20 Ocak 2018 Cumartesi

Yunus Emre

Her şey dönmekte dönüşmekte.Kim ki benim diyorsa o henüz teklğin farkına varamamış.
Yunus Emre pirimizin dediği gibi..

İkilikten usandım,
Birlik hanına vardım,
Dürd-ü şarabın içtim, (Dürd-ü şarap = Şarabın tortusu)
Dermanım yağma olsun. (Gücümü kuvvetimi kaybettim)
Benden benliğim gitti,
Hep mülkümü dost tuttu,
Alan veren dost oldu,
Lisanım yağma olsun. (ifade etmek gücümü kaybettim)

Hem hem mantığı --2--



İnsan seyri sülük ile yani bilgelik yolu ile HAKKA varınca Vahdet_i Vücud olur . Yani En_el Hak olur .
Buna görede İnsan hem macrodur hem micro yani hem Hepsi olduğunu yani Tanrıdan tecelli eden herşeyin kendisi olduğunu idrak eder . En_el Hakkım der bu HEPLİK BİLİNCİDİR .
Hemde kendisinin Hak olmasına karşın dünyaya indiğinde ise tekarar macro olan kendisini bildiği için kendisini zerre olarak görür ve hiç olduğunu idrak eder . Bu da HİÇLİK BİLİNCİDİR .

Şimdi KUL Nesimi'nin şu deyişine bir göz atalım ;

Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi
Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni 
Burda demek istediği ben hem gözleyenim hem gözlenen Yani hem Hakkım hem haktan. Bu söylem aynı zamnda bana göre kişi uykuya daldığında astral beden serbet kalıp gezmeye başladığı zaman kendisini yukardan izler bu manayıda ifade eder .
Yani İnsan dediğimiz varlık ;

_ Hem HAKTIR hem HAKKA KUL .
_Hem herkestir hemde hiç kimsedir .
_ Onun için herşey hem önemlidir hemde hiç önemi yoktur . Önemlidir çünkü herşey HAKTANDIR . Önemsizdir çünkü madde alemindeki hiçbirşeye tamah etmez birtek Haktan başka .
_ Kendisi hem VARDIR hem YOKTUR .
Vardır çünkü zihni ona ağaç , kuş , böcek , taş , insan vs. herşeyi birey olarak algılatan micro benliği vardır .
Yoktur çünkü , bu madde alemi ve benlik zannı ilüzyondan başka birşey değildir .

Evet arkadaşlar Kuantum fiziğininde bize kuram olarak açıklamaya çalıştığı şey bu değilmi madde hem vardır hemde yoktur yani ilüzyonlar dünyası sanal dünya vs. Bunu yüzyılar önce bizim Yunus Emremiz bakın nasıl söylemiş ;

Yürü yürü yalan dünya, 
Yalan dünya değil misin? 
Yedi kez boşalıp yine, 
Dolan dünya değil misin?  
Hepinize keyifli okumalar Bütün Ehl_i Kamillere buradan selam ve aşk ile 


Hem hem --1---

TASAVVUFDAKİ _ KUANTUM BİLGELİĞİ ;  

Kuantum kuramına göre birşey hem parçacık olarak vardır hemde dalga olarak vardır . Biliyoruzki atomların yüzde 99.9 u boşluktan oluşuyor . Bu bizim için nedemek ? bu bizim için madde dediğimiz şey hem vardır hemde yoktur . Kuantum mantığının çalışma şekli , birşey ya vardır yada yoktur başka bir ihtimal söz konusu olamaz yani veya vardır , yada yoktur denemez . Ya vardır yada yoktur . Bu iki seçeneği ortaya çıkaran şey ise gözlemci ve gözleyen olmaktır . 

Şimdi bu ne demek ? İnsan hem gözlenendir hem gözleyen .Schrödingerin kedi varsayımı da bu mantığı açıklar Kutudak, kedi kutuyu açmayınca hem ölüdür hemde diri . Ancak kutuyu açınca anlayabiliriz kedinin ölü veya diri olduğunu yani gözlemci durumuna geçince .
Hem hem mantığı..
Hem Hem mantığı Tasavvuf ehli olan kişilerin hayat felsefesidir . 

*** Şimdi Tasavvufdaki bu felsefenin işleyişine bakalım ;
Bu hem hem mantığı Tasavvufda HEPLİK ve HİÇLİK bilincine denk gelir . 
Tanrı buna göre Hem heryerdedir Hem hiçbiryerdedir . 
Tanrı yada ALLAH panteist bakış açısı olarak ALLAH herşeydir demek değildir bu bakış açısı sadece madde kainatı için yani sadece nesnelci olarak bakılan bir eksik görüştür .
Tasavvuda ise Herşey O nun zatından tecelli ettiği için herşeyde O'nun Nuru varolduğu için hem herşey HAKTIR . Hem de HAK La Mekan'dır . Yani mekansızdır O HİÇBİR makana sığmaz .


19 Ocak 2018 Cuma

Doğayı anlamak..

Doğanın kendi kendine yeterliliğine inanan, 

doğadaki mükemmel işleyiş ve ahengi, doğa yasalarını tanıyan Paracelsus, 

‘Doğayı bilen onu sevecektir ve onun güçlerinden yararlanmayı bilecektir’ der. 

Doğayı örnek alarak, Galen’in karşıt karşıtı tedavi eder prensibi yerine, benzer benzeri tedavi eder prensibine inanır ve bunu tıbbına uygular.  

Bu ünlü tıp prensibi, Homeopati Okulunun kurucusu Hahnemann tarafından 19. yy’da canlandırıldı. 

Günümüzde, bu prensipten köken alan homeopati çalışmaları devam etmektedir. 

Paracelsus der ki: ’zehir her şeydedir, zehirsiz hiçbir şey yoktur. Dozajı onu bir zehir ya da bir ilaç yapar’. 

Onun, benzer benzere görüşü homeopatik olduğu kadar kemoterapötiktir de. 

Sanatını uygularken, dozlarını ayarlayarak kimyasal maddeler kullandı. 

Arterioskleroz’lu hastalara kışın çiçek açan Hellebore (yılbaşı çiçeği, siyah marulcuk) bitkisini önerdi. Onun dozunu ayarlayarak 50 yaş üstündeki hastalara verdi. 

Bu bitki kışın çiçek açarak doğanın yenilenme gücünü göstermektedir. 

Aynı zamanda, organ organa ilkesini benimsedi. Bu ineğin organının insana verilmesi şeklinde değil, Makrokozmos (evren) organının, mikrokozmos (insani) organına uygulanmasıdır.

Paracelsus anemiden söz eder; kan hastalığıdır ki, makrokozmostaki kan kırmızı renkli organ Mars’tır. Demir elementinden zengin olması nedeniyle kırmızı görünümdedir ve kana afinitesi (eğilimi, çekimi) vardır. Bu nedenle demir elementi insana verilirse kandaki demir eksikliği giderilecektir. Böylece, hastalara demir bakımından zengin bitki tedavisi uygulanır.


Önce kendini sonra herkesi affet..

Herşey Tanrı’yla senin aranda...

İnsanlar çoğu kez 
akılsız, mantıksız ve 
ben merkezli davranırlar
Sen yine de onları affet.
Eğer iyi niyetliysen 
ve insanlar seni
bencillik ve gizli amaçlar gütmekle suçluyorsa;
Sen yine de iyi niyetli ol.
Eğer başarılıysan, 
sahte arkadaşlar ve
gerçek düşmanlar kazanırsın;
Sen yine de başarmaya devam et.
Eğer dürüst ve açık yürekliysen,
insanlar seni aldatabilir;
Sen yine de dürüst ve açık yürekli ol.
Senin yıllarca uğraşarak yaptığını,
Bir başkası bir gecede yok edebilir;
Sen yine de yapmaya devam et.
Eğer huzuru bulmuşsan ve mutluysan,
seni kıskananlar olabilir;
Sen yine de mutlu ol.
Bugün yaptığın iyilikler,
yarın genellikle unutulur;
Sen yine de iyilik yap.
Dünya için elinden geleni yap,
bu belki asla yeterli olmayabilir;
Ama sen yine de elinden geleni yap.
Gördün mü, sonuçta,
herşey Tanrı’yla senin aranda;
Hiç bir zaman 
onlarla senin aranda olmamıştı zaten...
Rahibe Teresa Ana’nın duvarında asılı olan bu şiir Kalküta’lı Teresa Ana tarafından yazıldığı iddia ediliyordu. Ancak, Harward Öğrenci Ajansının ortaya çıkardığı gerçek, bu şahaser dizelerin 19 yaşındayken M. Keith tarafından yazıldığıdır...

Cennet ve cehennem bir bilinç düzeyidir..

Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün?
Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor.
Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış.
Adam şaşkın, “Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor.”
Tanrı gülümsemiş, “Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım.
Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım.
Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için siziyargılamak kendimi yargılamak olur.
Ayrıca benim yargılamama ne gerek varki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz.
Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış.
Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor.”
demiş.
Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezlerse ne olacak?
“Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş,
“Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın.
Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın.”
Adam bir süre düşünmüş, “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya.
“Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım.
Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir.
Cennet de dünyadan başka yerde değil.” demiş Tanrı.
“Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış adam.
“Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz
kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır.” demiş Tanrı.
“Peki dünyaya döndüğümde doğru yola görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam.
“Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz.”
“Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam. 
“Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı.
“Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im.”
“Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?”
“Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş Tanrı.
“Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz? Ne kadar bilgi kazandınız?”

18 Ocak 2018 Perşembe

Bilinçaltı.

Bilim adamlarının genel kanaatine göre,
İnsan beynine gelen verilerin 
çok küçük bir kısmı bilinç seviyesinde algılanıp işlenebilmekte; 

geri kalan veriler bilinçaltı tarafından algılanmakta ve kaydedilmektedir.

Bilinçaltı,saniyede 400 milyar bit bilgiyi işlerken 

bilinç bunun sadece 2000 tanesini farkedebilmektedir.

Bilinçli olarak algılayamadığımız hâlde gördüklerimizin pek çoğu bilinçaltımız tarafından algılanır. 

Bunu sağlayan göz çukuru olarak isimlendirilen “fovea”dır.

“Retinanın merkezinde bulunan, çapı sadece yarım milimetre kadar olan bu çukur, yalnız konileri içerir ve net görüntüyü diğer bir deyişle görüş keskinliğini sağlar”[i] Fovea, retinanın küçük nesneleri ve ayrıntıları ayırt etme yetisinin en yüksek olduğu kısmıdır.

Göz çukuru (fovea) bütün görüntüyü ayrıntısıyla alır ve bunu zihne aktarır, 
zihin bunları depolar, ama biz bunların hepsini bilinçli olarak algılamayız. 

Bunu bir kamera gibi düşünün. Kamera, mercek ve diğer mekanizmaları sayesinde kayıt yapar ama sadece kayıt yapar, algılamaz. 

Şu durumda bizim görüp de bilinçli olarak algılayamadığımız her şeyi bilinçaltımız kaydeder.

Bilincimiz, duyusal girdileri analiz eder. Düşünür, muhakeme eder, eleştirir, değerlendirir. Fikir ve/veya telkinleri yarğılar, kabul eder veya reddeder. Yani mantık süreçleri egemendir ve bilişsel fonksiyonlar üstlenir.

Bilinçaltı zihin telkin ve imgeleme yoluyla iknaya riayetkârdır. 

Bilinçli zihnin aksine sorgulamadan tekrarlı önerileri kabul eder, pekiştirir. 

Duyduğumuz, gördüğümüz 
ama bilişsel (kavrayış) olarak algılayamadığımız her şey 
bilinçaltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır 
ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer. 

İşte tam da bu aşamada bilişsel sürece değil ama 
bilinçaltına hitap eden tüm propaganda ve veriler, 

bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. 

Zira sıklık arz eden tekrarlar içsel algılarımıza odaklıdır


Ziyah sağlık;Zeytin..

Tasavvufta ; çok çekirdekli İncir (Nar gibi) Kesret (çokluk, tüm varlıklar) sembolüdür.

Zeytin ise vahdet (Bir oluş,Teklik-Tevhit Boyutu) nu çağrıştırır.  

İncir vahid , Zeytin ahad. 

Bu iki meyvenin zahir [görünen] özelliklerinden yola çıkılarak batında [görünmeyen iç boyutta] bu anlamları oluşturma yoluna gitmişler

Ayetlerle ilgili birçok yorumcuya göre “incir” ve “zeytin” den kasıt, bu meyvelerin yetiştiği bölgelerdir; ki, bu bölgeler de Filistin ve Suriye’ye işaret etmekte.

Ve buna bağlı olarak da İncir” ve “zeytin”in “Sina dağı” ve “güvenli kent”(Mekke) gibi yer veya bölge bildiren semboller olduğu, bu bölgelerin de incir ve zeytin meyvelerinin yetiştiği Filistin ve Suriye olduğu yönünde kabulleri doğurmakta.

Tîn Sûresi İlk dört Âyet-i kerime'de incir, zeytin, Sinâ dağı ve Mekke-i mükerreme üzerine yemin edilerek; insanın Ahsen-i takvîm olarak yaratıldığı bildirilmektedir.

Zeytin tedrici (kerteli) gelişimin simgesi ve tabii ki İhsan-ı Kamil'e işaret eder;

Zeytin, Rızanın, Nübüvvet kemâlâtın rengi olarak önce yeşildir. 
Sonra kızaracak (aşkın rengi) ve nihayet en sonra da hiçliğin rengi siyaha ulaşacak 

Zeytin , insanı kâmil ;“en güzel biçimde yaratılış / yaratılmışların en güzeli”o ; Hz. Muhammed

Tin Sûresi'ndeki ifadeler ,İnsanın ‘Ahsen-i takvîm’ üzere yaratıldığına,
“Kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve istidatça en zengini” olduğuna,
genel mânâda , potansiyel olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi, insan-ı kâmil olarak da yeryüzünde Allah’ın tam halifesi olduğuna işaret olarak görülüyor.

17 Ocak 2018 Çarşamba

Yazmıştım

16 Ocak 2018 Salı


Deprem olacak hem ülkemizde hemde avrupada.Üç ülke birbirine bağlı kıta dikkat et depremler geliyor..Patlamalar var avrupanın göbeğinde.İnsanlar kaçışıyor.Yanardağlar tekrar faliyette..Doğal afetler(toprak kayması,aniden yerin yarılması veya ordan sıvı çıkması.Sel.)
Yolcu uçakları helikopter.Savaş uçağı.Yanlışlıkla bir füze başka bir ülkeye düşecek.Gerilim olacak ama savaş yok.
Irkcılık had safhaya çıkıyor.Kara Afrikada kabileler tekrar gerilim içinde.
İsim yok veremem..Umarım hiç bir canlıya zarar gelmez ..


ABD'de askeri helikopter düştü: 2 ölü

İHA |  21 Ocak 2018 Pazar - 22:44 | Son Güncelleme : 21 01 2018 - 22:44

ABD'nin Kaliforniya eyaletinde askeri helikopterin düşmesi sonucu 2 pilot hayatını kaybetti.




http://m.aksam.com.tr/guncel/meksikada-65-buyuklugunde-deprem/

http://m.aksam.com.tr/guncel/isparta-son-dakika-ucak-dustu-isparta-dusen-ucak-sehit-yarali-isimleri-neler/haber-699317



Filipinlerin en aktif yanardağı Mayon, binlerce kişinin tahliyesinin hemen ardından tekrar patladı.
Volkanoloji ve Sismoloji Enstitüsü (PHIVOLCS) tarafından yayınlanan bir fotoğraf, yanardağın yanına akan lav ve zirvenin tepesinde büyük bir duman alanını gösteriyordu.

Hiçlik..


Hz.Ali..

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Velilerde, nebilerde gören göz Ali’dir” Bütün hakikatler Hazreti Ali Efendimizle sunuldu. Peygamberimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden O, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi, bütün hakikatleri verdi. Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. Peki, ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu, bütün sırları o kuyuya söyledi ve biraz olsun rahatladı. İşte o kuyuda daha sonraları bir saz meydana geldi. Veysel Karani Hazretleri de develerini otlatırken, o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı...
“Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında
olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, 
geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de
Allah’a perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe
vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi 
boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça
sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz. Sen,
kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta
olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kabe’ye
gelmiş sayılırsın?”
(Mesnevi, I/2200)

16 Ocak 2018 Salı

Birileri bizi yeniden kodluyor mu..

VİRÜSLER Beynimizi mi Kemiriyor!...Birileri zihin kodlarımızla mı oynuyor?...

Yapılan araştırmalardaki yeni bulgular, MUTLULUĞA, DEPRESYONA hatta 
AKIL HASTALIKLARINA bile virüslerin yol açabileceğini gösteriyor.

Birçok viral enfeksiyonda zihin bulanıklığının sıradan bir sorun olduğunu hepimiz biliriz.

Perifer sinir sistemi ,Merkezi sinir sisteminin (MSS) algılama ve uygulama organı diye tanımlanabilir.Tüm vücuda dağılmış çok sayıda sinirden oluşur. Sinir sistemine özel ilgisi olan veya sinir sistemi hastalıklarına yol açan nörotropik virüslerce enfekte edilir.

VC17 virüsü kapan kişi mide ve sinir sistemi mutasyonunda birçok evreyle karşılaşır.4. evre olan duygusal evrede tüm duyguların etkisi artmaya başlar..Sinirlenebileceği bir konuya normal halinden çok fazla tepki gösterebilir.

Yosun virüsü olarak bilinen ve genelde yosunlu sularda görülen virüs, sağlıklı insanlarda da tespit edildi. Johns Hopkins ve Nebraska Üniversitesi’nden araştırmacılar boğaz mikropları üzerinde çalışırken şans eseri bu virüsü buldu. atcv-1 adı verilen virüs, incelenen 92 hastanın 40'ında tespit edildi. 

Virüsün beyindeki genleri değiştirdiği ve virüsü taşıyanların taşımayanlara oranla yapılan testlerde kötü sonuçlar verdiği ortaya çıktı. 

Virüsü taşıyanlarda hafıza, duygu ve mutluluk hissini etkileyen yaşamsal önemdeki dopamin hormonunun etkilendiği belirlendi. Araştırmada ortaya çıkan bir başka sonuç da bu virüsün sadece deniz veya havuzlardan bulaşmadığı. Uzmanlar, insanoğlunun nasıl bulaştığı belirlenemeyen bu virüsü uzun bir süredir taşıyor olabileceğini belirtiyor. 

Bilim adamları, ’’obsessif kompulsif bozukluk’’ gibi bazı davranışların, enfeksiyonlarca tetiklenebileceğini, bağışıklık sisteminin, ne kadar endişeli veya atak olduğumuz gibi temel kişilik özelliklerimizi şekillendirebileceğini belirledi. Beyinle ilişkili bu tür rahatsızlıkların, çocukluk döneminde yakalanılan hastalıkların sonuçları bile olabileceklerine işaret edildi.

Bağışıklık sistemiyle beyin arasındaki bu ilişkinin anlaşılmasının, tüm davranış bozukluklarının tedavisinde yeni yöntemlerin geliştirilmesini sağlayabileceği bildirildi.

Bilim adamları, kılcal damar çepherlerini oluşturan hücrelerin, beyinde vücudun herhangi bir bölümünden çok daha sık biçimde birleştiğini, böylece proteinlerle hücrelerin beyne girmelerini önlediklerini belirtirken, şimdi antikorlar, moleküller ve hatta bağışıklık sistemi hücrelerinin bile, bazen radikal etkilerle birlikte çoğu zaman buraya girdiklerinin aydınlığa çıktığını ifade ettiler.

New Scientist dergisinin internet sitesinde yayımlanan haberde, Kanada’daki McMaster Üniversitesinden bilim adamı John Bienenstock, geçmişte bağışıklık sistemiyle sinir sisteminin birbirinden ayrı olduğunun düşünüldüğünü, ancak şu anda bağışıklık sisteminin ve onu harekete geçiren enfeksiyonların, ruh halimizi, hafızamızı ve öğrenme kabiliyetimizi etkileyebileceğinin gözlendiğine dikkat çekildi.

MUTLULUK

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, kanser hastalarının bağışıklık sistemlerini harekete geçirmek için enjekte edilen bir bakteri, akciğer kanseri hastalarında tümörlerle mücadele bağlamında istenilen sonucu vermezken, bu bakterinin enjekte edildiği hastaların ruh halleri ve yaşam kalitelerinde radikal bir iyileşme gözlendi.

Mycobacterium vaccae adlı bakterinin kişinin ruh haline nasıl iyi geldiği henüz ayrıntılarıyla bilinmezken, hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda, bu bakterinin, prefrontal korteksteki nöronların, yüksek düzeyde serotonini serbest bırakmalarını sağladığı görüldü.

Yine New York’taki Feinstein Tıbbi Araştırma Enstitüsü’nden Betty Diamond, lupus hastalığıyla bağlantılı antikorların, beyne girebileceğini ve NMDA reseptörlerini etkisiz hale getirerek nöronları öldürebileceğini belirterek, bunun da, bir bakıma hastalık sırasında gözlenen davranış değişimleri ve bilişsel gerilemeyi açıklayabileceğini söylüyor.

Tüketimde bir tabudur..

Klasik ülke fethetme dönemi artık tarihe karıştı. 

Şimdi “Modern Köle Ülke” dönemi..."Toplumsal Uyku Hali" dönemi

Ernesto Che Guevara ne güzel söylemiştir;
"Özgürlüğün en büyük düşmanı, halinden memnun olan kölelerdir...!" diye...

Kölelik sisteminin makyajlanmış hali artık Kapitalizm

Maslow'un tüm hiyerarşisi şu an kölelerin küçük dünyaları için sistem açısından vazgeçilmez kullanılası enstrümanlar.

Çağdaş insan –hiç kimseyi ayırmadan- kölelik koşullarına girmek için büyük bir enerjiyle ve gönüllü olarak çarpışıyor, köle olmak istiyor, Spartaküs gibi bir gün değil, her gün ölüyor.

Kapitalizmin insanlara sunduğu mutluluk bu formülü (fayda maksimizasyonu) gayet basittir: 

Ne kadar çok çalışırsan, o kadar çok para elde edersin. 
Ne kadar çok para elde edersen, o kadar çok mal ve hizmet satın alabilirsin. 
Ne kadar çok mal ve hizmet alırsan, o kadar çok tüketim yaparak faydanı (mutluluğunu) artırabilirsin. 

Kapitalist sistemde kimisi çok çalışarak, kimisi de çok çalarak nihai amaca ulaşmaya çalışır. 

Oysa ;

" Elindeki para hürriyetin aletidir. Fakat peşi kovalanan para, tam tersine kölelik aletidir. " J.J.Rousseau

15 Ocak 2018 Pazartesi

Sevgi ve korku.

Korkuyoruz.
Düşünmekten ' ve 'sevmekten' korkuyoruz. 

__İnsan olmaktan korkuyoruz__

 Oğuz Atay 

Sözcükler..

Sessizlik Yemini, farklı isimlerle ve uygulama biçimleri ile şamanlar , keşişler, rahipler, tasavvuf erenlerince
belirli bir amaç uğruna ettikleri yemindir.
Kadim zamanlarda insanların konuşma ve söz söyleme sanatı olan hitabet ve cedel / tartışma sanatı hakkında eğitildikleri gibi susma, anlama, dinleme sanatında da eğitildikleri ve bunun tapınak girişinde 'kendinizi ve etrafınızdakileri dinleyin, konuşmadan önce çok iyi düşünün, aynı zamanda size emanet edilene sahip çıkın ' anlamında susmayı sembolize eden işaretle ifade edildiği belirtilir.

Lisan-ı hal’in
lisan-ı kal’den üstün tutulduğu
bilinen bir değerlendirmedir.

Sözün ulaşamadığı yerde insanın hâli vardır.
O hâl de, aslen kalpten neşet eder.

“yol almak” isteyenler de
büyüklerin bu haliyle hallenmeye çalışırlar.

"Nasıl ki bedenin orucu varsa her bir uzvun da ayrı ayrı orucu vardır",
"Ya Aşktan konuş, ya da sükut eyle" diyor yine erenler ...

Dudakların orucunu da sükut olarak ifade etmişler.

Çok konuşmak,
insanın beyninin sürekli karmaşalar içinde olmasını sağlar,
hep konuşulan şeyler akla geldiğinden,
insan zihnini toplayamaz.

Bu yüzden de,
sadece bir şey düşünmek istediğinde bunu başaramaz.

Dolayısı ile insan
ne kadar dilini tutmasını bilirse
ve konuşmamaya çalışırsa

zihnini o kadar bir noktaya odaklayabilir.

Halil Cibran da
"Çok konuşunca düşünce ölür" der.

Kynikler’de,Melamiler’de
var olan nefsini hor görmenin yanısıra
bu işleri yaparken konuşmak da yasaktır (Susma Orucu)

Eflatun'un bir sanat olarak gördüğü konuşmaya
Epiktetos bir diğer sanatı da ekleyerek:

"Güzel söz söyleme sanatı" diye bir şey var ise,
bir de "güzel anlama ve dinleme" sanatı vardır." demiştir.

Birçok yogi gibi ,
Yoga'nın en etkili arınma, dinlenme ve aydınlanma yöntemlerinden biri olarak
haftanın bir gününü konuşmadan geçiren Gandi de
konuşmaktan imtina etmenin
bu uygulamanın kendisine iç huzuru getirdiğine inanıyordu.

Gandi 'nin de uyguladığı bu pratik
Hindu ilkeleri
Mauna (Sanskritçe:मौनं — sessizlik) ve Şantiden (Sanskritçe:शांति — huzur)
etkilenmiştir.

Zira Bilge için Sanskritçe sözcüklerden biri
Muni,
“sessiz kişi”dir.

Sakya -muni
(Gautama Buddha’nın adlarından biri),
“Sakya klanının sessiz kişisi ya da bilgesi” anlamına gelir

Meditasyon ve içe dönüşü
muhteşem destekleyen bir yöntem olarak
annamaya koshadaki (fiziksel beden) sessizlik yani konuşmamak,
kendi kendine veya başkalarıyla,
gereksiz iletişimden kaçınmaktır.

Bu uygulama ile
iç ses ve enerji dağıtılmamış olur.

Ancak mauna
konuşmamanın da ötesinde,
zihni yoracak ve tekrar hareketlenmesini sağlayacak
her eylemden kaçınmayı içerir.

Susanna Tamaro da
" Anlayışın
sessizliğe gereksinmesi vardır" der.

Ya da Shri Sathya Sai Baba'nın ifadesi ile;
"Zihinde sessizlik hakim olduğunda
Tanrı'nın ayak seslerini duyabilirsiniz."

Önemli olan,
yoga yolundaki bütün uygulamalar gibi tanıklıktır,
kendinize, zihninize, yaptığınız işlere, gördüklerinize,
yorum yapmadan,
ilk defa görür gibi

sadece tanık olabilmektir.

Ve hedeflenen nokta,

kashta mouna yani mutlak sessizliktir.

Konuşmalar bazen insanlar arasında
gerçek bir iletişim sağlamak yerine
engel dahi oluşturabilirler

ve fazlasıyla enerjiyi tüketirler.

Mesnevi’nin “Konuş!” diye değil de “Dinle!” diye başlıyor olması
yine aynı amaca yöneliktir.

Zira Tasavvufta susmak (samt),
teslimiyeti ifade eder.

Bu susma hali,
gerçekte
yeni bir dil alanına kapı açmak demektir;

sukutun dili (voice of silence) olarak ifade edilen....

Tasavvuf hal ilmi olduğundan
konuşarak değil, susarak yani hâl ile yaşanılır ve öğrenilir.

Hz. Hızır 'ın, Hz. Musa dan istediğidir yine "susmak".

Samt, iki çeşit olarak karşımıza çıkar:
__ Dış sükût -Zâhiri samt: Lisanın konuşmaması, yani dilin susup dünya kelâmı söylememesidir.
__İç sükût- Bâtini samt : Zihnin ve kalbin konuşmaması, susması, Yaratıcıdan başkasını düşünmemesidir.

Tevekkül eden kişinin rızık endişeleri açısından kalbi (içi), susma durumundadır.
Vücûdun hareketsiz hali de, kendine göre sükûtu ifade eder.

"Aşık susarsa,
arif konuşursa helak olur"

Tasavvufta sükut (kıllat-i kelâm) esas olduğundan
Seyr-i sülûke yeni başlamış bir sâlike de
önce sükût idmanları yaptırılır.

Çünkü dil sükût ettiği halde
zihin mâsiva ile meşgulse bu susma makbul değildir.

Susma tefekküre dalmak için yapıldığında daha güzeldir.

Himmetin
sükut ile öğrenileceği sıklıkla belirtilmiştir;

"Söz gümüş ise, sükut altındır.",
"Kişinin selâmeti susmasındadır.",
" Susması faydalı olmayanın sözü de faydalı olmaz.",
"Bana, benden olur ne olursa; başım rahat olur, dilim durursa.",
"Sözün gümüş ise sükutun olsun zeheb (altın); kemal ehli kemalâtı sükut ile buldu hep."
gibi halk arasında kullanılan deyişler de vardır.

Ayrıca Susmak zıtlaşmaları da önler.

Konuşana karşı susmak,
söyleyecek sözü olduğu halde
kendini tutup sabretmek ise cidden zordur.

Zaten Tasavvuf söz değil,
yaşama işidir.

Yani Tasavvuf ehli için
laf (kâl)'a değil,
yaşama (hâl) önemlidir.

"Sözün canı vardır" atasözü,
Söylenen sözün, başa gelecek belâya bağlı olduğu hususunu dile getirir.

Kalabalık toplantılarda, uluorta konuşulmaması gerektiğine dair
"söz vardır halk içinde, söz vardır hulk içinde" denilir.

Sözün etkili bir yanı olduğunu belirtmek üzere,
"söz vardır işi bitirir, söz vardır başı yitirir" atasözünde olduğu gibi...

Ya da Yunus Emre'nin ;

"Söz ola kese savaşı, söz ola y iti re başı,
Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz."

dizelerindeki gibi

"Söyleyenden,
dinleyen arif gerek"

atasözümüzden de bildiğimiz gibi...

"Ne kadar sessizleşirsen, o kadar fazla duyabilirsin" diyen
Mevlâna'nın yine
“Hikmeti ehlinden gizlemek zulumdür. Na ehline vermek ise hikmete zulumdür.” sözleri ile anlattığı gibi..

Dilin sessizliğinin uygulanması ile

kişi alışılagelmiş tepkilerin ne kadar gereksiz ve yorucu olduğunu,
hayatın aslında bizsiz de gayet güzel devam ettiğini görür,
rahatlarlar

Dil, düşüncenin sesli ifadesi olduğundan
ardından düşüncelerin sessizliği yaşanır

ve üretilen fikirlerin hakikati görmeyi engellediği aramıza fark edilir
ve bu gereksiz fikirlerin feda edilmesi gerektiğini görülür.

Daha sonra tüm bu sessizlikler

artık ses olmaması hali,
boşluk ve niteliksizlik olarak değil
düşünmeden bilinilen
bir özgürlük halinin yaşanmasına dönüşür -denilir-

Sanskritçe “Antar Mouna” da
içsel sessizlik, içe dönüş anlamındadır.

Antik çağlardan beri uygulanan Antar Mouna
Zihinsel sorunları ele almak, farketmek ve çözümlemek için en doğrudan ve etkili yöntemlerden birisidir.

Bu sebeple Antar Mouna prensipleri
diğer dinler, mistik gelenekler, modern psikoloji ve psikiyatri tarafından geniş çapta kullanılmaktadır.

Antar Mouna,
budizm geleneğinde Vipassana (İçgörü) Meditasyonu isminde görülür
ve tüm dünyada Mindfullness (Farkındalık) meditasyonları ismiyle de popüler hale getirilmiştir.

Bu şekilde içsel farkındalık geliştiren birey
kendisini tanır, zihninin işleyişini anlar ve bu işleyişi kontrol altına almak için yöntemlerini geliştirir.

Genç yaştan itibaren bastırılan düşünceler, arzular ve unutulmaya çalışılan “kötü” tecrübelerin sebep olduğu zihinsel gerginlik, endişe, korku, mutsuzluk ve bunlardan kaynaklanan hem fizyolojik hem de psikolojik rahatsızlıklar giderilir.

Bu esnada zihindeki düşünceleri ve problemleri takip etmek,
onları kabul etmek, onların şiddetini zayıflatır ve onlardan kurtulmayı kolaylaştırır.

Bilinçaltında unutulmuş hatıralar, korkular, nefretler, düşünceler ve duygular
yavaş yavaş gün yüzüne çıkartılır ve tüketilerek yok edilir.

Bu uygulama konsantrasyon problemi olanlara yardımcı olabileceği gibi
elbette bir arınmadır.

Kızılderililer sessizliği Tanrı’nın sesi olarak görmüşlerdir ;

“Eğer sorarsanız: Sessizlik nedir? Cevap veririz; O Büyük Ruh’un sesidir.
Yine sorarsanız: Sessizliğin meyveleri nelerdir? Cevap veririz: “
Kendi kendini kontrol, gerçek cesaret demek olan metanet, sabır, vakar ve saygı.”

Yahudilikte de “sükut /susma orucu/perhizi (savm-ı samt) şeklinde bir oruç vardır.
Bazı dindar ve zahit Yahudiler sabahtan akşama kadar hiç kimse ile konuşmadan sükût etmekte ve bununla da Hz. Musa ve Hz. Meryem’in sünnetini yerine getirmekte olduklarına inanırlar.

Meryem Suresi'nde belirtildiği gibi
Kutsal Meryem sessizlik (sükûnet) orucu tutmakla yükümlü kılınmıştır:

"Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan,
“Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de". (Sure 19:26 Diyanet)

Yine Hz. Zekeriyye için de susma orucu vardır :
"Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen:
"Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım," de." Ali İmran,41.

Meryem’in susma orucunda,
onun içerisinde bulunduğu durumu anlamayacak olan bir topluma
boşuna konuşmaması, suskunluk orucu ile Rabbine zikir ve şükretmesi hedeflenmiştir.

Aslında Meryem`in bu uygulaması,
günümüze,
oruçlu iken yalan söylememek, söz taşımamak, gıybet etmemek şeklinde
anlaşılmalı ,intikal etmelidir.

Ne mutlu
o sessizliğin içindeki mesajı

alabilenlere!..

Yaşlılık ve koku..

' YAŞLI KOKUSU 'nun moleküler bir sebebi var ; 
Japonya'da kareishū ( 加 齢 臭? ) olarak bilinen 
ve aslen "2-nonenal " denilen doymamış bir aldehit molekülü,
Diğer kimyasalların zamanla oksidatif parçalanmaları ile ortaya çıkan bu bileşen ; insanlarda “nahoş, yağlı ve otsu” olarak tanımlanan Yaşlı insanların karakteristik kokusunu üretiyor.
Yani Nonenal üretimi, yaşlanma sürecinin doğal bir yan ürü
Japonların,bunun bilimsel açıklamasını yapabilmek için yürüttüğü araştırmada yaşları 26 ile 75 arasında olan deneklerinden 3 gün boyunca aynı tişörtü giymelerini istemişler ve kokuya bulanmış tişörtler kromotografi/kütle spektrometre ile incelendiğinde yaşlıların giydiği tişörtlerde yaş arttıkça çok daha yoğun oranda nonenal adlı bu moleküle rastlamışlar.

40 yaşın üzerindeki katılımcılarda, 2-noneal konsantrasyonunun yaşla birlikte önemli ölçüde arttığı , 

bileşenin miktarı, en yaşlı katılımcıda,
orta yaşlarda olanlara kıyasla neredeyse 3 kat daha fazla 
olduğu gözlenmiş.

Bu molekül, buğday ve bira dışında 
eski kitaplarda bulunan kokuya da 

karakteristik kokusunu veren 
bir aldehite molekülü; 

hatta bu yüzden nonenale "kütüphane aldehiti" deniyormuş. 

Yaşlı insan kokusu için biyolojik açıklamalar çok net değil, 

ancak araştırmacılar 
insan vücudundaki kokuların 
"cilt bezi salgıları ile bakteri aktivitesi arasındaki 
karmaşık bir etkileşimden kaynaklandığını 
ve cilt bezi kompozisyonu ve sekresyon değişikliğinin 
gelişim boyunca yaşa bağlı bir biçimde değiştiğini belirtiyorlar

Nonenalin yaşlılarda daha çok olma 
sebebine yönelik
izahları ;

yaşlandıkça cilt yüzeyinde bulunan 
omega-7 doymamış yağların artması 
ve bunların okside olarak 
nonenal miktarının artması ...

Cildin antioksidan savunmasının bozulmasından 
kaynaklanan nonenal üretimi 

genellikle 
erkeklerde ve kadınlarda 
40 yaş civarında başlayıp

menopoz gibi hormonal değişikliklerle 
daha da kötüleşebilen bir salgılama ...

Cilt zayıflarken, doğal yağları daha hızlı oksitlenir. 
Yağ asitleri, yağ bezleri tarafından salgılanır 
ve havadaki oksijenle reaksiyona girerek 

Suda çözünür olmadığından, 
nonenal, yıkamaya rağmen cilde devam edebilir 
ve hatta yoğun fırçalamadan sonra da kalabilir. 

Bu nedenle, son derece temiz ortamlarda bile koku devam eder.

Fakat öyle 
(birilerinin bakımsız yaşlılara yönelik iddia edebileceği gibi 

kötü bir kokudan bahsetmiyoruz tabii

Zira araştırmada denekler için en rahatsız edici kokunun 
gençlere yani 20 30 yaş grubundakilere ait olduğu 
görülürken 
yaşlıların kokusu 
daha az rahatsız edici ve daha az kesif bulunmuş.

Hatta orta yaşlı erkek kokusu 
yoğunluk ve hoşnutsuzluk için en çok oranda 
nitelendirme alırken,

gönüllüler 

orta yaşlı kadınların kokularını 
en keyifli 

ve yaşlı erkek kokusunu
en az yoğun olarak değerlendirmişler.

14 Ocak 2018 Pazar

Fabrika ayarlarına gittiğimizde (içsel olarak) bütün varlıklarla bir olduğumuz ortaya çıkar.

Doğa ile bağımızı açıklayan; BİOPHİLİA Hipotezi (Biophilia Hypothesis)

Biofili hipotezi, insanlarla diğer canlı sistemleri arasında içgüdüsel bir bağ olduğu görüşüne dayanır. 

Biophilia olarak adlandırdıı kavram ise insanların bilinç altında diğer canlılarla kurmaya çalıştığı bağlantılar olarak tanımlanabilir.

“Biophilia” terimi kelime anlamı olarak “hayatı ve canlı sistemleri sevmek” demektir ve ilk kez Erich Fromm tarafından, canlı ve diri olan her şeye karşı duyulan çekim şeklindeki psikolojik yönelimi tarif etmek için kullanılmıştır. 

Erich From ; yaşamsallığın gücünü ve bütüncüllüğünü ifade etmek için kullanmış biophilia’yı., 

Hipotezi ortaya atan ve yaygınlaştıran kişi Biophilia adlı kitabıyla, sosyobiyolojinin önde gelen düşünürlerinden Edward O. Wilson olmuştur. 

Sosyobiyolojiyle ilgili düşünceleri ile -sosyobiyolojinin kurucusu , entomolog ve Pulitzer ödüllü yazar Wilson, terimi “insanların bilinç altlarında, yaşamın geri kalan kısmıyla (bütünü ile) kurmak istedikleri bağlantılar” olarak tanımlarken aynı anlamda kullanmıştır.

Harvard Üniversitesinin ünlü biyoloğu Wilson insanların doğaya olan derin yakınlık ve ilgilerinin biyolojik yapımızdan kaynaklandığını öne sürdü.

Kitabında beynin makinalar tarafından düzenlenmiş değil, biyomerkezli bir dünya geliştirdiğini anımsatmaktadır. 

Biophilia hipotezi, insanoğlunun kendisini doğal çevreden ayırdığında, 
biophilic öğrenme kurallarının modern versiyonlarla yenilenmediini söyler.

Diğer yandan, Wilson'a göre, doğaya yönelmeye biyolojik olarak kodlanmış insanlar, zaman geçtikçe, deneyim ve kültür aracılığıyla bu yönelişi geliştiriyor, rafineleştiriyor.

İnsanların doğal dünyadaki nesnelere yönelik olarak hissettikleri derin korkular demek olan fobilerin aksine “fili”ler, insanların doğal çevrelerindeki belli yaşam alanlarına, eylemlere ve varlıklara karşı hissettikleri çekim ve onlar için hissettikleri pozitif duygular demektir. 

İnsanların doğadaki varlıklara bu şekilde yönelmeleri, deneyim ve kültür yoluyla onları incelten bir şey ve kuramsal olarak, biyolojik evrimin bir ürünü. 

Hipotez aynı zamanda neden sıradan insanların evcil ya da yabanıl hayvanları besleme isteği duyup, bazen bu uğurda yaşamlarını bile tehlikeye attıklarının, neden sık sık hayvanat bahçelerine, milli parklara gittiklerinin, bahçelerinde ve evlerinde neden çiçek yetiştirdiklerinin açıklanmasına da yardım eder. 

Bir başka deyişle, doğa sevgimiz hayatın devamına yaramaktadır.

Biofili hipotezi, ortaya atıldığı tarihten bu yana özellikle Lynn Margulis ve The Biophilia Hypothesis adlı kitabında Stephen R. Kellert tarafından, evrimsel psikoloji alanının bir parçası olarak geliştirilmiştir. 

Kellert’in çalışması, hayvan ve bitkilerin algılanış biçimlerine ve onlar hakkındaki düşüncelere yönelik yaygın insan tepkilerini belirlemeyi amaçlamakta ve bu tepkileri insanın evrimi bakımından açıklamaktadır.

Egolarına yenik düşme..

"Hakikat uzakta değil, yakında;

hakikat her yaprağın altında,
her gülüşte, her göz yaşında, kişinin sözcüklerinde,
duygularında, düşüncelerinde. 

Ama öylesine gizlenmiş ki, onu görmek için örtüsünü kaldırmak zorundayız.

Örtüyü kaldırmak sahte olanı keşfetmektir;

sahte olanı tanıdığınız an o ortadan kalkar, hakikat açığa çıkar."

Bilinç..

"Bilinçliliği evreni kapsamakta olan bir insan için 
evren, kendi bedeni olur, 

bu arada fiziksel bedeni de 
"evrensel aklın" belirişi şekline dönüşür.

Kendi içsel görüntüsü en yüce gerçekliğin bir ifadesi olur. 
Kendi sözü de sonsuz gerçeğin ve kuvvetin bir yansıması
haline gelir."