlayış ve şefkatiniz artar. Farklı bir anlayışa yükseldiğiniz için birçok insan yaşamınızdan çıkıp gider. Ve onların yerine, sizin gibi düşünen varlıklar size çekilirler.
Çok geçmeden, zekanız, yaratıcılığınız ve bilişiniz arttığında, daha önce hissetmediğiniz ve bilmediğiniz şeyleri bilip hissetmeye başlarsınız. Bir varlığa bakıp onu içinizde hissedebilirsiniz. Düşüncelerinizden, gelecek günlerinizin nasıl olacağını bilebilirsiniz.
Kendinize bilme izni verdiğinizde, her şeyi bilirsiniz, çünkü –toplumsal bilincin illüzyonları tarafından engellenmeyen- biliş gözlerinizdeki perdeyi kaldırır, böylece diğer boyutları görebilirsiniz. Bu biliş, kulaklarınızın tıkanıklığını açar, böylece tüm yaşamın kendisiyle uyum içinde titreşen müziğini işitirsiniz. Bunu nasıl gerçekleştirebilirsiniz? 
Onu arzu ederek..


Köpek adası ve çaresizlik..

Dört ayaklı dostlarımız : köpekler...Hayırsız Ada faciası memleketimizin gördüğü en insafsız köpek katliamıdır.Başlangıcı 3 Haziran 1910'dur. Avrupa'da parfüm/kimya sanayi için katliamlar çoktan başlamış, sokaklarda tek köpek kalmamıştı. Fransızlar bizimkilere bir öneri getirdi:İstanbul’un sokak köpeklerini toplayıp bize satın.” Fransa ile anlaşma imzalandı. Ancak halk köpekleri vermedi, direndi.Her köpek kendi sokağının bir sakini gibiydi. Halktan destek gelmeyince bu işler paraya muhtaç olan insanlara, serserilere havale edildi.Toplama sürerken halk isyan etti, gemiyle Fransa’ya gönderilmek üzere Tophane'de bekletilen binlerce köpeği bir baskın yaparak kurtardı.Ancak hükümet bir kez Fransa ile anlaşma yapmıştı, bu işten vazgeçmedi. Daha kapsamlı daha organize bir toplama işi başlatıldı.Kısa sürede 80 bin köpek toplandı ve Tophane'de bekletildi... Halkın bir kez daha hayvanları kurtarmaması için başlarına asker dikildi.Fakat Fransa’dan bir türlü yükleme talimatı gelmiyordu. Köpeklerin beslenmesi ve bakımı sorun olmaya başlamıştı.Fransa’dan yanıt gelmeyince hükümet köpeklerin fiyatını indirdi, sonra bedavaya vermeye bile razı oldu ama Fransa'dan çıt çıkmıyordu.Köpekleri artık Tophane’de bekletme olanağı yoktu. Kentten uzak bir yer, Sivri Ada seçildi. 80 bin köpek Sivri Ada’ya nakledildi.Köpeklere burada bir süre daha bakıldı. Ta ki Fransa anlaşmayı fesih ettiğini, köpekleri almayacağını bildirene kadar.Bundan sonra köpekler Sivri Ada’da tamamen kaderine terk edildi. Halk bir süre yiyecek taşıdı ama sonra bu da imkansız bir hale gelince..Köpekler açlıktan ve susuzluktan can verdiler. Kuzucukların acı çığlıkları Anadolu Yakası sahillerinde duyuluyor, sabaha kadar dinmiyordu.Ölümler başlayınca, 2-3 yıl boyunca tüm sahil kokudan yaşanmaz hale gelmişti. İstanbul halkı bu suçtan dolayı çok üzgün, çok çaresizdi.Pek çokları sahildeki evlerini kapattı. Köpeklere dokunmanın büyük bir lanete yol açacağı düşünülüyordu.Sonunda o lanet 1912 yılında deprem olarak geldi. Büyük deprem köpeklerin ahına, günahına bağlandı. Adanın adı da Hayırsız Ada oldu. Robert Gillon'un anısı: “İstimbotumuz, kıyıya fazla yaklaşmadan çevresinde dönüyordu. Yüzlerce, binlerce köpek havlayarak bize bakıyordu. (…) Koşuyor, atlıyor, havlıyor, kendilerini kurtarmamız için adeta yalvarıyorlardı. Bir ara garip bir şey oldu. Köpeklerden biri cesaretle denize atlayarak bize doğru yüzmeye başladı. Biz de bu cesaretini, onu istimbota almakla mükâfatlandırdık. Ona teneke bir kap içinde biraz su verdik. Haftalardan beri kireçli sudan başkasını içmemiş olan zavallı hayvan, verdiğimiz suyu kana kana içti. Onu gören bir başkası da bulunduğu kayalıktan kendini denize attıysa da bize kadar yüzemedi. Buralarda sular çok kuvvetliydi, akıntıyla birlikte sürüklendi, gitti.”




27 Nisan 2018 Cuma

---2

Kalp, meditasyonun nesnesi, aracıdır.
Meditasyon, 
kalpten başlayan ve kalbe geri dönen bir süreçtir.

Yogada, yürek, 
evren boyunca uzanan geniş bir enerji dalgasıyla 
iç içe olduğumuz yerdir.

Kalp gözü” ifadesi de Sufi geleneğinde görülür. 
bu yer, Kalbin derinlerinde, 
Tanrı ile temas noktasının simgesidir

Mağara ve kalp arasında da sembolik bir bağlantı vardır. 
Sanskritçe kelime guha ;
mağara ve ayrıca kalp anlamına gelir.

Upanişadlar, içimizdeki kalbin mağarası 
olarak adlandırdığımız iç tapınaktan bahseder. 

Bu mağara, ışığın ve tanrıların tezahür ettiği ,
inisiyelerin yeniden doğduğu 
kuluçka yeridir.

Güneş ile Ay ile Kalp ve zihin arasında 
benzetmeler yapılır. 
Hinduizm'de zihnin adı “chandra mandala”, “ay çemberi”, 
ve Kalbe " surya mandala", “Güneş çemberi” denir.

Bu iki organın karşılık gelen özellikleri bile 
kendi içlerinde semboliktir: 

Kalpten gelen sezgi, kutsaldır, 
çünkü evrensel manevi bilgeliğe doğrudan katılımı temsil eder.

Ruhsal Güneş olan Kalp,
Merkez'in bir görüntüsüdür. 

Vahiyin yeri, varoluşun hayati merkezi 
ve en derin sezginin kaynağı olarak kabul edilir. 

Kalp “ teofanik” bir organdır

(teophany, Tanrı'nın insana görünür bir tezahürüdür). 
Bu mükemmel bir kutsallık sembolüdür.

Zihin, Atmanı anlamak için
içsel yetersizliği olan kusurlu bir araçtır.

Ruh ve ruhun fiziksel bedene bağlandığı yer
olarak da görülen
Kalp,
bilinçaltı zihni temsil eder.

Ruhsal Kalp, 
Zihin, Beden ve Ruhu bağlayan Metafizik Kalptir. 
Ağ geçididir 
- "solucan deliği"

Heartmath Enstitüsü, “nörokardiyoloji” olarak adlandırılan 
yeni bir alana dair
beynin kalbe nasıl bağlandığını gösteriyor. 
Kalbin bir algı organı olarak işlev gördüğünü, 
dünyanın titreşimlerini toplayıp işlediğini 
beyne sezgisel olarak hissedilen bilgiler gönderdiğini

Kalplerimizin, Dünya'nın ürettiği ile özdeş olan ,
vücudumuzun ötesine uzanan bir elektromanyetik alan 
oluşturduğunu belirtmekteler.

Kalp şu anda bilim adamları tarafından 
kendi işlevsel “beynine” sahip 
oldukça karmaşık bir sistem olarak tanınmaktadır.

HeartMath Enstitüsünde yapılan deneyler, 
kalbin elektromanyetik alanının
insanlar arasında bilgi iletebileceğine dair 
kayda değer kanıtlar bulmuştur.

1991'den bu yana, HeartMath Enstitüsü, 
kalbin elektromanyetik alanı üzerindeki etkisini ölçen 
yüzlerce çalışmayı 
Harvard Business Review ve American Journal of Cardiology gibi yerleşik ve saygın yayınlarda yayınlanmıştır.

Kalp, beyni ve bedeni birbirine bağlayan 
kapsamlı sinirsel iletişim ağına ek olarak, 
elektromanyetik alan etkileşimleri yoluyla 
beyne ve bedene bilgi aktarır. 

Kalp 
vücudun en güçlü ve en geniş ritmik 
elektromanyetik alanını oluşturur;

Beynin ürettiği elektromanyetik alanla karşılaştırıldığında, 
kalbin elektriksel bileşeni genlikte yaklaşık 60 kat daha fazladır ve vücuttaki her hücreye nüfuz eder.

Manyetik bileşen 
beynin manyetik alanından yaklaşık 5000 kat daha güçlüdür 
ve hassas manyetometrelerle 
vücudun birkaç metre uzağında tespit edilebilir 
denilmekte...

Kimi Simyacılar da
Kalpten 
felsefe taşı olarak söz etmiştir.

“Yanan iç ateş” manevi hayatı ifade eder, 
çünkü kişi ruhsal bir yol aldığında, 
daha yüksek enerjileri almaya başlar 
ve bu görünmez ateş, 
insan yapısının yedi bedenini “yakar” yani, dönüştürür. 

Simyada, ölümsüzlük sağladığına inanılan madde
“Kalbin ateşi zincifre gibi kırmızıdır"
sözleri ile ifade edilir.

Axis Mundi ekseni 
kalbin saflığını 
ilahi olana taşıyan 
bir merdiven olarak tanımlamaktadır:

"Kalpler  
sadece kalplerle konuşurlar"

----------------------------------

*Teofani: Tanrının kendini insanlığa göstermesi, ortaya koyması, tezahürü)


Ruhsal boyutlar.---1

Dünyanın ruhu: Eksen mundi, tüm alemleri bir arada tutan bir omurga gibi , manevi alemi içeren metafiziksel bir eksen olarak Evrenin merkezi, Anima Mundi ya da Dünya-Ruhu, her birimizin ruhunun özünde, kalbinin derinliklerine ulaşarak bulunabilir denilmektedir. İslâm'da sufi bakış, merkezi ve her şeyi kapsayan gerçeklik olarak gördüğü Tanrı'yı soyut, mutlak ve değişmez gibi yönleriyle evrenin üstünde (aşkın); somut, göreli ve değişen yönleriyle de evrenin içinde (içkin) kabul eder.O, Evrensel İnsanın saflaştırılmış yüreğinin teofanisi *aracılığıyla yaratılışın merkezindedir.

ve İnsanın düşey şemasının merkezi noktası olan 
Kalp, 
tefekkür, manevi hayat ve ruh ile madde arasındaki 
bağlantı noktasını temsil eder,
ruh, omurgada kalp seviyesine doğru ilerler.

Kalb; Tanrısal bağlantı ve iletişimin 
başlıca organı olarak geçer.

İnsan kişiliğinin merkezinde yer alır. 
Çünkü duygu, düşünce, niyet ve tutumlarımızın 
kaynağında 
kalp vardır.

Fakat fiziksel kalp, hatta kalp çakrası değil,
Hindular buna “hridayam” ya da manevi kalp 
olarak isim verirler.

Upanişadlar'daki Kalp, “Hridayam” anlamındadır: 
Bu merkezdir, aklın yükseldiği ve azaldığı yerdir. 
gerçekleşmenin yeridir. 
Tanrı tüm varlıkların kalbindedir 
"Kalbin Mağarası", Ruhsal Merkez, 
Aydınlanma'nın ya da Gerçekleşmenin kendisidir denilmektedir.

Hindu mistik Ramana Maharshi ;
“Bütün evren bedendedir ve tüm beden Kalbe aittir,
dolayısıyla tüm evren Kalpte yer alır.

“Evren akıldan başka bir şey değildir 
ve akıl Kalpten başka bir şey değildir. 
Böylece evrenin tüm hikayesi Kalbe ulaşır" demektedir.

Hemen hemen her büyük kültürün antik inancı, 
kalbi ve kalbin sembolizmlerini 
bedenin ve ruhun merkezine yerleştirmiştir.

Kalbin kendi içinde çeşitli derinlik tabakaları vardır. 
Sadr, kalb, fuâd, lübb ve nühâ kavramları 
dıştan, en derin ve nihai boyuta kadar açılan 
kalbdeki akıl, şuur ve idrak derecelerini anlatır.

Bilmenin ve hissetmenin 
sonsuza açılan yolları 
kalbin içinde saklıdır denilir.

İslami mistik gelenekte, kalp 
sadece vecd halinde görülebilen 
yedi renk içerir.

Sufiler için aşk, 
“kalp bilgisine” yol açar 
ve sezgisel mistik bilgiler, 
“kalp gözü” denilen bir ayırt etme organından gelir.

Hindistan'da, kalp evrenin simgesidir. 
Bu, fiziksel olarak oldukça anlamlıdır, 
çünkü tüm evrende olduğu gibi, 
kalp, sistolde küçülür ve diyastolde genişler. 

Hindu geleneğinde insan kalbine, 
yaratıcı Brahma'nın bulunduğu Bramapura denir. 

Kalp, vücudun merkezi olduğu için 
sürekli olarak 
merkeziliği temsil etmiştir

Kalp sembolünün

Üçgenle (ters, baş aşağı) ilişkisi çok nettir.

Kalp, Kase'yi de temsil eden 
ters bir üçgen gibidir. 

Ters üçgen, dişil bir semboldür.

Bu Ters üçgen,
Solarplexus (Manipura), Kalp (Anahata), Boğaz (Vishudha) 
ve Üçüncü göz (Ajna) çakralarında da görülür.

ve su elementini temsil eder .

Bazen bir kadeh olarak temsil edilir.

Ezoterik olarak,

Kalp Sembolünün anlamları

Rüyalar
Duygu
şifa
Sezgi
Geçiş
Psişik algıdır.

C Jung da (Psychology and the Occult kitabında)
kalbin derin seviyedeki bu psişik yapısına işaret etmiş

ve "belki de bu sebeple kalp 
dinlerde sıklıkla ifade edilmiştir" 
demiştir.

Birçok dinde, Kalp Tanrıyı sembolize eder,
Hindu'larda Brahma Evi,
Hıristiyanlıkta Tanrı'nın Krallığıdır


Esir düşen iki Türk'ün hikayesi..

Sömürge Avustralya'ya kafa tutan iki Türk.



Avusturalya ilk resmi, savaşını, İKİ TÜRK ile yapmıştır.. Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Levent ile Hindistan’a yardıma gider. Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar. Esas hikaye bundan sonra başlar… Gemiden Kaçan İki leventden mesleği dondurmacılık olan Abdullah ve mesleği kasaplık olan Mehmet Avustralya’da kendilerine yeni bir hayat Kurarlar. İşleri ve kazançları iyidir ama onların kulağı sürekli Anadolu’da ve memleketlerindedir… Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, Ortadoğu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk Yurtları… İşte Tam Bu sırada (1915) Avusturalya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verir. Bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Türk askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar: Sayın Avustralya Yetkilileri…. (İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ) Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı“ dır. Avusturalya’ya duyurulur. Avusturalyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, okurlar ama ciddiye almazlar... Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında (Whıte Rock) Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar. Dondurmacı Abdullah’ın beyaz gömleği vardır, Kasap Mehmet’inde kırmızı önlüğü GÖMLEK VE ÖNLÜGÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAGI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR… Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevk etmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALEYE sevk edilmektedir. İki Türk asleri önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler. İKİ TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avusturalyanın İlk resmi savaşıdır… Çaresiz Kalan Avusturalya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK... Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİGİT… Trene saldırır… Ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avusturalya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit düşer…. İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (Whıte Rock) Karlıdağlar’da ve mezarlarında


26 Nisan 2018 Perşembe

Üstad doğru söylemiş..

'Hiç kimse kendinden fazlasını göremez.
Bununla demek istiyorum ki:
Herkes başkasında, kendisi olabildiği kadarını görür,
çünkü onu ancak kendi zekası ölçüsünde kavrayabilir ve anlayabilir....''

Arthur Schopenhauer


Aşk birlemektir, birlenmektir.Aşk yaşadığın yer konum zaman veya mekan farketmez güneş gibidir,dokunduğu yerde hastalık olmaz.Gülü düşünün bir çöplüğe ekseniz orda biter.Önemli olan nasıl ektiğin.Bakımını ve suyunu verirsen sana mis kokularını verir.Aşk Allah'ın kuluna bakması gibidir,kusur yok yargı yok.Sade ve teklik var..Ben böyle yorumladım aşkı bu kitabı okurken..

BAKELE

Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede.

Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye.
“Sen yorulma, ineği ben sağarım.” Gider sağardı.
“Su vereyim mi Bakele?” Verirdi.
Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…” derdi elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı.
Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“Sen niye okumuyosun dede?”
“İşte ben de gazete bakıyorum ya.”
Yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. Kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. Sağılan ineğin arkasında durulmazdı. Uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek, kelebek öldürülmezdi.
Öğrenirdim.
Bakele macirdi.
“Macir ne demek dede?”
“Göçmen demek oğlum.”
“Göçmen ne demek?”
Başka memleketten gelmiş insan demekti. 
Okul gibiydi benim için köy. Duvarsız, çatısız. Kışın şehirde okurdum, yazın köyde.

Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı klitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de.

Ve Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğutur da getirirdi hem.
“Semiha çay koy.” derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı.
Babam anneme kızardı sık sık. Temizlik yaparken “Ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “Bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “Bağırttıracaksın beni şimdi çocuğun yanında.” Annem korkardı babamdan.
Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı.
Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim.

Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş.

Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geliyordu gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
Ne edecekti?

Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüze düştü, annem ağlar, babam ağlar, köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım.

Vesile?

“Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı.

Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedeğimin eteğine. 
“Dede?..” dedim, “Bakele ne demek?“
Anlattı.

“Canım” demekmiş.
Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.

İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele...” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
Bakele dönüp bakmış. 
Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim….” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”

Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış.
Öyle dedi dedem.

Sezgin Kaymaz /Bakele adlı kitaptan alıntı.

Bazen yaşadığın çağ veya bir duygu o kadar ağır gelir ki bir an önce gitmek istersin.Eğer bu dünyaya kendi tekamülünü tamamlama ve birliğin tanımı için gelmişsen artık sen yoksundur.Her şey yük olmaya başlar vuslata kavuşmak için..

Aydınlanmış insan ve yük ve yol.
Eski zamanlardı. Yolların düzgün olmadığı zamanlar... Fakirdi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu... Hamal isen iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol... Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum, yanımdaki hamalla yola çıkarken, ihtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden: "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!" 
Nitekim çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!.. "Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . "Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini: "Sen de dinlen hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... 
"Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım... 
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan karasinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. 
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait... 
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!.. Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem… 
Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var... 
Gerçek şu ki, hepimiz şu kısacık hayatın hırsla koşuşturan, bilinçsiz hamallarıyız. Herkesin yükü ağırdır kendince. Bari akşamları yüklerinizi indirin omuzlarınızdan. Hafifleyerek gidin evinize. Gülümseyerek girin kapıdan içeri. Sabaha, elbette daha kolay bulacaksınız ayağa kalkıp yükünüzü sırtlanacak o gücü!
Yüklerimizi en doğru ve bilinçli şekilde taşımak ve hayatın güçlükleri altında ezilmemek dileğiyle…

25 Nisan 2018 Çarşamba

Doğduğunda ellerinde kan olan Cengiz Han.


İnsanlık Tarihinin En Çok Boyun Eğilen Adamı!

Sıradan bir insanı büyük bir lider yapan nedir? Neden binlerce insan kızgın güneşin altında bir kişiyi dinlemek için saatlerce bekler? Veya onun için savaş meydanlarında can verir. Onu sevdikleri için mi yoksa onun ideallerine inandıkları için mi.

Büyük bir lider, komutan, stratejist olan Cengiz Han doğduğunda avuçlarında kan vardı. Babası bu kanı erkek çocuğunun büyük bir savaşçı olacağına işaret olarak gördü ve erkek çocuğuna o ana kadar gördüğü, kendisini de savaş alanında mağlubiyete uğratan en büyük komutanın ismini verdi Temuçin!

Birbirlerinden bağımsız olarak hareket eden Moğol kabilelerini bir araya getirmeyi amacı olarak gören Temuçinin babası, Tatarlar ile savaş durumundaydu ve Tatarlar tarafından zehirlenerek öldürüldüğünde, Temuçin de oradaydı. Yaşı daha çok küçük olduğu için babasının kabilesi Temuçinin buyruğunda olmayı reddetti. Babasının can verdiği gün aslında Temuçin herşeyini kaybetti. uçsuz bucaksız bozkırda ailesiyle beraber açlığa mahkum oldu. Kartalıyla birlikte nasıl avlanılacağını öğrendi, henüz 10 yaşındayken avından büyük bir parça et koparmak isteyen üvey kardeşi ile yaşadığı kavga sonucunda onu öldürerek hayatı boyunca öldüreceği insanların ilk adımını atmış oldu.

16 Yaşındayken Burthe ile evlendi ama bir baskın sırasında Burthe kaçırıldı. Temuçin onu uzun bir süre sonra kurtarabildiğinde Burthe hamileydi. O yinede çocuğu öz oğlu gibi yetiştirdi. Kendisine eşlik eden çok az sayıda ki birliğiyle büyük savaşlar kazanmaya başlayınca ün kazandı ve birliği büyüdü. Kendisine eşit ve adil anlamına gelen Cengiz adını verdi. Büyük bir askeri stratejist olan Cengiz Han babasının görevlerini sürdürdü ve bütün Moğolları tek bir bayrak altında birleştirmek için önüne çıkan her engeli yok etti.

İlk saldırdığı devlet olan Kuzey Çin’e bu zulümleri yaşatmasının sebebi Moğolları sürekli kışkırtmasıydı. Kuzey Çin nüfusunun 3 te 2’sini yok edince Pekin de teslim olmayı reddeden 350 bin’den fazla insanı aç bırakarak öldürdü. Hazel Şal İmparatorluğuna yolladığı Moğol politikacı öldürülünce, Moğolun dış politikasıyla ilgilenen kişinin ölme iznini veren valiyi yakalayıp ağzına eritilmiş gümüş dökerek öldürmekten beter etti. Bütün şehir nüfusunu da yok edip, kentte hayvan dahil hiçbir canlı bırakmadı. Cengiz’in ordusun’dan 4 kat daha büyük olan Ruslar Cengiz Han’a kafa tutunca, onların da sonu değişmedi.

Esir alınan askerler yere yatırılıp üzerlerine bir platform kuruldu. Cengiz Han’ın ordusu zafer kutlamalarını bu platformun üzerinde yapınca, binlerce esir ezilerek öldürüldü. Uzak bölgelere seferler yapan Cengiz’in en büyük problemi, askerleri’nin yiyecek ihtiyacıydı. Bu sorunu eski bir türk geleneğinden faydalanarak çözdü. Avlanan hayvanların etlerini küçük parçalara böldürerek, askerlere dağıtırdı. Askerler bu etleri atları’nın eyerleri’nin altına koyarak, ezip güneşte kuruturdu. Adı pastırma olan bu gelenek günümüzde hala sürmekte.

Pastırma geleneğini bilmeyen Orta Doğu ve Avrupa halkları; at üstünde et yiyen, çekik gözlü kısa boylu bu insanları şeytan olarak adlandırmış, ve moğollar bu bölgelerde büyük bir korkuya neden olmuştu. Cengiz Han insanların korkularını kullanmayı iyi biliyordu. Veba hastalığı nedeniyle büyük korku yaşayan Avrupalılar teslim olmayı reddedince kalelerine mancınıklarla vebalı cesetleri fırlattı. Veba hastalığı salgın oalrak Avrupaya yayıldı ve Avrupa nüfusunun yaklaşık 3 te 1’i bu veba nedeniyle hayatını kaybetti öldü. Hayatta kalanlar’da şehirleri terk edip, dağlık alanlar’da yalnız yaşmaya başladı. Bu yaşanan olay tarihte yapılan ilk biyolojik savaş olarak kabul edilir.

Yaşamını yitirenler içinde Avrupa’nın bazı bölgelerinde öncesinde hiçbir Moğol askeri görmemiş Krallar bile vardı. Dünya nüfusunun yü

zde 10’unu yok eden bu adam, tarihte ki en geniş topraklara sahip İmparatorluğu kurdu. Bu İmparatorluğa hükmedebilmek için Yassa adıyla bilinen son derece katı kurallar içeren yasaları çıkardı. Bunlar; “Her kim mal alır ve iflas eder, tekrar mal alır tekrar iflas eder, sonra tekrar mal alır tekrar iflas ederse üçüncü defadan sonra o kişi idam edilir” gibi yasalardı.
Bütün Moğolları tek bir bayrak altında birleştiren, hedeflediği her şeyi yapan Cengiz Han 60 yaşında öldü. Ölümünden önce farklı coğrafyalarda farklı kadınlarla ilişkiye girdiği için, bugün dünya üzerinde yaşayan her 200 kişiden biri direkt olarak Cengiz Han’ın soyundan gelmektedir. Cengiz Han’ın ölümüne yakın bir süre kala verdiği son karar sebebiyle, mezarının nerede olduğunun gizli tutulması için cenaze törenine katılan herkes öldürülmüştür.


--2 çingeler.


Fakat Tanrı, kendi eserini fırından biraz erken çıkarmıştı.
Pişirme tonu kabaydı ve netice beyaz adamdı.
Tanrı Devel, daha iyisini yapabilme umuduyla ikinci kez bir deneme yaptı. Fakat, bu defa da balçığı fırında uzun süre bıraktı ve netice siyah adamdı. Nihayet Tanrı Devel, üçüncü denemede istediğine ulaştı.
Uzun bekleyişten sonra esmer adam “Rom” un yaratılışı gerçekleşti.

Çingene bayramları mayısta kutladıkları “Kakava Bayramı” ve 14 Mart’ta kutladıkları Humbara Bayramı.
Nevruz’u da kutlarlar diye düşünüyordum ama hayret yokmuş.

Çingene kadınların başta gelen mesleğinin falcılık olduğunu biliyoruz.
Fal gibi büyücülüğün de çingenelerin önemli özelliklerinden birisi olduğu, pek çok hayvan ve organından büyü yaptıkları kaydediliyor..

Rivayete göre;
“Nemrut İbrahim’i ateşe atmak istediği zaman ateş yanmaz. Etrafındakiler odunların yanması için iki kardeşin ilişki kurması gerektiğini söyler. Çin ile Gane adlı iki kardeş bu işi yapar ve Çingeneler de onların soyundan gelir.”
Dilden dile anlatılarak gelen aslı olmayan bu hikaye yüzünden çingeneler hakkında olumsuz dini düşünceler fazladır. Müslüman olamayacakları, sünnet olmadıkları, nikahsız oldukları ve evliliklerinin kabul görmeyeceği düşünülür.
Çingelerin cenaze namazı kılınmaz, Çingene ile evlenilmezmiş. Çingene ile cinsel ilişkide bulunulduğu takdirde, cünüplüğün temizlenmesi için, 40 adet kiremit veya tuğlanın erimesine kadar ısıtılacak su ile yıkanılması gerekirmiş.

Baskılar nedeniyle Çingeneler de kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar.
Yerleşik çingeneler kendi imkanlarıyla cami yapıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hatta hacca gidiyor. Buna rağmen müslüman kabul edilmiyorlar.
“Abe biz de Müslümanız be ya…!” deseler de sorunlarına eğilen yok.

20 yıldır müftülüklere, Diyanete başvuran Çingeneler, haklarındaki olumsuz düşünceleri azaltacak bir açıklama istiyorlar diyanetten. Ama nafile.
Diyanet kapı duvar. tık yok.
Çingene dernekleri gerekirse Diyanete tazminat davası açacaklarını ve İnsan hakları mahkemesine başvuracaklarını söylüyorlar.
2. şikayetçi oldukları kurum da MEB.
MEB’i de mahkemeye vereceklerini söylüyorlar.

Aralarından bakan, başbakan, çok sayıda milletvekili çıktığını, sanatçıların dahi kimliklerini açıklayamadığını ifade ediyorlar.
Örneğin en meşhurları Kibariye bile “Roman mısınız?” sorusuna “Allah bilir!” diyormuş. Dışişleri bakanı Turan güneş, başbakan Nihat Erim’in kökeni çingeneymiş.

Türkiye’deki çingene sayısı tartışmalı. 400-750 bin arasında sanılıyor.
Göçebeliği sürdürenler ise 20-30 bin civarında.
Sayıları birkaç milyon olsaydı herhalde dikkate alınırlar, önemsenirlerdi.

Çingenelerin, kökenlerindeki asıl dinlerini ve mitolojilerini unuttuklarını düşünüyorum. Belki bilenleri vardır ama sayıları çok azdır herhalde.

Dünyanın Yaratılışı, İnsanoğlunun Yaratılışı ve İlk Günah

“Transilvanya’daki Çingeneler şunu anlatır: Günlerden bir gün Tanrı, büyük suyun içine bir değnek atar. Değnek büyür ve koca bir ağaç oluverir. Bu ağacın altında oturan şeytan ise, Tanrı’yı selamlar. Birlikte dokuz gün boyunca suyun üstünde dolaştıktan sonra, Tanrı dünyayı yaratabilmek için şeytandan, denize dalıp dipten kum getirmesini ister. Tanrı ona, adını söylemek suretiyle bunu başarabileceğini söylediğinden, şeytan kendi adını söyler

Fakat kum ısınır ve onu yakar. Bu şekilde dokuz gün boyunca kum çıkarmaya çalışır ve bu arada öylesine yanar ki, kapkara olur. Nihayet kendi adını söylemeden denizin dibinden kum çıkarır ve Tanrı bu kumdan dünyayı yaratır. Şeytan, ağacın altında yaşamak istediğinden Tanrı’yı kovmaya çalışır, fakat büyük bir boğa gelir ve onu beraberinde alıp götürür. Ağaçtan yere et parçaları düşer ve yaprakların içinden insanlar fırlar. Yer ve Gök daha sonra ancak birbirinden ayrılmıştır.

Tanrı, bir vakit şeytanla birlikte deniz kenarına iner. Şeytan, suyun derinliğini öğrenmek üzere öne atılır, dibe dalar ve pençelerinde toprakla tekrar yukarı çıkar. Tanrı ona, bundan iki figür yani erkek ve kadını yapmasını emreder. Şeytan bunu da başarır ve Tanrı ondan bu figürleri konuşturmasını ister. Ancak bu kez şeytan onun emrini yerine getiremez ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalır.

Tanrı, asasını figürlere doğru uzatır ve o anda yerden iki ağaç bitiverir. Bunlar, dallarıyla figürlere arkadan sarılır. Bunun üzerine figürler canlanır. Bunlar, Damo ve Yehwa adını taşıyan ilk insanoğullarıdır. Tanrı asasını tekrar kımıldatır ve bu kez ağaçlardan birinde elma ve diğerinde armut biter. Erkeğe armutları ve kadına elmaları yedirtir. Yılan, kadının elmaları yemesini engellemek ister (!). Kadını zaptedebilmek için, Tanrı bunu yılana ifade eder. Fakat sonra Tanrı Yılan’ı kovar ve kadın elmalardan yer. Meyveler, biçimlerinden dolayı her ikisinde, diğer cinse karşı karşı bir istek uyandırır ve Tanrı onlara sevişmelerini buyurur. Kadın, birinci ve ikinci sevişmenin ardından her defasında ‘encore’ (daha çok) der. Tanrı bir üçüncüsüne daha müsaade eder.
Fakat kadının üçüncü sevişmeden sonra da ‘encore’ (daha çok) diye bağırması üzerine, Tanrı kızarak onu ebedi doyumsuzluğa mahkum eder.


Haklarında az bildiğimiz ama yanı başımız da başka gezegenden gelmeyenbir halk:Çiingeneler.

ÇİNGENELER
ROMAN KÜLTÜ 
Dünyaya Hindistan’dan yayıldıklarına kesin gözüyle bakılıyor.
Göçebe bir halk. Ama yüzyılımızda belki de sınırların kapatılması, pasaport-vize zorunlulukları onları yerleşik toplum olmaya yöneltmiştir.
Çingenelerin dininin olmadığı ileri sürüldüğü gibi, bulundukları ülkenin dinine uydukları da söyleniyor. İslam ülkesinde müslüman olan çingeneler, Hristiyan bir ülkeye göç ettiklerinde bu defa Hristiyan olıuyorlarmış. Ama dindar değil, dine lakayt olarak sahip olurlarmış. Bu da dini baskılardan korunmak amacıyla zorunlu kalarak münafıklığı seçtiklerini gösteriyor. Bunun yanında özellikle yerleşik olanlardan gönülden dine bağlı olup ibadetlerini yapanlar da çok.
Çingeneye; “Tanrı seni niye çingene olarak yarattı” diye sorulduğunda;
“Yemek, içmek, dans etmek ve uyumak için” cevabını verirmiş.
Hinduizmle irtibatlı olduğu düşünülen inançları da var:
Yüce Tanrı Baro Devel ve düşmanı “o bengh”. O Beng, insanları kandıran, yoldan çıkaran şeytana eşdeğer olarak düşünülebilir. Pis olarak nitelenir. Pislik ve temizlik çingenelerde büyük önem arzediyor. Çingene olmayanlar pistir. Adet gören, doğum yapan kadınlar da. Hatta kadınların belden aşağısı pis olarak kabul edilir. Çingene erkekleri “gaco” dedikleri yabancı erkeklerin girdiği göl ya da akarsuda yıkanmazlar. Kadınların girdiği suda da.
Gaco ile evlenen bir çingene kızı da pis olarak nitelenir. Bu yüzden kabile içi ve akraba evliliği yaparlar.
“Desleskri-Day” dedikleri ana tanrıçaya inanırlar. Ana tanrıçanın yanında Hinduizmle benzer şekilde diğer tanrıçalara da inanırlar. Tanrıçaların merkezinde dünyanın yaratıcısı, koruyucusu ve yokedicisi olan “Durga” adlı tanrıça bulunmaktadır.
Ruhlara ve cinlere de inandıkları için geceleri dışarı çıkmazlar. Bilhassa mezarlıklardan uzak dururlar.
Cehenneme inanırlar ve kötü insanların 1,5 ay boyunca yakılarak terbiye edileceğine inanırlar.
Geçimlerini kalaycılık, sepetçilik vs. zanaatlerle, falcılık, hurdacılık, çöp toplama, çalgıcılık vb. işlerle sağlarlar.
Dünyadaki ortak özellikleri zanaatçiliktir. Hırsızlıkla, yankesicilikle gelir sağlayanları da çoktur.
Hindistan’dan göçlerinin sebebi olarak müslümanların seferleri ve köle olmaktan kaçmaları gösterilirse de tartışmalıdır.
Dünyada ençok aşağılanan, ezilen ve katledilen toplum olarak görülürler. Naziler tarafından Yahudilerden sonra en fazla katledilen toplumdurlar.
Şarap sanki kutsal bir içki gibi çingenelerde.
Cenaze törenleri de ilginç. Cenaze evi düğün evi gibi süslenirmiş.
Çingene dili Hint-Avrupa dil ailesine mensup olup, Çingeneler Hindistan kökenli olduğu için Hint dilleriyle yakından akraba imiş. Dünyadaki tüm çingenelerin bölge bölge farklılıklar olsa da ortak diliymiş.
Birkaç örnek:
But baxt thaj sastipe!….. Bol şans ve Sağlık dilerim.
Me mangav tuke baxt!…. bol şans dilerim
Baxtalo drom!…. Şanslı yollar! (bir iyi dilek)
Me voliv tu!…. seni seviyorum.
baxt, sastimus!…. sağlık ve başarılar
Nais tuke vas lache nevi pena!…. bu güzel haber için teşekkür ederim.
Si e kerdo!… bu tamamdır
Familia!…. aile
Phral!….. baba
Phen!…… kızkardeş
Mishto avilan!…… hoşgeldin
Lacho deves!….. iyi günler
Lachi rat! … iyi geceler
Miro anav!….. benim adım…
San tu Rom?…. çingene misin?
Sar mai san?….. nasılsın?
Mishto sim!… Ben iyiyim
Ha tuke! ….. ya sen?
Me kamav te khelav!…. dans etmek istiyorum.
So nevo? ….. hangisi yeni?
Shai to gilabav thaj te khelav!…. şarkı söyleyelim ve dans edelim
Shai te hav thaj te piav!…. yiyelim ve içelim.
Londra’da 1971′de düzenlenen Birinci Dünya Çingeneler Kongresi’nde Çakra (Chakra) Çingenelerin sembolü, Gelem Gelem (ya da Djelem Djelem) adlı şarkı da ulusal marşları olarak kabul edilmiştir. Artık bir bayrakları da var.
Çingenelerde başkasının saçını okşama durumunda, okşanandaki gücün okşayana geçeceğine inanılıyor.
O yüzden çocuklar başları okşanmak istendiğinde başını çekiyor.
Çingenenin birine ayakkabıyla vurulması en büyük hakaret olarak algılanıyor.
Sabah sol ayağı ile yataktan kalkan kişinin kavga etmeyeceğine, gece aynaya bakan genç kızın gurbete gelin gideceğine de inanılıyor.
Çingene mitolojisine göre esmer tenli yaratılışlarının nedeni ise şöyle:
“Tanrı yeryüzünde yaşayacak olan insan mahlukunu yaratma işini bitirdiğinde, biraz da cennet balçığı alıp biçimlendirerek, kızartmaya karar verdi.

24 Nisan 2018 Salı

AGARTA'LI ÖLÜMSÜZ ÜSTAD ST. GERMAİN KONTU.

Bu konuyla ilgili hayli döküman bilgi var elimde ve çok uzun.Gümüş Mor Alev enerji şifa çalışmasını bu kişi sayesinde tanıdık.( Gümüş Mor Alev çalışması için uyumlanmak inisiye olmak gerekiyor ve herkesten bilmediğiniz insandan sakın şifa çalışması almayın.Korunmadan yapılan çalışma ondaki hastalığı sana sendeki sıkıntıları ona geçirir .) 
Not: Hiç bir şifa çalışmasına para almadım ve almayacağım.Bana bunlardan dolayı sakın teşekkür etmeyin, ricasında bulunuyorum.Yaptığım çalışmalarda kişilerden istediğim tek şey neye ve kime inanıyorsan ona du et .Neyse konuya dönelim..
Agarta'lı St.Germain üstad tarihin değişik yer ve zamanlarında bir kaybolup tekrar geri gelip yaşamına devam ediyor.
Ölümsüzlük mümkün mü? Ölümsüz St. Germain Kontu.  Ölümsüzlük insanoğlunun en büyük hayali.   Genç kalabilmek için yapılan onca şeyden bahsetmiyoruz.
Ölümsüz olmak, sonsuza dek yaşamak insanların ulaşmak istediği imkansız bir hedef mi? Yoksa imkansız olanı istemeye cüret etmiş bir kısım özel insanın çoktan ulaştığı bir menzil mi?
Bu satırda yazılanlar bir fantezi değil. Şöyle bir çevrenize baktığınızda insanların genç kalmak için nelere katlandığını, ne kadar para harcadığını görebilirsiniz.
Bu konuda piyasaya sürülen kozmetik ürünler devasa bütçelere sahip. Ve kozmetik ürünler genç kalabilmek için piyasaya yasal olarak sürülen en masum ürünler. Diğer metotları söylemeye dilimiz varmıyor.

ÖLÜMSÜZLÜK MÜMKÜN MÜ? ÖLÜMSÜZ ST. GERMAİN KONTU.

Ölümsüzlük için ciddi bir şekilde çalışanlar var. Mesela insanları ölmeden dondurmak ve sonra zamanı geldiğinde tekrar hayata döndürmek gibi yöntemler aklımıza ilk gelenler.
Peki. Gerçekten ölümsüzlük mümkün mü? Ölümsüz olabilmeyi başaran biri ya da birileri var mı?
Varsa bile elbette onların ropörtaj vermelerini ya da  youtube da video hazırlayarak. Nasıl ölümsüz oldum demelerini beklemiyoruz zaten ama bir ipucu mutlaka bırakmış olmalılar.

ŞİMDİ ÖLÜMSÜZLÜK KONUSUYLA ADI ÇOKÇA ANILAN BİR KİŞİDEN BAHSETMEK İSTİYORUZ. ST. GERMAİN KONTU.


Ölümsüz St. Germain Kontu:  St. Germain kontu hakkında söylenen şeyler, birden fazla, onlarca dil bildiği, engin bilgi ve görgü sahibi olduğudur. Ve her yüzyılda bir bir yerlerde göründüğü!
Mistik bir insan olan iSt. Germain kontu filmlere ve romanlara çokça konu olmuş,  ölümsüzlük denince akla ilk gelen fenomenlerden biri hatta en önemlisidir.

 ST. GERMAİN KONTU İLK NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?

1745 Yılı Londra St Germain kontunun ilk görüldüğü yer ve tarih olmuştur. Takip eden yıllarda Fransız devrimine karışan bir casus olduğu düşünülerek tutuklanmıştır.
St. Germain Kontu bu olaylardan yakasını sıyırabildiğinde bütün Avrupa’yı gezmiş ve boy göstermiştir.
Elbette buralarda kendine nüfuzlu dostlar edinmeyi de ihmal etmemiştir Kont.
Nüfuzlu dostları sayesinde saraylara girip çıkarmayı başarmış Kont, Gençlik iksirini keşfettiğini söyleyerek çevrede büyük hayranlığa ve tanınırlığa sahip olmuştur.
Saray yemeklerinde tuhaf ve inanılması güç şeyler anlatan bir kişi olmasıyla kendine hayran bıraktığı insan sayısı çoğalmıştır. Bu hikayelerden biri:

HZ. İSA’NIN SUYU ŞARABA ÇEVİRMESİYLE İLGİLİ OLANDIR. KONT TAM DA BU SIRADA HZ. İSA’NIN YANINDA OLDUĞUNU ANLATMIŞTIR.

Elbette insanlar sırf o öyle söyledi diye ona hemen inanacak değillerdi.  Fakat Kont öyle ayrıntılar ve tarihi bilgiler veriyordu ki; en inatçı olanların bile akıllarına allak bullak ediyordu.
Öyle ince ayrıntılar veriyordu ki; konunun uzmanı olan kişiler neredeyse küçük dillerini yutuyor ona karşı muhalefette bile bulunamıyorlardır.
Fransız bir sanatçı, onun her şeyi bilen adam olduğunu söylerdi. Bu lakap St. Germain kontuna yapışıp kalmıştır.

  YETENEKLERİ İSE İNANILMAZDI KONT HAZRETLERİNİN.

Elmas dahil bütün hatalı madenleri kusursuz biçime getirebiliyor ve onlarla muazzam işler ortaya koyabiliyordu. Aynı anda 2 hatta 3 zor ve dikkat gerektiren işleri yapmak onun için çocuk oyuncağıydı.
Bu kadar şeyi nereden öğrendiniz kont hazretleri diye sorulduğunda; kont hiç tereddüt etmeden; Eğitimim Piramitlerden cevabını veriyordu.
Kendisi hakkında yazılan biyografi kitabı: St.Germain/ Kralın sırrıdır.
Ünlü düşünür Voltaire bile St. Germain Kontu için şu kelimeleri kullanmıştır: Her şeyi bilen ve bir gün olsun yaşlanmayan adam.’’
St. Germain kontu bir okültist, simyacı, diplomat, tıp dalında uzmanlığı olan ve belli zamanlarda yer değiştiren(yaşlanmadığı fark edilmesin diye) dehşet zengin bir adam.
St. Germain kontunun film ve romanlara konu olduğundan bahsetmiştik. Yeri gelmişken söyleyelim Umberto Eco’nun  Foucault Sarkaçı adlı eserinde kont kitabın baş karakterlerindendir.

ÖLÜMSÜZ ST. GERMAİN KONTU VE İLGİNÇ BİR KONUŞMA:

Kontun evinde verilen ziyafetlerin birinde St. Germain kontu Pontius Pilatus valiyi tanıdığından bahsetti.( İsa’nın çarmıha gerilmesine izin veren Romalı vali) Buna ek olarak valinin sarayını ve akşam yemeğinde olanları tek tek anlattı.
Yemeğe davetli olan ve  konuşmadan rahatsız olan kardinal kontun uşağına dönüp sordu:
Siz dürüst  ve saygıdeğer bir adama benziyorsunuz. Efendinizin değersiz madenleri altına çevirebileceğini kabul edebilirim. Sadece geveze bir adam da olabilir ama söyleyin bana Pointius Pilatusu gördüm ve en az 2000 yaşındayım demesi inanılacak bir şey mi? Sizce de bu kadarı mübalağa değil mi?
Uşak kardinalin kendisine sorduğu bu soru karşısında gayet rahat şu cevabı verir:
Bilemiyorum Haşmetmeapları ben saygıdeğer kont hazretlerinin uşaklığını henüz 450 yıldır yapıyorum.’’
Kaynak: Umberto Eco: Foucault Sarkaçı




Omurga ve sır.

İnsanı ayakta tutan sır dolu dizilmiş yaşam; omurga..


Sin, insan, kul, muhammed anlamlarına gelir. İnsan 33 omuga kemiğinden oluşur. Beşinci lumbara ne geliyor, acaba... Tek tek bakarlım.
Birinci elbetteli ATLAS kemiğimiz. 33üncü dev kuyruk sokumu...EG 

YÂ-SÎN SÛRESİ (1-33)-(TevhidiKuranMeali)

1- Ey kendindeki özü anlayan!

2- Tüm kâinat kitabına hâkim olanı anlayan.

3- Muhakkak ki sen, elbette hakikatleri anlatmak için açığa çıktın.

4- Dosdoğru hakkın yolu üzeresin.

5- Açığa çıkan her varlık; tüm değerlerin yüce sahibindendir, tüm varlığı özünden varedendendir.

6- Ataları tarafından hakikatler hakkında uyarılmamış, bundan dolayı bir gaflet içinde olan kimselere, hakikatleri açıklayıp uyarma içinde ol.

7- Doğrusu onların çoğuna hakikatler tarif edildi. Fakat onlar inanmadılar.

8- Muhakkak ki Biz onlara tüm varlıktan hakikatleri sunduk. Ancak onlar kendi benliklerine bağlı kaldılar, hakikatlere yönelmediler, böylece onlar gözlerini hakikatlere kapattılar, asi davrandılar.

9- Hakikatleri sunduğumuz halde, onlar geçmişlerindeki engelleyici olan o cehalet bilişlerini önlerine engelleyici olarak koydular, sonra da onlar Bizi anlamaktan uzaklaştılar, böylece bakıp ta göremediler.

10- O halde olanlara hakikatleri açıklayıp uyarsan da ya da uyarmasan da bir şey değişmez, onlar inanmazlar.

11- Sen sadece hakikatleri anlamaya tâbi olan ve görünmeyen bilinmeyen âlemin sahibi olan Rahmana karşı saygılı olan kimseye, hakikatleri açıklayıp uyarabilirsin. İşte böylece o, hakikatlerin sevinci içindedir, temizlenmenin ve yüce bir karşılığın içindedir.

12- Muhakkak ki Biz nutfeden hayat vereniz. Nutfede ne yazılı ise aşama aşama ortaya çıkar ve onlar izler bırakır. Bütün her şeyi gelecekte yol göstermek için apaçık kaydederiz.

13- Onlara köy sahiplerinin meselesini anlat: Hani onlara hakikatleri anlatan kimseler gelmişti.

14- İkisi onlara hakikatlerimizi sundu. Fakat onları yalanladılar. Sonra da üçüncüsü Bizi daha güçlü delillerle anlattı. Onlar: Biz size hakikatleri açıklamak için ortaya çıktık, dediler.

15- Dediler ki: Siz sadece bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz ve Rahmandan bir şey de indirmediniz. Sizler ancak yalan söylüyorsunuz.

16- 17- İlmin sahibi olan Rabbimizdir, biz sizlere elbette hakikatleri anlatmak için açığa çıktık ve bizim sorumluluğumuz apaçık tebliğ etmekten başka bir şey değildir, dediler.

18- Dediler ki: Biz sizler yüzünden uğursuzluğa uğradık, eğer vazgeçmezseniz elbette biz, sizi kovar uzaklaştırırız ve elbette bizden sizlere acı sıkıntılar dokunur.

19- Sizin uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir, hakikatler size hatırlatıldığı halde, bilakis siz haddi aşan kimselersiniz, dediler.

20- Ve şehrin uzak bir yerinden bilgili biri koşarak geldi. Dedi ki: Ey kavmim! Hakikatleri anlatmak için açığa çıkanların anlattıklarına uyun.

21- Siz, hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun. İşte onlar sizi hakikatlere yönlendiriyor.

22- Ki O beni yaratana karşı kulluk şuurumdan neden uzaklaşayım ve aslımız olan O’na döneceğiz.

23- Benim isteğim O’nun rahmetidir. Ben O’nu bırakıp ilahlar edinmem. Bir müşkilim olsa onlar gideremez, hiçbir şeye şefaatleri de olmaz ve bizi kurtuluşa da ulaştıramazlar.

24- Aksi durumda ben apaçık hakikatleri bırakıp, kendi cehaletine sapanlardan olurum.

25- Sizi de vücudlandıran O’dur, ben O’na iman ettim. Artık beni dinleyin.

26- 27- Ona: Huzura dahil olanlardansın, denildi. Dedi ki: Keşke kavmim de hakikatleri bilseydi, Rabbimin mağfiret sahibi olduğunu ve bizi sıfatlarıyla donattığını anlasalardı.

28- O kavmin üzerine hakikatlerden başka bir şey sunmadık. Sonra tüm varlığın bir Ulvîyet taşıdığını bildirdik ve başka bir şey de sunmadık.

29- Doğrusu onlara tüm varlıktaki birliği gösteren o kudretli ses sunuldu. Fakat onlar o hakikati anlamada ölü gibi pasif davrandılar.

30- Kulluk hakikatini anlayamayıp kendilerini ayrılığa düşürenlere; hakikati anlatan biri onlara gelmesin ki, onlar sadece onunla alay ederlerdi.

31- Onlardan önceki nice nesillerden de, Bizi anlayamayıp helak olup gidenleri görmediler mi? Doğrusu artık onlar da onlar gibi hakikatleri bırakıp dönmesinler.

32- Şüphesiz onların hepsi, varolan her şeyin Bizim birliğimizi gösterdiğini bilemediler.

33- Yeryüzü onlar için bir ayettir. Biz orada nutfelerden hayat vereniz ve ondan bitkiler, daneler çıkartırız. Böylece onlardan beslenirler.


Tanrının yeryüzündeki kırbacı:Atilla..

ATİLLA'NIN ÖLÜMÜ

İtalya'dan dönen Atila, Constantinopol'a yolladığı elçiler aracılığıyla, Doğu Romalılar'dan Theodosie zamanından kendisine borçlu kaldıkları haraçları göndermelerini istedi. Hun Kralı 453 yılında başkaldırmış olan Alanları sindirip, yeniden kendisine tabi kıldıktan sonra, başkaldırmış olanlardan birinin güzel kızı İldiko ile birlikte Krallığı'nın payitahtına döndü. Atila, önemli sayıda kadına sahip olduğu halde, İldiko için parlak bir düğün yaptı. Geniş Krallığı'nın her köşesinden sayısız hediyelerle gelmiş olan misafirlerine, sarayında büyük ziyafetler verdi. Mutluluğunun verdiği veya İldiko'nun güzelliğinin yarattığı neşe ile Atila, alışık olduğu tedbir ve temkini bir tarafa bırakarak, pek çok yemek yedi ve içki içti. Gündüzünü ve gecesinin bir kısmını bu düğün şenliğinde geçirdikten sonra zifaf odasına girdi. Yordanes'in yazdığına göre, midesi yemek ve içki ile dolu olduğu halde sırtüstü uyuyan Atila'nın "pek bol olan kanı normal olan burun deliklerinden çıkmayarak şeametli bir yol aldı ve akciğerlerine dolarak boğulmasına sebep oldu." İkinci günü Kralın kapısında muhafaza nöbeti tutanlar, O'nu rahatsız etmek endişesiyle, akşam karanlığı basıncaya kadar hiçbir hareket yapmadılar. O zaman kötü bir şey olduğuna kanaat getiren hizmetçiler kapıları kırarak içeri girdiler; Atila'yı ölmüş ve İldiko'yu gelinliği içinde bir köşeye çekilmiş ağlar ve korkmuş halde buldular. Yakınları Kralın vücudunda hiçbir yara ve bere izi olmadığını ve eceliyle ölmüş olduğunu gördükten sonra tebaalarını büyük Kralın ölümünden haberdar ettiler. Hunlar, derin acılarının alâmeti olarak, saçlarını kestiler ve yüzlerinde derin yaralar açtılar. Yordanes, erkekler, büyük savaşçı için, kadınlar gibi gözyaşlarıyla feryat ederek değil, kanlarını akıtarak acılarını belirtiyorlardı. Yordanes, Priscus'tan naklederek Atila'nın öldüğü gece Constantinopol'da Tanrı'nın Marçian'a Hun Kralı'nın yayının kırıldığını rüyasında göstermiş olduğunu yazar.

Hakanın cansız bedeni, herkesin görebileceği şekilde, bir ipek çadırın altına konuldu. En seçkin Hun süvarileri, Atila'nın kahramanlık hikâyelerini birlikte yırlayarak, çadırın çevresinde at koşturdular: "Hun krallarının en büyüğü Munzuk'un oğlu Atila idi. O, en cesur ve kahraman milletlerin hâkimi oldu; tek başına İskitya ve Cermanya'ya sahip oldu; bayrağı altında o zamana kadar görülmemiş bir kuvvet topladı. Roma'nın iki İmparatorluğu'na dehşet ve korkuyu O saldı... Bu kadar büyük ve muhteşem işler yaptıktan sonra düşman elinden değil; O'na ihanet eden kendi adamlarının elinden de değil ancak acı çekmeden, şenlik ve zeyk içinde ve mutlu, milleti ortasında eceliyle öldü." dediler.

Kralın cesedi önce bir altın tabuta konuldu; bunun üstüne bir gümüş tabut ve bunun da üstüne bir demir tabut geçirildi. Bunun mânâsı şu idi: Atila, demir ile milletlere baş eğdirip onları hükmü altına aldı. Altın ve gümüş iki İmparatorluğun O'na verdikleri kıymetin sembolü idi. Mezarına düşmandan aldığı silahları ile kıymetli taşlardan yapılmış kolyeleri ve diğer mücevherleri konuldu. Bu muazzam serveti insanların aç gözlülüklerinden ve kötü ellerinden korumak için, O'nun mezarını kazmış olanlar da Hakan ile beraber gömüldüler.

Atila'nın kaybı Hun Krallığı'nın da ortadan kalkması demek oldu. Asya bozkırlarından gelen bir kavmin meydana getirdiği ilk büyük siyasi oluşumun kolayca yıkılabildiği görüldü. Onun varlığı, dehası ile ona kudret ve birlik verebilecek olanın kişiliğine bağlı idi. Atila'nın ölümünden sonra, oğulları hakimiyet ve taht için aralarında kavgaya başladılar. Aralarından birisinin kral seçilip tahta oturması hususunda anlaşmaya varamayınca, babalarının bıraktığı mirasın aralarında sayıları kadar eşit surette paylaşılmasına karar verdiler.

Cepitler'in kralı Ardarik, Atila'nın çocuklarının, sanki milli müttefikleri değil de, pazarlarda satılan esirlermiş gibi halklar üzerinde bu kadar pazarlık yaptıklarını öğrenince, aleyhlerine isyan etti. Ardarik ile beraber diğer halklar da ayaklandılar. Atila'nın oğulları, adamlarını ne kadarsa az kalan müttefiklerini toplayarak Panonia'daki Netad Nehri kenarında Ardarik ile karşılaştılar. Bu gösterişli karşılaşmadan Ardarik ve müttefikleri galip çıktılar. Bu savaşta Atila'nın sevdiği, askeri ve siyasi değer ve yeteneğinden dolayı takdir ettiği büyük oğlu Ellak öldü. Bunun ölümü üzerine diğer oğulları evvelce Gotlar'ın yaşadıkları Kara Deniz sahillerine kaçtılar.

Tuna'nın kuzeyindeki kavimler, Hunlar'ın boyunduruğundan kurtulunca, her biri kuvvet kullanarak bir yurda sahip olmayı denediler. Bütün Dakya'yı işgal eden Cepit'ler, İmparatorlukla dostluk kurmak için Constantinopol'a elçi gönderdiler, imparatorun göndereceği yıllık bir hediye karşılığında sulhu koruyacaklarını taahhüd ettiler, imparatorun bu şartı kabul etmesi ile 453 yılında anlaşma yapıldı ve bu, tam yüz yıldan fazla aksamadan yürürlükte kaldı. Yordanes eserini yazarken Cepit'leri İmparatorluğun hizmetinde saymıştır. Ostorgotlar Panonia'yı işgal ettiler. Sarmatlar ve birkaç Hun'un katıldığı Çemand'lar İliria'ya yerleştiler. Skirler, Satagirler ve Alanlar'ın kalıntısı Dobruca'ya, Aşağı Moezia'ya ve Rug'lar da Tuna'nın güneyine yerleştiler. Atila'nın en genç oğlu Hernak Dobruca'nın bir köşesinde bir barınak buldu. Amca çocukları Emnedzar ve Uzindur, Rıpusr Dakya'sında kaldılar.

Hunlar'ın Avrupa'nın doğusunu ellerine geçirmesi için bir çeyrek asır gerekti. Hükümleri yarım yüzyıl Ren ile Tuna arasındaki bütün topraklan kapsayan Batı'ya yayıldı. Hunlar Atila'nın hükümranlığı altında kuvvetlerinin en yüksek noktasına ulaştılar. Bunun ölümünden sonra Hun Krallığı'nın haritadan silinmesi için yalnız birkaç gün yetti. 453'ten çok kısa süre sonra Hunlar'ın kendileri de tarihten kayboldular


23 Nisan 2018 Pazartesi

KAHRAMANIN YOLCULUĞU.

Kabile topluluklarında ergen çocuklar annelerinin yanından alınıp topumdan koparılarak onları erkekliğe hazırlamak üzere tasarlanmış çilelerden geçirirlerdi. Şamanların yolculuğu gibi bu da ölüm ve yeniden doğuş sürecidir aslında.

Ergen çocukluğunu öldürüp yetişkinlere özgü sorumluluklar dünyasına adım atmalıdır. Ergenlik çağındakiler toprağın altına ya da mezara gömülür: bir canavarın kendilerini parçalayıp yiyeceği ya da bir ruhun canlarını alacağı söylenilir. Yoğun fiziksel acıya ve karanlığa maruz kalırlar; genellikle sünnet edilir ya da derilerine dövme yapılır. Yaşadıkları öyle yoğun ve sarsıcı bir deneyimdir ki, ergen genç bir daha geri dönmemek üzere değişir.

Psikologlar bize böyle bir başına ve yoksun bırakılmanın kişiliğin bastırılmış karışıklığına sebep olabileceği gibi eğer uygun biçimde denetlenirse kişinin içindeki derin güçlerin yapıcı oluşumunu destekleyeceğini söylüyorlar.

Çile çekme süresi bitince, çocuk ölümün yeni bir başlangıç olduğunu öğrenir. Kabilesine döndüğünde erkek ruhu ve bedeni taşıyordur. Ölümü ensesinde hissetmiş olan ve onun yeni bir varoluş biçimine geçiş töreninden başka bir şey olmadığını öğrenen genç, bir avcı, ya da savaşçı olup halkı uğruna canını tehlikeye atmaya hazırdır artık.

Yaşamımızın bir döneminde her birimizin kahraman olması gerekir. Her bebek masal dünyasındaki labirentleri aratmayan daracık doğum kanalından geçmek, güvenli rahim ortamını bırakıp hiç bilmediği dünyaya çıkmanın sarsıcı deneyimini yaşamak zorundadır.

Doğum yaparken, her anne kendi ve çocuğunun canını tehlikeye atan bir kahramandır. Her şeyden vazgeçmeye hazır değilseniz kahraman olmazsınız; önce karanlığa inmeden yükseklere çıkış, ölümün bir biçimi olmaksızın yeni bir yaşam söz konusu değildir.

Yaşamımız boyunca bilinmeyenle yüzleştiğimiz durumlarla karşılaşırız, kahramanlık miti de bize nasıl davranmamız gerektiğini öğretir. Sonunda hepimiz kendimizi adına ölüm denen son ayinde buluruz.

Kimi Paleolitik kahramanlar daha sonraki mitos edebiyatında da görülür. Örneğin Yunanlıların kahramanı Herakles’in avcılık döneminden kaldığı neredeyse kesindir. Mağara adamları gibi hayvan postuna bürünür, elinde sopa taşır. Herakles hayvanlarla başa çıkmakta ustadır ve bu yönüyle bir şamandır; yer altı dünyasına gider, ölümsüzlük meyvesini arar ve Olimpos dağı, tanrılar âlemine çıkar.

Yunanlıların ‘’Hayvanlar Tanrıçası’’ avcı ve yaban hayatın efendisi diye bilinen tanrıça Artemis de Paleolitik bir figür olabilir.

Avcılık salt erkeklere özgü bir etkinlikti, ancak Paleolitik çağın en güçlü avcılarından biri dişiydi.