5 Mayıs 2018 Cumartesi

Telepati ----3

Telepati ve Ruhsal Görü'nün Farkı

Klasik paranormal olaylar olan Telepati ve ruhsal görü, aslında duyu ötesi algı adıyla bilinen yeteneklerdendir. Bu iki yeteneği birbirinden ayırmak güçtür. Genellikle Telepati (Uzaduyum), zihinler arasındaki paranormal bilgi iletişimi olarak kabul edilir; "ruhsal görü"deyse bilgi başka bir zihnin yardımı olmaksızın elde edilir. 

Oldukça yakın bir zamana kadar Telepatinin bir çeşit manyetik yada elektriksel etki olduğu düşünülüyordu. Oysa bunun böyle olmadığı deneylerle ispatlandı. Bir kere elektriksel enerjinin uzaklık arttıkça zayıflaması gerekir. Ama Duyuötesi algılama uzaklıktan etkilenmez.

Bir elmaya baktığımızda onu görürüz. Ama,eğer bu elma görme alanımız dışında, örneğin başka bir odada, hatta kilometrelerce uzakta bir yerdeyse ve biz zihnimizde onu görebiliyorsak işte bu Duyuötesi algıdır. 

Birkaç örnek verelim. Çoğu kez yaşadığınız anı sanki daha öncede yaşamış yada bir filmde görmüşsünüzde hatırlayamıyorsunuz izlenimine vardığınız olmuştur. Yine birisini düşünürken aniden o kişiden telefon geldiği yada yolda karşılaştığınız çok olmuştur.

Telepati ve Empati'nin Farkı

Düşünceler arasında doğrudan doğruya bağlantı kurulması, iki zihin veya ruh arasında imaj, fikir, sembol tarzında ortaya çıkan tesir alış verişi olarak da tanımlanan telepati ile yine parapsikolojide kullanılan empati teriminin sık sık birbiriyle karıştırıldığı görülür. 

Empati (İng: empathy), birbirlerine manevi bakımdan sıkıca bağlı iki canlı arasında, duygu ve ruhsal hallerin aktarılması fenomenine ve bu psişik irtibata Parapsikoloji'de verilen addır. Kimilerince telepatik bir irtibat biçimi sayılmaktaysa da,telepatiden farkı, tanımından da anlaşılacağı gibi, empatide düşünce ve imaj aktarımının olmamasıdır.

Telepati, parapsikolojide tek başına, bağımsız bir konu gibi görünmesine karşın ESP'nin (Extra Sensorial Perception) bir alt başlığıdır. Yani bağlı olduğu ana konu (DDA) (Duyu dışı Algılama) dır. 

Duyu dışı algılamanın içinde yalnızca telepati yoktur; eşyalardaki psişik izleri okuma, geleceği okuma, durugörü (Clairvoyance), geliştirilmiş deri duyarlığı yani parmak uçları ve yanaklarla algılama vb. şeyleri de içine alır. Telepati de dahil, bu olaylar, her ne kadar "Extra Sensorial Perception" kategorisine girse de sonuçta, insanın o kaba fizyolojik yapısının ardındaki ince yapıda büyük bir enerjisel etkinliği gösterir. Büyü, sihir, dua gibi telepati de böyledir.

Telepati ruhsal bir yetenek olduğu için şu anki zaman ve mekanın hiç bir sınırlamasına maruz kalmaz. 

Örneğin Einstein’ın ünlü teorisine göre hız bir zaman ve mekan ilişkisidir. Düşünce hızı şu ana kadar bilinen hızlardan yani ışık hızından dahi daha hızlıdır. Şimdi bizden yaklaşık 8 ışık yılı uzaklıkta bulunan Alfa Zentrum yıldızına çok güçlü bir ışını buradan yollamış olsa idik, bu ışık oraya yaklaşık 8 yıl sonra varacaktır. Diyelim ki orada bulunan bir dostumuz ile telepati denemesi gerçekleştirsek bizim düşüncelerimiz düşündüğümüz anda orada olmaktadır. Fakat ışık 8 yıl sonra oraya varacaktır. Nitekim Apollo 13 uzay uçuşları esnasında başarıyla gerçekleşen telepati deneyi bu teorinin aslında pratik olarak bir ispatıdır. Çünkü burada artık yakın mesafeler söz konusu değildir.

Telepatik iletişim herhangi bir zaman ve mesafe tanımamaktadır. Aslında hiç bir psişik yetenek zaman ve mekan tanımaz çünkü psişik yeteneklerimiz beyne ait özellikler değil psişeye ait, ruha ait özelliklerdir. 

Aslında her şey ruhsal doğanın bir yansımasıdır. DDA (Duyular Dışı Algılama) fizik duyuların bir uzantısı değildir, fizik duyular ruhsal doğanın bir uzantısıdır. Algılama dokunma duyusu şeklinde başlayıp ruhsal algılamaya kadar uzanır.

Dolayısıyla telepati bizlerin dar bilinç yüzeyinde gerçekleşen bir fenomen değildir. Algıladığımız herhangi bir duyular dışı enformasyon öncelikle bizim bilinç dışı dediğimiz alanda tezahür eder. Ve orada bir takım değişimlere uğrayarak örneğin sembollere bürünerek bilinç alanımıza çıkar ve bu şekilde bir DDA elde etmiş oluruz. 

Aynen sezgilerimiz gibi. Sezgilerimizin de işleyiş mekanizması buna benzemektedir. 

Bize ulaşan herhangi bir bilgi bilinçaltında bir süre bekler. Bazen çeşitli yorumlara bürünebilir ve bizim bilinç alanımızda boş bir alan yakaladığında o bilgi hemen bilinç üstüne çıkıverir. 

Fakat sezgileri telepatiden ayırt eden en önemli husus; telepatide herhangi iki insanın birbirleriyle gerçekleştirdikleri bilgi veya duygu alış verişi söz konusu iken sezgiler bizim üst bilincimizden, ruhsal dünyadan veya rehber varlıklardan gelmektedir.

İşte telepatların veya yüksek psişik hassasiyete sahip medyomların kolay bir şekilde telepatik algılamayı gerçekleştirebilmeleri onların bilinçaltında yer edinen tesiri bilinç üstüne çok az bir yorumla ve rahat bir şekilde geçirebilmeleriyle mümkün olmaktadır.

Her birey dış dünyadan sayısız enformasyon edinir ve çok az kişi bunları olduğu gibi, sembolsüz yorumlayabilmektedir. Ve bu kimselere de psişik insan veya hassas kişi demekteyiz. 

Bazı medyomlar bu yetenekleri sayesinde öte alemdeki varlıklarla da iletişime geçebilmektedirler. Onlarla telepatik bilgi alış verişi imkanı vardır. Hatta bedensiz varlıklarla telepatik iletişime geçmenin bedenli varlıklardan daha kolay bir şekilde gerçekleştiği belirtiliyor. Çünkü karşıdaki varlığı maddeye bağlayacak herhangi dünyasal bir aracı bulunmamaktadır. Fakat bu parapsikolojinin değil metapsişik araştırmacıların konusudur ve medyomluk başlığı altında incelenmektedir.

Ruhsal dünyayla telepatik olarak bağlantı kurabildiğimiz gibi aslında telepati ruhsal dünyanın iletişimi veya ana lisanıdır. Bugün metapsişik bilimin ulaştığı ilginç konulardan biri de bu olmuştur.

Metapsişik bilimi ötealem araştırmasına devam ederken bilim adamları da bu arada hücreler arası telepatinin mevcudiyetini kanıtlamışlardır. Ve “Telepati Hücrede Başlar” isimli bir makaleyle de bu buluşlarını kamuoyuna duyurdular. 

Geçtiğimiz yıllarda Rus bilim adamları iki farklı odacığa koydukları aynı tip hücrelerin birbirleriyle aralarında herhangi bir bağ olmadan haberleşebildiklerini keşfettiler. Pratikteki bu keşfin teorik sonucu aslında tüm hücrelerin, birbirleriyle mükemmel bir şekilde telepatik olarak haberleşiyor olmalarıdır.

Hücrede görünen bu telepatik iletişimin son yıllarda kuantum araştırmalarıyla beraber ataomaltı düzeyde de gerçekleştiği ispatlanmıştır. 

Birbirine zıt yönlere gönderilen iki foton, birbirinden ışık yılı uzaklıkta da olsalar birbirleriyle ilişkilerini yitirmiyorlar. Fotonlardan biri yönünü değiştirdiğinde diğeri de yön değiştiriyor. Bunlardan herhangi birinin herhangi bir özelliği ölçülmeye karar verildiğinde aynı özellikleri evrenin bir başka yönündeki eşi de sanki birbirleriyle haberleşiyorlarmış gibi aynı anda yanı özellikleri sergilemektedir. 

Evrende ışıktan daha hızlı bir şey yok kabul edildiğinden, aradaki bağın ne olduğu bir türlü çözülemiyordu. Fakat bu “lokal olmayan” bağlantıların zaman ve mekanı aşan özelliklerinin esrarı 1960’lı yıllarda John Bell tarafından matematik yoluyla ispatlanıp 1980’li yıllarda da deneylerle gösterilen “madde ötesi uzak etki”, subatomlar alanda gerçekleşiyordu.

Bu esrarengiz telepatik ilişkinin daha kolay anlaşılabilmesi için, atomlardan başlayarak hiçbir kütlenin kendi başına buyruk olmadığının kabul edilmesi gerekiyor. Kısaca her şeyin birbirleriyle bağlantılı ve “bir” olduğu kesin. Burada kanıtlanmış olan şey tam anlamıyla bir devrim.

Bilim adamları farklı kıtalardaki iki farenin beynini birbirine bağlayarak, telepati yapmalarını sağlanmıştır;Brezilya'da bir araştırma enstitüsünde bulunan fare, elektronik bağ sayesinde ABD'de bir laboratuvarda bulunan diğer fareye sinyal göndererek onu yönlendirdi ve ödülü almasını sağladı. Araştırmacılardan Miguel Nicolelis, iki beyin arasında işlevsel bağlantı kurarak iki beyinli bir 'süperbeyin' yarattıklarını savundu. Nicolelis, bu buluşun felçli hastaların tedavisine ışık tutabileceğine dikkati çekti

----------Görüldüğü gibi evrende her şey aslında birbirleriyle bağlantılı ve birbirleriyle birlik içerisindedir. Hiç bir şey bu bütünsel enerjiden kendini ayırt edemiyor.

Zaten telepatinin de bizlere en üst düzeyde anlatmak istediği budur. Yoksa iki insanın zihninde bir tenis maçı gibi düşüncelerin oradan oraya aktarılması değil. 

Çok daha yüksek seviyede insanlar arasında, insanlarla hayvanlar, insanlarla bitkiler arasında, hücrelerle hücreler, atomlar arasında yani tüm varlıksal alanlarda bir birliğin mevcudiyetini göstermesidir.

Sonuç olarak bundan yaklaşık 150 yıl önce başlayan telepati araştırmaları her ne kadar uzun bir gelişim süreci göstermiş olsa da bizler hala telepati hakkındaki anlayışlarımızı geliştirmeye devam etmekteyiz. 

Metapsişik, parapsikoloji ve modern bilim alanlarının araştırmaları devam ettikçe de yeni yeni anlayışlara ulaşabilmemiz içten bile değil.


Telepatik -----2

Sonraları oluşturan “PSI” enerjisi kavramıyla bu boşluğu doldurmaya çalıştılar. Dolayısıyla parapsikologlar laboratuvarda yapmış oldukları sayısız deneylerle telepati ve benzeri fenomenleri okült alanın dışarısına çıkarıyor fakat bunların açıklamasına, nedenlerine, nasıl ortaya çıktıklarına gelince pek başarılı olamıyorlardı.

Özellikle telepatinin hangi şartlarda daha yoğun bir şekilde gerçekleştiği, sempatik bağın telepati üzerindeki güçlü etkisi, istatistik ve ihtimal hesapları, telepatinin zaman ve mekanla ilgisi, telepatik yolla oluşturulan trans, rüyada telepati, bitkiler ve hayvanlar üzerinde telepatik çalışmalar parapsikolojinin başarılı olarak düşünüldüğü alanlardır. 

Fakat Duyular Dışı Algılamaların mekanizması konusundaki teoriler ya birçok parapsikoloğun tartışmaları arasında eriyip gitmiş ya da açıklamalar için son derece yetersiz kalan araştırmalarla sınırlı kalmıştır.

1930’lardan 1960’lara kadar bu böyle süregelmiştir. Ta ki Rusların ve ona bağlı Demirperde ülkelerinin bu dönemlerde konuyla ilgili araştırmalarını yoğunlaştırıncaya kadar. Rusların bu konuda yapmış oldukları araştırmalar ve sonuçları birçok batılı parapsikologda büyük bir şaşkınlık etkisi yarattı.

Rusya gibi doğu bloğu ülkeleri, telepati için Bio Enfermasyon terimini kullanmaktadır

En uzak mesafelerde telepati deneyleri, telepatik trans ve telepatik telkin konuları, hayvanlara gönderilen telepatik telkin çalışmaları ve askeri alanlarda yapmış oldukları gizli çalışmaları ile Ruslar konuyla ilgili dünyadaki liderliklerini uzun bir dönem kimseye kaptırmadılar.

Metapsişik araştırmacıları ile parapsikologları birbirinden yollarını ayırmalarına neden olan en önemli özelliklerden biri de öte alem araştırmalarıdır. 

Sonuç itibariyle metapsişik çalışmalar insan varlığını birçok yönüyle ele alarak onu, sadece dünyaya tesadüfen doğmuş bir varlık olarak değerlendirmemiştir. Böyle olunca da bilgi edinme yöntemleri diğer bilimlerden daha farklı olmaktadır.

Bir parapsikoloğa göre telepatinin tanımı aşağı yukarı şu şekilde olmaktadır: 

“Telepati düşünceler arasında doğrudan doğruya bağlantı kurulmasıdır. Bilinen duyular, ya da herhangi bir araç kullanmaksızın, her türden düşünce ve duygunun zihinden zihne gönderilip, alınması tarzında yapılan bir haberleşmedir.” 

Metapsişik disiplin bu tanıma katılmakla beraber şunları da eklemektedir: 

“İki zihin veya ruh arasında imaj, fikir, sembol tarzında ortaya çıkan etki alış verişidir, insan zihninin ve psişik varlığının zamanla yozlaşmış bir yeteneğidir. 

Telepati mantal seviyedeki birçok psişik ve spirit olayların, fenomenlerin esası olmasından dolayı önemlidir. Ruhsal irtibatlar, -medyomsal celse çalışmalarında olduğu gibi- derin telepatik bir birleşmedir. 

Telepati, evrensel bir bilgi iletişim aracıdır.”

İlk etapta telepati deyince herkesin aklına bir kişinin diğer bir kişinin tüm düşüncelerini olduğu gibi kelime kelime algıladığı gelmektedir. Oysa bugün telepatinin mekanizması için aynı şeyleri söylemek biraz zordur. 

Telepatide kelimelerle değil imajlar ve birtakım sembollerle düşünce alış verişi yapılır. 

Eğer kelimelerle telepati gerçekleşseydi iki farklı kültüre ait insanın birbirini anlaması çok zor olurdu. Oysa bunun yapılmış deneyleri vardır. Farklı ülkelerden, birbirinin dillerini hiç bilmeyen kişiler de telepati deneylerinde oldukça başarılı oldular.

Diyelim ki gönderici olan kişi kalem objesini seçmiştir. Bu kişi oturup kalem yazısına bakmıyor. Kalemin şekline bakarak o objenin zihninde uyandırdığı sembol veya imajı gönderiyor. Alıcı olan kişi ister İngiliz olsun ister Fransız oda göndericinin zihnindeki imajı yakalıyor.

Bu konuyu dünyada konularla ilgili ün yapmış psişik hassas Ingo Swann “DDA” kitabında kendi başına gelen deneylerden yola çıkarak çok güzel anlatmış. Yapmış olduğu durugörü deneylerinde önce kendisinden uzakta veya kapalı bir yerdeki nesneleri anlatması isteniyor, ilk denemelerde %20-%30’luk bir başarı elde ediyordu. Daha sonra gördüğü resimleri anlatamadığını onları imajlar şeklinde algıladığı için çizmek istediğini belirtiyor ve bu şekilde çizim yaparak başladığı deneylerde de %80, %90’lara varan bir başarı yakalıyordu. Dolayısıyla imge ve imajinasyon yeteneği tüm psişik yeteneklerin odak noktasını oluşturmaktadır.

Herkes telepat olabilir,önemli olan displinli çalışmak ..

Ruhsal dünyanın iletişimi veya ana lisanı ;TELEPATİ (Uzaduyum)

Araştırmacılar Avusturalya’daki bazı orman kabilelerinin bir tür zihinsel iletişim metodunu kullandıklarını bildirmektedir.lkel topluluklarda, doğayla haşır neşir bir halde yaşayan yerli (aborigines) dediğimiz insanlar uzun bir süredir, özellikle Avustralya'daki doğal çevreleri içinde, antropologları ile paikologların çalışma konusu olmaktadırlar 

Bu araştırmacılardan biri olan Alexander Markey, Yeni Zelandalı Maoris’lerin günümüzde hala telepati kullanarak iletişim sağlayabildiklerini yazmış olduğu bir kitabında ifade etmektedir. Ormanda bir kabileden diğerine seyahat ederken, sözlerinin daha önce iletildiğini farketmişti. Gideceği yere varınca tüm kabilenin, kendisini beklediğini görmekteydi. Oysa bu haberin kabileye fiziksel bir vasıtayla ulaşması imkânsızdı. 

Mistik tecrübeleriyle tanıdığımız Hindistan halkı, telepati ve benzer psişik yeteneklere çok yabancı değildir. Buradaki fakir, yogi ve keşişlerin kendilerini tanıma yolunda keşfettikleri yeteneklerini kimi zaman insanlara da sergilediklerini biliyoruz. Bu kimseler, konsantre olma üzerine hayatları boyunca çalışmaktadırlar. Dolayısıyla birtakım fenomenleri uygulamada oldukça başarılı olmuşlardır.

Afrika'da bazı kabilelerin, DDA yeteneklerini kullanarak haberleşmelerini sürdürdükleri bilinmektedir. Büyük Sahra Çölü’ndeki vahalarda yaşayan bu kabileler, bulundukları vahaya yaklaşmakta olan kervan konvoylarını 1000 mil (yaklaşık 1600 km.) ötelerden, içindeki canlılar ve öteki ağırlıklarıyla birlikte algılayabilmektedirler. Araştırmak isteyenler için bu kabilelere örnek olarak Tabu yerlilerini örnek verebiliriz.

Yine, gizli bilimlerle uğraşanlarda (okültistlerde), teozofi ve tasavvufta ustalaşmak isteyenlerde, telepati yeteneğini geliştirip kullanmak,öteden beri yaygındır. Bu değişik ekollerin telapatları kendi bölgelerinde, “olgun ve keramet ehli” olarak değerlendirilirler.

Yüzyılımızın başında telepati deyince iki veya daha fazla sayıda insanın birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anlamaları olarak gayet sade bir şekilde açıklanıyordu. Fakat artık bu tanımın telepati için oldukça yetersiz olduğu anlaşılıyor.

Telepati sözcüğü 1882'de F.W. Mayers tarafından İngiliz Ruhsal Araştırma Derneği'ni kurduğu zaman konmuştur. Kelime, Yunanca'dan türetilmiştir. Tele, uzaktan, pathos ise duygu, düşünce demektir.

Telepatide, alıcı ve verici olmak üzere en az iki kişi vardır. Telepati esnasında düşüncesini yayan, gönderen kimseye Ajan (Agent) yani verici denir. Alıcı (Percipiant) ise telepati deneylerinde süje olarak geçer. 

Telepatinin Avrupa’da ilk olarak gündeme gelişi 1700’lü yılların sonlarına doğru gerçekleşti. Bu olay, 1750 ve 1759 yılları arasında teoloji, felsefe ve hukuk öğrenimi gören fakat sonra tıp alanında kendini yetiştirmek için Viyana Üniversitesi’ne kaydını yaptıran Alman Doktor Franz Anton Mesmer’in manyetizma ile ilgili çalışmaları sonucunda oluşmuştur. 

Mesmer insanların birtakım evrensel güçleri birbirlerine aktararak bazı rahatsızlıkların giderilebileceğini savunmuş ve bu enerji akışına da Manyetizma adını vermişti.

1900’lü yıllara geldiğimizde bu türden fenomenleri tanıyan, deneyleyen fakat bunların sebebini herhangi bir ruhsal faaliyet olarak görmeyen, insanı psişik bir yapıdan yoksun tanımlayan bazı bilim adamları ise diğer ekollerden koparak konuyu materyalist açıdan değerlendiren parapsikoloji alanında çalışmalarını devam ettirdiler.

Parapsikoloji birçok paranormal olayı kapsamı altına alıyor fakat bunları “ruh” ve “psişe” kavramından bağımsız bir şekilde açıklamaya çalışıyordu.

4 Mayıs 2018 Cuma

Kalbi ve kendini keşfetmek.

_____ " İCSEL YOLCULUK" _____

Budizm'de gerçekliğin doğasının 'iç görü yöntemi' ile sezilmesine 
Vipassanā adı verilir.

Başka bir deyişle Alan Watts 'ın Zen Yolu' nda belirttiği gibi 

"Sezgilerin açılmasıyla bilgeliğin (prajna) başlamasıdır.” 

Eğer bilgeliğimizi kullanabilirsek, iç görüler de 
kendiliklerinden gelir giderler. 

Bu yol doğal olarak zihni bağımsızlaştırma yoludur. 
ve buna 'Prajna Samadhi' 
(Bilgelik, içgörü ile, sezgi ile ulaşılan aşkın bilinç) denir,

Budist felsefede akıl kadar sezgi de önemli bir yer tutmaktadır.

Prajna, insan aklının bütün varlık biçimlerini algılamadan önce onları kavramlar içinde anlamaya çalışır
ve nihayetinde dolaysız ve sezgisel bir deneyim elde eder.

İllüzyon ile gerçeği birbirinden ayırarak nihai hedef olan mokşa’ya ulaşmayı sağlayan önemli bir enstrüman olan Dhyana,
dıştaki tüm nesnelere bağımlılığa son vermek anlamına gelir; 

Konsantrasyonla ikilikten kurtulup, bütünlüğe ulaşmak olan 
Samadhi ise içsel huzura ulaşmaktır

Samādhi’nin geliştirilmesiyle, 
kişinin zihni kirlerden arınmış olur.

Budizme göre insan; bir “arınma” varlığıdır.

Ancak erdem (prajñā veya vipassana) tüm kirlenmeleri ortadan kaldıracaktır.

“Tinsel sezginin derinleşmesi” 

(arzuların susuzluğundan ve acıdan kurtulabilmeleri için 
bir “sezgisel görüş” (insight) kazanmak)

ve “Tanrısal irade ile birliğe ulaşma”

bu yolda gerçekleştirilen Meditasyondaki 
en önemli amaçlar arasındadır. 


Eski Mısır ezoterizmini, eski Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani tradisyonlarını, Zerdüştçülüğü ve Hristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği mistik bir felsefe olan 
Gnostisizm de
Tanrısal, mutlak bilgiye bir anlık aydınlanmayla, 
sezgiyle ulaşılabileceğini ileri süren bir akımdır. 

Her hâlükârda
bütünle birlikte olmak onunla yakın bir ilişki kurup 
onun imgelerini ve simgelerini sezebilmek, 

ancak ' İÇ GÖRÜ ' ile mümkündür.

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

"Bergson'a göre, 
bir bilgi ve bilme biçimi olarak içgüdü, 

bir tür "iç görü"dür. 

Kökleri derinde olan, 
bildik günlük bilince benzemeyen bir farkındalıktır. 

Tanımak üzere yöneldiği konuyu, 

bir iç görü biçiminde, içeriden ve bir bütün olarak; 
üstelik bir kerede kavramadır. 

Burada yanılma yoktur; 

___çünkü sözün işe karışmadığı bir bilmedir bu___ 

ve insanda zihni, eleştiri yapamayacak biçimde kavrar kuşatır. 

Bergson, "içgüdü" olarak adlandırılan bu bilme yetisine "SEZGİ" der. 

Onun "sezgi" ile kast ettiği şey, 

İslâm Tasavvufunda 

"KEŞİF", "mükâşefe" ya da "doğuş" denilen şeyin ta kendisidir. 

Bu benzerlik nedeniyle, 

Bergson'la ilgili Türk-İslâm yazınında, 
sık sık Bergson'un Gazzalî'nin sufî öğretisinden 
yararlanıp etkilendiği söylenir."[1]

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

Bir şeyi örten perdeyi kaldırarak açığa çıkarmak 
anlamına gelen "Keşif " kelimesi, 

tasavvuf literatüründe ayrı bir öneme sahiptir. 

Mutasavvıflara göre keşif, 
belli rizâyet ve mücahede sonucu, 

bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi 

ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılması demektir.[2] 

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

Keşif, 

akıl ve duyularla ulaşılmayan bazı bilgileri 

kalp gözüyle görmeyi, sezgi aracılığıyla kavramayı ifade eder. 

Keşif yoluyla kazanılan bu biigiye 

marifet, 
irfan, 
ilm-i mükâşefe, 
ilm-i bâtın gibi adlar verilir. 

Mutasavvıflara göre en üstün bilgilere keşif yoluyla ulaşılır. [3] 

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

Akıl ve nakil vasıtalı olarak bilgi verdiği halde 

keşif İnsana doğrudan bilgi sağlar. 

Bu bilgiler okuma ve yazma İle değil, 
ancak amel ve İbadet sonucu meydana gelir. [4]

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

"İslami tarikatlerde “keşif gözü” 

Uzakdoğu dinlerinde “üçüncü göz” denen hale sahip olmak da 

astral temizlikle, manevi kuvvetlerle mümkündür

Sözlükte “perdeyi ve örtüyü kaldırmak, 
kapalı olan bir şeyi açığa çıkarmak, 
var olan fakat niteliği bilinmeyen şey hakkında bilgi edinmek” 
gibi anlamlara gelen keşf kelimesi (Kāmus Tercümesi, III, 720) ni 

Sûfîler 

hem “perde arkasında ve aklın ötesinde olduğu için 
gāib olan bazı şeyleri bilme”, 

hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanmışlardır.

Keşf konusu üzerinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî de 
geniş olarak durmuş, 

hatta tasavvuf anlayışını 

“keşf yoluyla elde edilen bilgi” anlamına gelen 
Mârifet üzerine temellendirmiştir. 

___Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre keşfin birçok çeşidi vardır. 

Aklî keşf ile (nazarî keşf) akledilenler üzerindeki perde kalkar 

ve mümkin varlıkların sırları ortaya çıkar. 

Kalbî keşf ile müşâhedeye has çeşitli nurların üzerindeki perdeler kalkar. 

Sırrî keşf ile yaratıklardaki sırlar ve varlıkların yaratılış hikmetleri ortaya çıkar ki buna ilham da denir." [5]

●▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬●

"Sufi terminolojide, 
keşf sözcüğüne eklenen ad veya sıfatlarla türetilmiş terimlerden 
bazıları şunlardır:

__Keşf-i nazari: 

Kalb gözünün açılması sayesinde, görünmez alemle irtibata başlama. 

Sufi anlayışa göre, görünür âlemden gelen tesirler, kir ve paslar kalb gözünün görünmez âlemi görmesine engel olan bir perde oluşturur ki,

kişi maddi zevklerin peşinde koşan nefsini terbiye ettiği takdirde bu perde kalkar ve görünmez âlemle temasa başlar. 

Bu teması sağlayabilmiş olanlar için, daha ileri aşamalardaki yetenekler sırasıyla, keşf-i nurî, keşf-i ilâhî ve keşf-i ruhanî olarak belirtilir.

__Keşf-i manevi: 

Hakikatlerin soyut yüzünü temaşa etme, 
eşya ve olayları mânâ olarak algılama, 
eşya ve olayların ardındaki anlamı idrak etme olarak ifade edilir. 

Olayların ardındaki anlamı idrak etme, 
neo-spiritüalist görüşte, 
sezgi ve gözlemlerle olayların dilinden anlayabilme olarak belirtilir.

__Keşf-i muhayyel:

Haberci rüyalar ve vizyonlardan 
sembolik biçimlere bürünmüş olanları ifade eden keşf. 

Haberci rüyalarda görülenlerin 
insanın hayal gücünün kendine göre bir biçim vermesi 

(-buna parapsikolojide renkli cam etkisi denir-) 

gibi birtakım nedenlerle asli ve özgün hallerini koruyamamış, 
çeşitli biçimsel değişikliklere uğrayarak zihne gelmiş 
olmalarından dolayı yoruma gerek duyan keşftir.

__Keşf-i mücerred: 

İnsanın hayal gücü tarafından değişikliğe uğratılmadan gelen 
ve aynen görüldüğü biçimde gerçekleşen 
haberci rüyaları ve vizyonları ifade eden keşf.

__Keşf-i havatır: 

İnsanın zihnine gelenleri 
ya da kalbinden geçenleri araştırması 

ve bunlardan hak olanları (doğru olanları) 
batıl olanlardan ayırt ederek saptaması. 

Bu, neo-spiritüalizmdeki, 

vicdan sesini nefsaniyetin sesinden ayırt etmeye 
yakın anlamdaki bir keşftir; 

müsbet ve menfi olarak belirtilebilecek sezgilerin 
ayırt edilmesini de kapsar.

__Keşf-i zamair: 

Bir velînin başkalarının 
kalbinden ve zihninden geçenleri bilmesi. 

Bu yetenek parapsikolojide “düşünce okuma” adı altında incelenmektedir.

__Keşf-i ahval-ı kubur: 

Bir velînin ölüm olayı ile bedenlerini terk etmiş olan kimselerin 
görünmez alemdeki hallerini bilmesi. "

Kulağınla görmek gözle duymak.

'Kulağınla görmeyi, 

gözünle duymayı öğrendiğinde 

vicdan öğrenci, akıl da öğretmen olmuş demektir.'


Gözler ve hastalıklar..

Gözlerimize Yansıyan Gen Haritamız ( İRİDOLOJİ )

"GÖZLERİME BAK DA SÖYLE..."

Her insanın irisinin bir başka benzeri olmadığı,genlerimiz tarafından biçimlendirilen,biyolojik bir marka olduğunu biliyor muydunuz?

Asıl dikkat ceken taraf ise şu bazı bilim adamları irislerin dibinde insanın sadece sağlığının değil bütün geçmişininde yazılı olduğunu düşünüyor olması.

Gözbebeğimizin çevresinde parlayan o küçük pullar,tüm hayatımız hakkında bilgi verir.

İridoloji, gözün “iris” tabakasındaki işaretleri ve renk değişiklerini inceleyerek kişinin sağlık durumunu ve genetik özelliklerini teşhis edip değerlendiren; hastalıkları önlemeyi veya erken teşhis etmeyi amaçlayan bilim dalıdır.

Bazılarına göre bilimsel gerçekliği kabul edilmemekte birlikte Rusya gibi bazı ülkelerde göz hastalıklarının alt branşı olarak görülüyor.

İridolojinin kökeni Eski Mısır dönemine dayanmaktadır. Modern anlamda ise Macar hekim Ignatz von Peczely (1826-1911) ile başlamıştır. Küçük bir çocukken ayağı kırık bir baykuşa bakmakta olan Peczely, baykuşun iris tabakasında siyah bir çizgi görür ve ayağı iyileştikçe bu çizginin beyazlaşıp küçük bir noktaya dönüştüğünü gözlemler. Hekim olduktan sonra, hastalarının gözünde de aynı durumun meydana geldiğini farkeder. 1881’de yayınladığı bu buluşu önce Avrupa’da, sonra ABD’de büyük ilgi uyandırır. 1950’lerde ise ABD’li hekim Bernard Jensen irisin detaylı şemasını çıkartır ve iris üzerindeki noktaların vücudun nereleri ile bağlantılı olduğunu ayrıntıları ile ortaya koyar. Bugün tüm dünyada, özellikle Avrupa ülkelerinde yaygın şekilde uygulanan iridoloji ile ilgili çalışmalar enstitüler veya üniversiteler bünyesinde devam etmektedir.

Hayat ile aramızda pencere vazifesi gören gözlerimiz, genetik haritamızı yansıtan bir tür monitöre benzer. Gözümüzdeki renk değişiklikleri, çizgiler, şekiller ve bulutlanmalar sağlık durumumuzla ve genetik özelliklerimizle ilgili ipuçları vermektedir.

Beden Aynası

Dr. Masson “iris, insan bedeninin en fazla damar ve sinir ihtiva eden kısmıdır ve bir “refleks zonu” gibi hareket eder. Bundan dolayı, bizim haberimiz bile olmadan organizmanın biyokimyevi terkibindeki bütün değişiklikler iriste kendini gösterir. Henüz bir izah getirilememiş olsa bile irisin her bölgesi belli bir organa tekabül eder” demektedir. 

Böylece, irisin bir saat kadranıyla mukayese edilecek şekilde topografik şemaları çizilmiştir. Meselâ, saat 15.15 de sol iriste iç tarafta kalbin yeri bulunur

Bu hususta çalışmalar yapan Liljequist enteresan bir misal olarak şu deneyi bil-dirmektedir. “Ciddi olarak bir yerinizi kesiniz ve biraz tendürdiyot sürünüz, biraz sonra iriste tentürdiyotun rengi görülecektir.” Dr. Bardo bu deneye ilaveten bir ilaç enjekte edilmesinden bir müddet sonra iriste renkli bir noktanın belireceğini söylemektedir.

Gözler fizyolojik olarak optik sinirler yoluyla Dura Mater’le bağlantılıdır.Fazla ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse gözler sinir ağıyla hipotalamus, epifiz ve hipofiz ile ilişki içindedir. Beyindeki bu yapılar tüm bedendeki fizyolojik ve psikolojik pek çok olayı kontrol eder. Bu anatomik ve fizyolojik durumdan dolayı sinirler, kan damarları, lenf yoluyla gözler bedenin biokimyasal, metabolik, yapısal ve hormonsal durumuyla doğrudan ilişki içindedir

Bu tesirler otonom sinir sisteminin yani irademiz dışında ve düz kaslarla çalışan, aynı zamanda vücudumuzun bütün organlarına yayılmış bulunan ve damarları büzüp açarak kontrol eden sistemin, hissedemediğimiz titreşimlerinin uyarmalarından ortaya çıkmaktadır. 

Vücudu bir ağ gibi saran otonom sistemin en ince dallanmaları, irisin sinirlerce çok zengin yapısındaki kompleks sinir düğümlerine kollarla bağlanmıştır. Bu haliyle göz, bilhassa iris, beynin ve sinir sisteminin dışarı açılan görüntü ekranlarından birisi olmaktadır. Aralarındaki münasebet canlı bir organizmada bulunabilecek en mükemmel ve girift bir âhengi göstermekte-dir. 

Tıpkı bir bilgisayar şebekesi gibi, görme sinirini saran 120.000 lif organlardaki hassas titreşim dengelerindeki değişikliklerini nakleden elemanlardır. Elektriki veya biyokimyevi âhenkli faaliyetlerindeki veya fizyolojik programlardaki en ufak bir sapma bile iris diskine, bilgisayar gibi kaydedilir. 

İris, vücuttaki kısımlara ve bedensel işlevlere bağlı olan, iç içe geçmiş, altı adet halkaya ayrılmıştır. 

En içteki halka mide, ikincisi bağırsaklar, üçüncüsü kan ve lenf sistemi, dördüncüsü salgı bezleri ve organlar, beşincisi kaslar ve iskelet, en dışta olan altıncısı ise deri ve dışkı ile bağlantılıdır.

Her yapının kendine özgü bir iris dokusu vardır. Sık dokulu irisler güçlü, gevşek dokulu irisler zayıf bünyeleri gösterir. 

Sol gözün irisi vücudun sol tarafını, sağ gözün irisi sağ tarafını gösterir. 

İrisin üst kısmındaki işaretler baş ve beyinle ilgili, alt kısmındaki işaretler bacak, karın ve üreme sistemiyle ilgili, yan tarafındaki işaretler ise kalp, ciğerler ve sırtla ilgili genetik zayıflıkları gösterir. 

Örneğin, sağ göz irisinin sağ, sol göz irisinin sol yarısının tam ortasında bulunan lekeler kişinin genetik olarak diyabet’e (şeker hastalığı) yatkın olduğunun işaretidir. 

İristeki işaretler, genetik zayıflıklarımızın tespit edilmesini sağlayarak tedbir almamız için bizi uyarır. 

Gözlerimiz, vücudumuzda yaşanan aksaklıkları da yansıtır. Vücutta oluşan iltihaplar veya fazla ilaç kullanımına bağlı olarak biriken toksinler iriste bir benek şeklinde kendini gösterebilir. 

Sadece gözleriniz değil, bakışlarınız bile nasıl beslendiğinizi, alkol ve sigara kullanıp kullanmadığınızı ya da sistemik bir hastalığınızın olup olmadığını ortaya koyuyor.

BAKIŞLARINIZDA NELER GİZLİ?

Op. Dr. Gülbin Saltık''a göre sadece gözler değil, bakışlar da vücuttaki gidişat hakkında önemli ipuçları veriyor.

"Göz kapaklarını, konjoktivanın rengini, gözün yerleşim şeklini ve bakışları bir bütün olarak düşünmek lazım. Şaşılık veya kayma gibi durumları kastetmiyorum, onlar zaten göz hastalıklarının içinde ama kişinin bakışından bile vücudundaki sistemik sorunu tespit etmek mümkün.

Gözün hem arkasına hem de dıştan görüntüsüne bakarak tansiyon, diyabet, tiroid gibi sistemik problemleri anlayabiliyoruz. Örneğin tiroid hastalarında gözler dışarı doğru yer değiştirir, yani eksoftalmus olur.

Depo hastalığı dediğimiz karaciğer hastalıklarını, sarılığı veya biluribin yüksekliğini gözlerin sklera denen beyaz kısmına çıplak gözle bakarak anlayabiliriz.

Kansızlığı konjontivaya bakarak anlarız.

Göz kapaklarının üstünde ksantalezma denen küçük beyaz lekeler gördüğümüzde kolesterol yüksekliğini düşünürüz. 

Piterjiyum denen bir tür et oluşumunu gördüğümüzde, hastanın genellikle dışarda veya güneşte çalıştığını anlarız. Çünkü dışarıda uzun süre çalışanlarda veya deniz kenarında oturanlarda sık görülen bir lezyondur. 

Yine 10 yıl günde 20’den fazla sigara içen birinin gözümüzden kaçması mümkün değil, çünkü damar sertliğini görürüz."

İris üzerindeki beyaz noktaların şişmelerden, fazla uyarandan veya stresten oluştuğu düşünülür. İris çevresinde oluşan siyah çizgi ise, ciltte toksinlerin oluşmaya başladığının veya düzenli dışkılayamamanın göstergesi olarak değerlendirilir.

Göz renklerinin, vücudun genetik zayıflıklarını ortaya koyduğu yönünde de araştırmalar vardır. Bu araştırma sonuçlarına göre mavi, yeşil ve ela gözlü kişilerin kahverengi ve siyah gözlü kişilere göre daha zayıf ve hastalıklara karşı daha savunmasız oldukları tespit edilmiştir. Astımlılar üzerinde yapılan bir araştırmada, daha çok mavi gözlülerin bu hastalığa yakalandıkları ortaya konmuştur.

Kahverengi gözlüler: Dolaşım sistemi hastalıklarına yatkındırlar. Anemi ve mineral eksikliği bu grupta en çok görülen hastalıklardır.

Mavi gözlüler: Alerjik bir bünyeye sahip oldukları için astım benzeri hastalıklara yatkındırlar. Boğaz iltihapları, anjin, romatizma, artrit bu grupta en çok görülen hastalıklardır.

Yeşil-Ela gözlüler: Sindirim sistemi hastalıklarına yatkındırlar. Diyabet’e yakalanma riskleri fazladır, vücutlarındaki şeker dengesizliği anksiyete benzeri ruhî sıkıntılar yaşamalarına sebep olur.

Bir eski türkü vardır "özbek, türkmen, tatar, kırgız..bunlar bir soydur" diye başlayan... Hani birlik ve beraberlikte irki yakınlıkların önemini gösteren... Benim de iridoloji deyince aklıma nedense bu türkünün değiştirilmiş hali geliyor...

"akupunktur, biyo enerji, kinesioloji, iridoloji...bunlar bir soydur" diye söylenmeye başlıyorum... Devamında da bu konuda pratiği olanlardan ve kendince halka faydalı olmaya çalışanlardan özürler diliyorum... Sonra da "auram var bu ellerde ..aman da çakralarım açıldı" diyerek ortamdan uzaklaşıyorum...


3 Mayıs 2018 Perşembe

Ne yiyeceğimize ne içiceğimize ikinci beyin bağırsaklar karar veriyor.Aman bağırsaklara dikkat edin.Bağırsağımızın sağlığı tüm sistemimizi etkiliyor.

BAĞIRSAKLAR PSİKOLOJİMİZİ YÖNETİYOR!

Anormal, hasarlı ve geçirgen bağırsak florası ​nedeniyle; toksinler, ağır metaller, katkı maddeleri, iyi sindirilemeyen besinler, bağırsak duvarından kana ve kan yoluyla beyne gider.

Bu yüzden toksinlenen beyin; ​otistik, şizofrenik, epilepsik, depresif, hiperaktif, disleksik, manik vb. semptomlar gösterir.

"GAPS’lı (Bağırsak ve Psikoloji Sendromlu) çocuk ve yetişkinlerde, bazen çok şiddetli şekillerde sindirim problemleri vardır. Çeşitli derecelerde kolik, şişkinlik, gaz, ishal, kabızlık, yemek yeme güçlükleri ve yetersiz beslenme; otizm, şizofreni ve diğer GAPS hastalıklarının tipik birer parçasıdır. Aynı şekil​de GAPS’lı çocuğunun normal dışkı yaptığını söyleyen ebeveyn neredeyse yoktur. Yüzlerce otistik çocukla çalışan Dr.Wakefield ve ekibinin bulguları yanısıra, dünya genelinde klinik gözlemleriyle otistik çocuklarda şiddeti kişiye göre değişen sindirim bozuklukları olduğunu destekleyen pek çok doktor var. 

Şizofreniyi, çölyak gibi sindirim anormallikleriyle ilişkilendiren doktor ve bilim insanları; ""şizofrenide de bir bağırsak-beyin bağlantısı olduğunu"" çok ciddi bilimsel bulgularla kanıtladılar. 

Otizm ve şizofreni dışında; DEHB, disleksi, dispraksi, epilepsi, bipolar bozukluk gibi neredeyse bütün GAPS hastalarının da farklı derecelerde sindirim problemleri yaşadığı biliniyor. Soru şu: Neden GAPS’lı çocuk ve yetişkinlerin sindirim sistemi bu durumda? Bunun, akıl sağlıklarıyla ne ilgisi var?

Modern tıp, biz insanları farklı sistemlere ve alanlara böldü: kardiyovasküler sistem, sindirim sistemi, sinir sistemi, vb. Bu bölümlere göre her biri insan vücudunun belirli parçalarıyla ilgilenen farklı tıp uzmanlıkları yaratıldı: kardiyoloji, gastroenteroloji, jinekoloji, nöroloji, psikiyatri, vb. Böyle olmasının bir sebebi var. Yıllar içinde tıp bilimiyle ilgili biriken devasa miktarda bilgi var. Dünyada hiçbir doktor hepsini detaylarıyla bilemez. Uzmanlaşmak doktorların belirli bir ilgi alanına odaklanmasını, o alana iyice hâkim olup konularında ustalaşmalarını sağlar.

Ancak doktorlar, uzmanlıklara ayrılarak çalışılmaya başladığından beri bir sorunun farkındalar. Bir alanda uzmanlaşan doktorlar, en iyi bildikleri organları incelemeye eğilimli oluyor, vücudun geri kalanını göz ardı ediyorlar. Her organın vücudun geri kalanıyla birlikte var olduğu ve işbirliği içinde çalıştığı unutuluyor. Her bir sistemin, organın, dokunun ve hatta hücrenin diğerine bağlı olduğu, birbirini etkilediği ve birbiriyle iletişim kurduğu vücudumuz bir bütün olarak yaşar ve çalışır. Hiçbir organ, vücudun geri kalanını hesaba katmadan bırakın tedavi edilmeyi, muayene bile edilmemelidir.

Tıbbın özellikle bir alanı, ilgili organı vücudun geri kalanından ayırarak inceler. Bu alan, psikiyatridir. Akıl sağlığıyla ilgili sorunlar; genetik, çocukluk deneyimleri, psikolojik etkilenimler gibi pek çok açıdan incelenir. Hesaba katılacak son yer hastanın sindirim sistemidir. Modern psikiyatri sindirim sistemini hiç hesaba katmaz. Oysa tıp tarihinde, psikiyatrik hastalıkların sadece bağırsağın “temizlenmesiyle” iyileştirildiğine dair yeterince örnek bulunuyor. 

PSİKİYATRİ HASTALARININ SİNDİRİM SORUNLARI MUTLAKA VARDIR

Psikiyatri hastalarının büyük çoğunluğu sindirim sorunları da yaşar; ancak bunlar genellikle doktorlar tarafından göz ardı edilir. Bağırsak-beyin ilişkisi, çoğu günümüz doktorunun nedense anlayamadığı bir ilişkidir. Milyonlarca antidepresan, uyku hapı ve hastaların beyinlerine etki etmesi için sindirim sistemlerine aldıkları daha bir sürü ilaç reçete etmelerine rağmen, sindirim sistemi ve beyin arasındaki bağlantıyı hala göremiyorlar. Alkolün beynimizi nasıl etkilediğini herkes bilir. Alkollü içecekleri nasıl tüketiriz? Elbette içerek ve sindirim sistemimize göndererek. Ama beyinlerimizi etkileyen toksik maddeleri tüketmemiz gerekmez. Sindirim sistemimizde bazı mikropların bulunması, kendi vücudumuzda sürekli bir toksisite kaynağına sahip olmamız için yeterlidir.

GAPS’lı bir kişinin sindirim sistemi, vücudun ana toksisite kaynağı haline gelir. GAPS’lı çocuk ve yetişkinlerin anormal bağırsak floraları, bilinmeyen sayıda çeşitli nörotoksinler üretir. Bu toksinler hasarlı bağırsak duvarından kana geçerler ve böylece beyne ulaşırlar. Hangi toksinlerin bir araya geldiği kişiye özeldir. Bu yüzden her GAPS hastası birbirinden çok farklıdır. Söylediğim gibi, anormal floranın ürettiği toksinlerin sayısı bilinemez. Yine de GAPS’lı çocuklarda ve yetişkinlerde yaygın olarak görülen bazı nörotoksinler hakkında elle tutulur bir bilgiye sahibiz. Bu toksinler herhangi bir kişiyi akıl hastası yapabilir. Geçen bölümde bazılarına göz atmıştık. Ne yazık ki incelenecek daha çok hastalık var.


Kadınların hırsı.

VALERİA MESSELİNA (d. 17/20 civarı – ö. 48 )

Roma İmparatoru Claudius'un üçüncü karısı olan Messalina'nın pek de iyi bir namı yoktu. Güçlü ve etkileyici bir kadın olarak birlikte olduğu erkekleri öldürmesiyle ünlüdür...Antik Romalı kaynaklar (özellikle Tacitus ve Suetonius ) onu zalim ve aç gözlü bir hiperseksüel olarak tasvir ederler.Başlangıçta,normal bir evlilik hayatı yaşadı.Hatta Claudius"dan iki çocuğu da oldu. Fakat seneler ilerleyince hayatını tek bir erkekle tüketmemeye karar verdi. Başlangıçta, sarayda gözüne kestirdiği bir iki erkekle ilişki kurdu. Fakat bu da onu tatmin etmedi. Artık her gece bir sevgili değiştiriyor, sarayda utanç verici sefahat alemleri düzenliyordu. İmparator Clauidus"u susturmak,zararsız kılmak için de bir yol bulmuştu. Adamları vasıtası ile Roma"nın en güzel kızlarını toplattırıp saraya getirtiyor ve her gece bunlardan birini kocasına sunuyordu. Messalina,adeta sarayın tek hakimi haline gelmiş, İmparator gölgede kalmıştı. Artık onun arzularına karşı gelmeye imkan yoktu. Göz koyduğu erkekler,onun bu arzusunu reddettikleri taktirde sonlarının ne olacağını biliyor ve emirlerine itirazsız uymak mecburiyetini duyuyorlardı. Buna rağmen pek çoğu sabaha karşı Messalina"nın odasından çıkınca ölümün soğuk elini enselerinde duymaktan kurtulamıyordu. Sır çıkacağından şüphelendiği her sevgilisini, daha yatağındaki sıcaklık soğumadan ölüme itiyordu. Gün geldi, Messalina bir işareti ile odasına gelen erkeklerden de bıktı. Artık daha yeni, daha değişik maceralar arıyordu. Çok geçmeden buna da çare buldu.Geceleri kıyafet değiştirip Roma"nın en adi batakhanelerine gitmeye, oralarda gözüne kestirdiği erkeklerle ucuz han odalarında sabahlamaya başladı. Artık saray dedikodudan çalkalanıyor, herkes bu gidişe "dur" demenin zamanı geldiğine inanıyordu. Bu sırada Messalina hayatının en büyük çılgınlığını yaptı ve yakışıklılığı ile dillere destan olan genç "Silius"la evlendi. İmparator"u bu evliliği sırf "kötü ruhları uzaklaştırmak" için yaptığına inandırmayı başardı. Bu evlilik, İmparator Claudius"a yakın olan çıkar çevrelerini iyice huzursuz etmişti. Messalina ile evlenmekle Silius hem büyük bir servete,hem de büyük bir kuvvete sahip oluyordu. Messalina"nın zekası, genç ve atak Silius"un cesareti ile birleşince,İmparator Claudius"un geleceğinin tehlikeye gireceğine şüphe yoktu. Bunu düşünen Pallas ve Nursissus ile iki fedai, durumu bütün açıklığı ile İmparator"a anlattılar. Gerçekleri öğrenen Claudius bir hayli sarsıldı. Messalina"yi herşeye rağmen seviyordu. Fakat öbür tarafta da kendi hayatı sözkonusu idi. Bu işe burada son vermek ve Messalinayı feda etmekten başka çare yoktu. Durumu öğrenen Silius kurtuluşu intiharda buldu. Fakat Messalina onun kadar cesur değildi. Üstelik hayatı çok seviyordu. Zekası ve güzelliği ile Claudius"u bir defa daha yeneceğinden de emindi. Biraz göz yaşı, biraz pişmanlık gösterisi İmparator"un onu affetmesine yeterdi. Ama düşündüğünü tatbik edecek zaman bulamadı. Sarayın güçlü çıkar çevreleri çoktan onun ölüm emrini imzalamışlardı.Tarihin bu güzel fakat zalim kadını, bir daha Claudius"u göremeden öldürüldü.


Kadın ve aşk..

BİR KADININ EFSANE İNTİKAM HİKAYESİ !!!!
KOCASININ İNTİKAMI İÇİN UKRAYNA'YI ATEŞE VEREN Rusya'nın İlk Kraliçesi: KARADUL OLGA 
----bu ablamız 10. yy'da kiev knezliği'nin başındaki igor'la evlenmiş, bir de svyatoslav isminde oğlu olmuş.
----bunlar gül gibi geçinip giderken kiev knezliği'nin tepeleyip vergiye bağladığı düşmanı olan drevlianlar nam doğu slav kabilesi, igor bunlardan çok fazla vergi aldı diye isyan çıkarıp igor'u katlederler. prens svyatoslav o sırada henüz üç yaşında sabi sübyan olduğundan validesi olga naip olarak tahta oturur.
----drevlian'lar olga'ya elçi yollayıp kan dökülmesini istemediklerini, kendi prensleriyle evlenip yönetimi ona devretmesinin herkes için en hayırlısı olacağını bildirir. olga ablamızın buna tepkisi elçileri diri diri gömdürmek olur. 
----drevlian prensine mektup yollayıp evlilik teklifini kabul ettiğini, ancak halkına bu evliliği kabul ettirebilmek için şekil yapmak açısından prensin memleketine giderken kendisine eşlik edecek asilzade heyeti gönderilmesinin elzem olduğunu bildirir. drevlian'lar en yüksek titrlere sahip asilzadeleri yollarlar.
----olga bunları dostane bir şekilde karşılar ve 'uzun yoldan geldiniz, bir hamama girin de kirinizi atın' diye bunların alayını hamama sokar. elemanların hepsi hamama girince bütün kapıları kilitletip hamam binasını ateşe verir, alayını diri diri yakar. 
----ablamızın eylemleri bununla bitecek değildir tabii, drevlian'ların memleketine gidip merhum kocası için bir cenaze yemeği organize eder ve memleketin bütün ileri gelenlerini, hatırlı kişileri davet eder (o arada bizim asilzadelere ne oldu diye sormak kimsenin aklına gelmemiş sanırım) hizmetkarlarına da bunlara alabildiğine şarap servisi yapmalarını tembihler. drevlian'lar iyice zom olunca askerlerine emir verir ve 5000 drevlian'ı öldürtür.
----hemen kiev'e dönüp drevlian milletinin geri kalanını da ortadan kaldırmak için ordu hazırlamaya başlar. drevlian'ların da akılları nihayet başlarına gelmiştir, olga'ya elçi yollayıp aman taçta tahtta gözümüz yok daha, biz ettik sen etme, istediğin kadar vergi verelim yeter ki bizi rahat bırak daha öldürme diye yalvarır yakarırlar.
----olga 'bu kadar ceza yeter, size merhamet ediyorum. vergi olarak bir defaya mahsus her evden üç güvercin ve iki kırlangıç tutup yollayın' diye bir mesaj yollar. donlarına kadar soyulmayı bekleyen drevlian'lar aaa sembolik vergi, oh be yırttık yakamızı bırakacak sonunda diye sevinip evlerinde, ahırlarında yuva yapan güvercin ve kırlangıçlardan olga'nın dediği kadarını yakalayıp kafeslere koyar yollarlar. olga askerlerine kuşların ayaklarına teker teker kumaşa sarılıp fitil takılmış bir parça kükürt bağlatır, güneş batınca askerlere fitilleri tutuşturup kuşları salmalarını emreder.
----kuşlar evlerine varıp yuva yaptıkları saçak altlarına, samanlıklara, ağıllara geri döndüğünde her yeri alevler sarar, şehirde yangın çıkmadık bir tek ev, ahır, samanlık kalmaz. her taraf aynı anda alev aldığından millet yangınları söndüremez, ortalık cehenneme döner ve kaçabilenler canhıraş kaçar. ------ 
----ancak olga kaçanları tutup gebertmeleri için askerlerini yollamıştır, bunlar da kaçanlardan kodaman olanlarını esir alıp gerisini kılıçtan geçirir. esir edilen kodamanları olga kendi sadık adamlarına köle ve hizmetkar olarak hediye eder.
----daha sonra ortodoks hristiyanlığa geçen olga, konstantinopolis'e gidip vaftiz olur ve imparator 7. konstantin huzurunda devlet töreniyle ortodoks kilisesine katılır. ülkesine hristiyanlığı yaydığı için ölümünden sonra kilise tarafından azize ilan edilir. kadın toplu katliamlar yapmış, drevlian memleketinde taş üstüne taş, omuz üstünde baş bırakmamış ama azize olga olup ikonalara resmedilmiştir.

1 Mayıs 2018 Salı

İşci bayramı .

1 MAYIS
1 Mayıs’ın yaratıcısı olan dört yiğit işçi önderi Albert PERSONS, Adolph FISCHER, George ENGEL ve August SPIES, 1 Mayıs 1886 yılında 8 saatlik iş günü mücadelesinde önderlik yaptıkları için "Amerikan adaleti” tarafından idam edildiler.
Albert PERSONS isimli işçi, özür dileme şartıyla affedileceğinin söylenmesi üzerine, mahkeme heyetinin karşısında tarihe geçecek sözlerini söyledi: "Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."
ALBERT PERSONS'UN MEKTUBU
Yavrularım, Elveda!!...
“Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor...
Bir daha hiç karşılaşmayacağız. Ah, sevgili çocuklarım, nasıl içten, derinden seviyor sizi babacığınız. Bir gün zaten gidecektim… Ama şimdi daha mutluyum. Babanızla gurur duyabilirsiniz. Bir gün diyeceksiniz ki bizim babamız haklıydı ve gitti.
Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi... Ben tüm bir insanlık için var olduğumun bilincindeydim.Size de böyle bir misyon emanet ediyorum yavrularım.Kendiniz için değil tüm insanlık için var olun.Mücadeleniz hep haksızlığa uğrayanlar için olsun.Böylece insanlık size minnattar kalacaktır.
Gurur duyabilirsiniz çocuklarım… Babanız haklı bir dava için gidiyor. Hiç bir zaman hayat böyle geldi böyle gidiyor demeyin. Erdemli ve cesaretli olun.
Korkmayın hiçbir zaman! Erdeminiz size cesaret verecektir. İyilikleriniz hiç unutulmayacaktır. Dünya var oldukça geride bıraktığınız şerefli yaşam başkaları tarafından anılacaktı. Anılmayacağını bilseniz bile siz iyilik, doğruluk ve adaletten ayrılmayın.
Sevgili evlatlarım hayattan hiçbir zaman nefret etmeyin. Tanrı bize insanca yaşayalım diye bu dünyayı verdi. Sorumlusunuz yavrularım! Haksızlıkların karşısında durun, sessiz kalmayın.
Benim hayatımı ve doğal olmayan haksız ölümümü başkalarından öğreneceksiniz. Babanız, özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır.
Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... İnsanları sevin, haksızlık yapmayın, yapana da ses çıkarın!!
Babanız şerefli bir insan. Onun adına örnek olun. Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız. Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun...
Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen birçok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum.
Alıntı Yavrularım, elveda...

Sevmek ve ölüm ..

Che’nin intikamını alan kadın: Monika Ertl -Nina Ramon

İntikam için, hiçbir yol uzun değildir…

Hamburg, Almanya, 1 Nisan 1971, sabah 09.40. Derin gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için sabırla beklemeye başlar.

Kabul edilmeyi beklerken ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Koyu renk, yünlü şık bir takım elbise giyen Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla, ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.

Kısacık bir an için yüz yüze gelirler. İntikam, bu çekici kadının yüzünde somutlaşır. Gözlerinin içine dik dik bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder. Ne direnme ne karşı koyma ne de mücadele olur. Atış hedefe ulaşır. Kaçarken çantasını, bir peruk, bir Colt Cobra 38 Special marka silah ve “Ya zafer ya ölüm - ELN” yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakır.

Kimdir bu cesur kadın, “Toto” Quintanilla’yı neden öldürür? 
Guevarist milisler içinde kendisine, Quechua ve Aymara dilinde, kız-kız arkadaş ya da yerli genç kız (Niña o joven indígena) anlamlarına gelen “İmilla” denilen bir kadın vardır. Gerçek adı: Mónica (Monika) Ertl. Doğuştan Alman. Dünya solu tarafından en nefret edilen kişi Roberto Quintanilla Pereira’yı öldürmek amacı ile kaybın (Che’nin) yaşandığı Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapmıştır.

Ve o tarihten itibaren dünyanın en çok aranan kadını olur. Amerika genelinde gazetelerin ana sayfalarını tekeline alır. Fakat, onun kökeni ve gerekçeleri nelerdi?

Monica’nın, evrensel tarihin en kanlı ve en büyük silahlı çatışması İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazi rejimi taraftarlarının Güney Amerika’ya kaçışını kolaylaştıran “farelerin yolu” olarak bilinen yoldan, babası Hans Ertl ile Bolivya’ya geliş tarihi 3 Mart 1950’e dönelim.

Monica’nın hikayesi Jürgen Schreiber araştırması aracılığıyla büyük geçişlerle anlatılabilir. Pek çok duygu ve karakter içeren bu sürükleyici tarihi, sizlere sadece bir fırça darbesiyle sunuyorum.

Hans Ertl (Almanya, 1908 – Bolivia, 2000) dağcı, su altı yenilikçi teknikler kâşifi, yazar, kâşif, hayalleri gerçekleştirici, çiftçi, ideoloji dönüştürücü, film yapımcısı, antropolog ve amatör etnograftır. Nazileri öven yönetmen Leni Reifenstal başkanlığında, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları Katılımcılarının Atletik Becerileri, Vücut Estetiği ve Majesteleri filimlerini çekerken Sosyalist Alman İşçi Partisi liderlerini tasvir ederek çok çabuk şöhret elde eder. Ancak, her ne kadar Führer’in resmi ikonografisi Heinrich Hoffman’ın savunma filosu olsa da, “Adolf Hitler’in fotoğrafçısı” olarak tarihte tanınmama gibi bir talihsizliği olur. Bazı kaynaklar Hans’ın, Afrika-Tobruk yoluyla yapacakları yolculuklarında, “Çöl Tilkisi” lakaplı Erwin Rommel’in, ünlü Mareşal alayının eylem alanlarını belgelemek için atandığını ileri sürerler.

İlginç bir bilgi; Hans, Nazi partisi üyesi değildir ama savaştan nefret etmesine rağmen Aryan zarafeti ve eski kahramanlıklarının sembolü olarak Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan ceketi gururla taşır. Kendisine “Nazi” denmesinden nefret eder, onların ve Yahudilerin aleyhinde herhangi bir davranışı olmaz. Göründüğü kadarıyla *Schutzstaffel’in başka bir kurbanıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinde Üçüncü Reich’ın çöküşüyle birlikte liderler, çalışanlar ve Nazi rejiminin ortakları, koşulsuz ABD desteği ve kendi hükümetlerinin onayı ile iki Amerika kıtası da dâhil olmak üzere çeşitli ülkelere sığınarak Avrupa adaletinden kaçarlar. Çok sakin bir kişiliği olduğu ve hiç düşmanı olmadığı söylenir. Ailesiyle birlikte ayrılıncaya kadar statüsü için ikincil derecede görevlerde bir süre çalışarak Almanya’da kalmayı tercih eder. İlk önce Şili’ye gider ve diğer projelerden önce Robinson belgeselinin yapıldığı (1950) “büyüleyici kayıp cennet”, Juan Fernandez takımadalarında kalır.

Ertl, uzun bir yolculuktan sonra 1950 yılında Santa Cruz (Bolivya) şehir merkezine 100 kilometre uzaklıkta bulunan Chiquitania’ya yerleşir. Brezilya-Bolivya arasında yoğun ve karmaşık bitki örtüsüne sahip, XV. yüzyılda fethedilen, müreffeh ve bakir topraklara yerleşmek için oraya kadar gider. Üç bin hektarlık bir mülkiyet edinir, yerli malzeme ve kendi elleriyle inşa ettiği “La Dolorida” adlı çiftliği onun son günlerine kadar evi olur.

Bilim adamları ve kaşifler tarafından dağın serserisi diye bilinen adıyla, karısı ve kızlarıyla, yeni bir hayata başladığında Bolivya’nın büyülü çevresini, her şeyi algılayan objektifi ile yakalar ve vizyon çözme hevesi ile ezici doğası gereği omuzlarında geçmişiyle birlikte dolaşır. En büyük çocuğunun ismi Mónica’dır. Sürgüne çıktığında 15 yaşındadır ve onun hikâyesi de burada başlar…

Mónica, çocukluğunu Almanya’da Nazizm’in kargaşa ortamında geçirir. Bolivya’ya göç ettiği zaman babasının sanatını öğrenir ve bu onun daha sonra Bolivyalı belgesel yapımcısı Jorge Ruiz ile çalışmasına yol açar. Hans Bolivya’da birkaç film yapar (Paititi ve Hito Hito) ve fotoğraf tutkusunu Mónica’ya aşılar. Elbette, yedinci sanatın tarihinde, kadın belgesel film yapımcıları arasında, onun öncü olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz.

Mónica, ırkçı ve çok kapalı bir çevrede büyür. Bu çevrede onun severek “Klaus Amca (El tío Klaus)” demeye alışık olduğu başka bir uğursuz karakter sivrilir. O, bir Alman işadamı (1913-1991), (Klaus Barbie takma adıdır). ve Fransa-Lyon’un eski Gestapo şefidir. Daha çok “Lyon Kasabı” olarak tanınır.

Klaus Barbie, Ertl ailesi ile ilgilenmeden önce soyadını “Altmann” olarak değiştirir. Bu adam La Paz’daki şahsiyetlerin dar çevresinde yeterince güven kazanır. Onu bu çevreye tanıtan Monica’nın babası olur ve hatta bir Alman-Yahudi vatandaşı olarak Bolivya’da ilk işini bulur. Güney Amerika diktatörlüklerine danışmanlık yaptığı söylenir.

Bu hikayenin meşhur başkahramanı, La Paz’da başka bir Alman ile evlenir ve kuzey Şili’deki bakır madenlerinde yaşar; on yıl sonra, evliliği başarısız olur ve O ulvi amaçları destekleyen aktif bir politikacıya dönüşür.

Yaşlı işkenceci Nazi kurtları ile çevrili uç bir dünyada yaşadı. Rahatsız edici herhangi bir gösterge ona tuhaf gelmezdi. Fakat Bolivya ormanlarında Arjantinli gerilla Ernesto Che Guevara’nın öldürülmesinin (Ekim 1967) onun idealleri ve son hamlesi için bir anlamı vardı. Mónica – kız kardeşi Beatrice göre – “Che’ye bir Tanrı gibi tapardı”.

Bunu takiben, baba-kız ilişkisi kombinasyon nedeniyle zora girer: bu fanatizm altüst edici ruha bağlandı; gayretli, mücadeleci, idealist, tutumu üreten muhtemelen tetikleyici faktörlerdi. Babası için çok büyük sürpriz oldu ve hiç istemeksizin onu çiflikten attı. Belki de bu meydan okuma Güney Amerika’daki solcuların dolaylı işbirlikçisi ve destekçisi olmak için onda 60′lı yıllarda belli bir ideolojik başkalaşım (metamorfoz) üretmişti.

Beatriz (burada) BBC News için verdiği bir röportajda: “Mónica onun en sevdiği kızıydı. Babam bize karşı çok soğuktu, O sevdiği tek kişi gibi görünüyordu. Babam tecavüz sonucu doğdu, büyükannem ona hiç sevgi göstermedi, onu sonsuza kadar damgaladı.”

Ve altmışlı yılların sonlarında Che Guevara‘nın ölümüyle birlikte her şey değişir. Mónica kökleri ile bağını koparır ve sosyal eşitsizlik nedeniyle kahramanının hayattayken yaptığı gibi, doğrudan milislere katılmak için Ñancahuazú** gerilla koluna iştirak ederek ciddi bir dönüş yapar.

Mónica, Bolivya tepelerindeki bir mülteci kampında “devrimci Imilla” olmak için objektife tutkulu o eski kız olmayı terk eder. Üyelerinin çoğunun yeryüzünde gözden kaybolup gittikleri gibi, onun acısı, ELN için önemli bir faaliyete dönüşen adalet talebi uğruna güce dönüşür. 

Kampta kaldığı dört yıl boyunca, babasına sadece yılda bir kez yazar: “Beni merak etmeyin… İyiyim.” Maalesef, ölü ya da diri, onu bir daha hiç göremez.

Böylece, 1971 yılında Atlantik’i geçerek memleketi Almanya’ya döner ve Guevara’ya yapılan son hakaretten; yani Higuera’da kurşuna dizildikten sonra, ellerinin kesilmesinden doğrudan sorumlu olan Bolivya konsolosu Albay Roberto Quintanilla Pereira’yı, Hamburg’da bizzat öldürür.

Bu saygısızlık ile kendi ölüm fermanını imzalar. Ve olaydan sonra, sadık “İmilla” kendine yüksek riskli önemli bir görev önerir: Che Guevara’nın intikamını almaya yemin eder.

O amacını gerçekleştirdikten sonra ülkelere ve denizlere kadar genişleyen bir insan avı başlar. Mónica, bazı güvenilir kaynaklara göre hain “amcası” Klaus Barbie’nin ileri sürdüğü, bir pusuda, 1973 yılında toprağa düşer, sadece ölüsü bulunur.

Kızının ölümünden sonra, Hans Erlt Bolivya’da belgesel filmler çekerek yaşamaya devam eder, İspanya ve Bolivya’da bulunan bazı kurumların yardımıyla bir müzeye dönüştürülen kendi çiftliğinde 92 yaşında (2000 yılında) ölür. Son yıllarındaki sadık arkadaşı eski Alman askeri ceketiyle birlikte buraya gömülür. Mezarı iki çam ağacı ve memleketi Bavyera toprağı arasında durur. Onu hazırlamayı bizzat kendisi üstlenir ve kızı Heidi isteklerini gerçekleştirir.

Hans, Reuters’e verdiği bir röportajda şöyle der: “Ülkeme geri dönmek istemiyorum. Benim olan bu toprakta kalmak, hatta burada ölmek istiyorum.”

La Paz’da bir mezarlıkta, “sembolik olarak” Mónica Ertl’in kalıntılarının dinlendiği söylenir. Aslında, hiçbir zaman onu babasına teslim etmediler. Babanın talepleri olaydan sonra yetkililer tarafından göz ardı edilir. Bunlar (böylesi özel kişiler; ç-n) Bolivya’nın bilinmeyen bir yerine bırakılırlar. Haçsız, isimsiz, rahibin kutsaması olmaksızın toplu bir mezara gömülürler.

Bu kadının hayatının bir dönemi, o yıllardaki faşist sağın söylemiyle, “komünizmin” ve böylece Avrupa’da “terörün” kol gezdiği bir ortamda geçti. Birileri için onun adı görevini gerçekleştiren cesur bir kadın, başkaları için gerilla, katil, belki de terörist olarak bellek bahçelerinde takılı kaldı.

Bana göre, bu kendi zamanının ütopyaları için savaşan bir devrimin kadınsı tarafıdır ve gözlerimizın ışığında bizi bu cümleyi bir kez daha yansıtmaya zorluyor:

“Bir kadının değerini asla küçümsemeyin.” 

24 Mart 2013

*Schutzstaffel: Nazi partisinin özel polis gücü.

**Ñancahuazú: Bolivya güneydoğusunda yer alan bir dağ nehri.


Kutsal inançlar ve kitaplar.

POPOL VUH, MAYA KUTSAL KİTABI VE MAYA PANTEONU TANRILARI

İnsanın hayvani ruhu hakkında bilgi vererek, uyarılarda bulunan erken Mezoamerikan mitolojik metinlerinin en önemlisi ve Mayaların kutsal kitabı Popol Vuh'tur.

Kitap, 17 yy.da Kukulkan-Quatzalqoatl /tüylü yılan rahiplerinden kalan bilgilerin yazıya aktarımı ile ortaya çıkmıştı. Popol Vuh'un önemi, Mayalar'ın kadim zamanlardan itibaren biriken sözlü gelenekleri ile oluşturulmasından kaynaklanıyor .
18. yy.'da rahip Francisco Ximenez tarafından İspanyolca'ya çevrilmiş olan kitap, Evren, Yaratılış, devirler, ilkeler ve inisiyelik olmak üzere sembolik bir sunum içerir.

Guatemala'da yazılan hiyeroglif scriptli orijinal Maya kodeksine dayalanan ilk 1550 tarihli orijinal el yazması kayıptır. Popol Vuh'un ilk kısmı, yaratılış konusunun, ikinci kısım ise, Hunahpu ve Ixbalanque adlı ikizlerin inisiyasyon sınavları ile aşamalarının yorumudur.

POPL VUH VE RUH

Popol Vuh- Zamanlar Kitabı'nda İnsanın hayvani ruhu, yarasaya benzetilir ve böyle resmedilir. Çünkü, tıpkı yarasa gibi kördür, maddecilik ve cehalet gecesinde yaşayan parçası, fiziksel olarak hayatta kalma yasasını güder.
Etik dışı ve tamahkar duyular aleminde yaşayanlar umutsuzca dünyeviliğe batarlar, bitmeyen bir gecede vampir yarasalar gibi yaşarlar.

Gündüz görürüz, gece göremeyiz ve geceden korkarız. Popol Vuh’da, insanın bu doğasını, ancak ruhani gerçekliği anladığında, bilgeliğin ışığına çıktığında üzerinden sıyırabileceği, geceden gündüze varabileceği bildirilir.

Spiritüel tasaların çözümü, ölüm ve kader, olayların nedensel yasaları ve erdemin önemi, bu retrospektif tarihi belgede açıklanır.

Onun, Teogoni ve Kozmogonisi, değişik evreleri veya ırksal döngülerin gerçekleştiği olayları da kaydederek, bu dönemlerin belli özelliklerini açıklayan tarihsel bir arka planı yansıtır. Kişe - Quiché ya da klasik Kiçece ile yazılmıştır.

MAYA PANTEONU TANRILARI

Kukulcan - Baştanrı (Meksika kızılderililerinin dilinde “kuş-yılan” anlamına gelir. Maya dilinde “yılan” ile “gökyüzü” sözcükleri eşsesle, “kaan” olarak ve Maya dillerindeki okunuşu ile “Kukuul kaan” halindedir. Proto-Türk araştırmacıları, bu tüylü yılan sembolünün ön Türk tradisyonlarında geçtiğine işaret ederler.

MÖ.400 ve M.S 1519'a dek rüzgar, şafak, bilimler tanrısı, Aztek Panteonunun da kutsal tanrısı olan Quatzalqoatl, ölümün, dirilişin, göksel suların, rüzgarın tanrısı ve sabah yıldızı tanrııdır. Adına kültler kurulmuş, gelişi beklenmiştir. İspanya'dan keşif için gemilerle gelen Cortez dahi, ilk başta, kral Montezuma tarafından bir tüylü yılan temsili olarak görülmüştü. Zira kimi eski metinlerde onun aslında bir yılan olmadığı, beyaz insan ırkına mensup olduğu geçmekteydi.

Chat - Yağmur, gökgürültüsü, bereket tanrısı.

Kinich Ahau - Güneş tanrısı

Yumil Kaxob - Tarım tanrısı.

Yum Cimil - Ölüm tanrısı

Ah Puch - Yeraltı Tanrısı

Ixtab -İntihar tanrıçası, her zaman boynunda bir ip ile temsil edilir. Mayalar intiharın sizi cennete götüreceğine inanıyordu. Dolayısıyla, çünkü depresyon ve hatta önemsiz bir şey için intiharlar çok yaygındı.

Yum Kaax - Doğa, mısır tanrısı

Ix Chel - Dünya tanrıça, dokumacılar ve gebe kadınlar koruyucusu.

Ixbalanque - Ay tanrıçası ve Dolunay, Hunahpu - Hun-Apu'un ikizi.

Hunahpu - Hun-Apu- Venüs Sabah yıldızı

Hunab-ku: Yaratıcı Tanrı. Dünyayı yarattığına inanılıyor.

Ah Kinchil - Güneş tanrısı.

Ah Puch - Ölüm tanrısı.

Ahau Chamahez- Tıp tanrısı.

Ahmakiq - Tarım tanrı.

Akhushtal - Doğum tanrıçası

Bacab - Bacab tanrıların başkanı. Dört yöne ve bunlara karşılık gelen renktir (doğu, kırmızı, kuzey, beyaz; batı, siyah, güney, sarı) Maya dini ve takvimsel sistemleri içerisinde önemli bir rol oynadı.

Cit Bolon Tum- Şifa tanrı.

Cizin (Kisin) - "Kokuşmuş" anlamında ölüm, deprem tanrısı, ölülerin yeraltı arazi hükümdarı.

Ekahau - Seyahat ve Tüccarlar tanrısı.

Ixtab - Asılmışlar tanrıçası. O cennete onların ruhlarını almaktadır.

Kan-u-Uayeyab- Şehirleri koruyan tanrı.

Kinich Kakmo- Güneş renkleri tanrısı, papağan ile sembolize edilir.

Mitnal: Yeraltı cehennem tanrısı, kötüler işkence tanrısı.

Nacon - Nacon Savaş tanrısı.

Tzultacaj (Tzuultaq'ah)- Kekchl olarak bilinen merkez Guatemala Maya yerlileri için, oradaki dağların ve vadilerin tanrısıydı.

Yaxche - Yaxche iyi ruhların altında sevindiği Cennet Ağacı tanrısı.

Yat Balam: Savaş tanrısı.

Itzamna - Yazı ve Takvim tanrısı, Erken Maya tanrısı. Itzamnas pusula noktaları ve bunların renkleri (kuzey, beyaz, siyah batı ve güney, doğu sarı, kırmızı) ile ilişkili bulunmuştur. Itzamna, Mayalara yazı ve takvimi hediye eden bir kültür kahramanı


30 Nisan 2018 Pazartesi

3.Göz ve 3. Dünya savaşı.

Burda daha önce yazmıştım Kuzey ve Güney Kora arasında savaşın çıkmayacağını.Süper güç dediğimiz devletler gövde gösterisinde bulunacağını belirtmiştim.
Uçakların düşeceğini,depremlerin,sel baskınlarının,gemilerin batacağını hatta bir ülkede nükleer tesislerinin sızıntı yapıp bu sızıntı Almanya başta olmak üzere bir çok avrupa ülkesini etkileyeceğini belirtmiştim.
Tekrar diyorum 3.dünya savaşı bu sene olmayacak.Bazı okyanus ve denizlerde gerginlikler olacak ama savaş yok..

Hz.İbrahim ve kadim Ebla tabletleri..

EBLA TABLETLERININ GIZEMLERI VE MUCIZELERI

M.Ö. 2500’lü yıllardan kalma Ebla Tabletleri, dinler tarihi açısından çok önemli bilgileri günümüze kadar taşımaktadır. Arkeologlar tarafından bulundukları 1975 yılından itibaren birçok kez araştırma ve tartışma konusu olan Ebla Tabletlerinin en önemli özelliği ise içinde İlahi kitaplarda bahsedilen üç peygamberin adının geçmesidir.

Önemli bilgiler içeren bu gizemli tabletlerinin, binlerce yıl sonra bulunması, Kuran’da bildirilen toplulukların durumunun coğrafi olarak da açıklanması bakımından oldukça önemlidir.

Ebla, M.Ö. 2500 yıllarında, bugünkü Suriye’nin başkenti olan Şam ile Türkiye’nin güneydoğusunu da içine alan bir bölgeyi kapsayan bir krallıktı. Bu krallık, kültürel ve ekonomik olarak doruğa çıkmış ama bir dönem sonra -birçok medeniyette olduğu gibi- tarih sahnesinden silinmişti. Ebla Krallığının, döneminin önemli bir kültür ve ticaret merkezi olduğu, tuttukları kayıtlardan da anlaşılıyordu. Eblalılar devlet arşivi oluşturan, kütüphane kuran ve ticari sözleşmeleri yazılı kayıt altına alan bir medeniyetin sahibiydiler. Hatta Eblaca (Eblait) denen kendi dillerini oluşturmuşlardı.

1975 yılında yapılan kazılarda ilk bulunduğunda, o zamana kadar klasik bir arkeoloji başarısı olarak değerlendirilen Ebla Krallığı, gerçek önemini çivi yazılı yaklaşık 20.000 tablet ve parçalarından meydana gelen arşivin bulunması ile kazanmıştır. Bu arşiv, aynı zamanda diğer arkeoloji uzmanlarının üç bin yıldan beri bildikleri bütün çivi yazılı metinlerin dört kat daha fazlasıydı.

Tabletlerdeki dil, Roma Üniversitesi’nde arkeolojik yazı uzmanı olan İtalyan Giovanni Pettitano tarafından çözüldüğünde, konunun ne denli önemli olduğu daha da iyi anlaşılmış oldu. Bu sayede Ebla Krallığının ve bu muazzam devlet arşivinin bulunmuş olması artık yalnızca arkeolojik değil, dini çevreleri de ilgilendiren bir konu haline gelmişti. Çünkü tabletlerde Kuran-ı Kerim’de adı geçen melek Mikail yanı sıra üç İlahi kitapta bahsedilen peygamberlerin adı geçiyordu. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail in isimleri…,

Ebla Tabletlerinde saptanan peygamber isimlerinin çok büyük bir önemi bulunmaktadır. Çünkü bu isimlere ilk kez bu kadar eski bir tarihi belgede rastlanmaktaydı. Tevrat’tan 1500 yıl öncesine ait olan bu bilgiler oldukça dikkat çekiciydi. Hz. İbrahim’in isminin tabletlerde geçiyor olması, Hz. İbrahim ve onun getirmiş olduğu dinin Tevrat’tan önce var olduğunu teyit ediyordu.

Tarihçiler Ebla’da bulunan tabletleri bu açıdan değerlendirdiler ve Hz. İbrahim ve onun risaleti hakkındaki bu önemli keşif, dinler tarihi açısından önemli bir araştırma konusu haline geldi. Amerikalı arkeoloji uzmanı ve dinler tarihi araştırmacısı David Noel Freidmann da yaptığı incelemelere dayanarak tabletlerdeki İbrahim ve İsmail gibi isimlerin peygamber isimleri olduklarını bildiriyordu.

Yazının başında da belirttiğim gibi tabletlerde geçen isimler, üç İlahi kitapta bahsedilen peygamberlerin ismiydi ve tabletler Tevrat’tan çok daha eskiydiler. Ayrıca bu isimlerin yanı sıra tabletlerde başka konular ve yer isimleri de geçiyordu. Bu bilgilerden ve yer isimlerinden anlaşıldığına göre ise, Eblalılar ticarette başarılıydılar. Ayrıca yazılarda Ebla’ya uzak olmayan Sina, Gazze ve Kudüs isimleri de geçiyordu. Bu da Eblalıların bu yerlerle olan ticari ve kültürel ilişkilerini gösteriyordu.

Tabletlerde görülen önemli bir ayrıntı ise Lut kavminin yaşadığı yer olan Sodom ve Gomorra bölgelerinin isimleri idi. Bilindiği gibi Sodom ve Gomorra, Ölüdeniz kıyısında, Lut kavminin yaşadığı, Hz. Lut’un tebliğ yapıp insanları din ahlakına çağırdığı bölge idi. Bu iki yerin dışında ayrıca Kuran ayetlerinde geçen İrem şehri de Ebla Tabletlerinde geçen isimlerin arasında bulunmaktaydı.

Bu isimlerin en dikkat çekici yanı ise, peygamberlerin tebliğ ettiği kitaplar dışında şimdiye kadar bulunmuş başka hiçbir metinde geçmiyor olmalarıydı. Bu o dönemde peygamberlerin haberlerinin bu bölgelere de ulaştığını gösteren önemli bir belge niteliğini taşımaktadır. Reader’s Digest dergisindeki bir makalede, Kral Ebrum’un iktidarı döneminde Eblalıların dinlerinde değişim olduğu, insanların tanrının adını yüceltmek için isimlerine ön ek kullandıkları kaydedilmiştir.


Almanya...Kötü düşüncelerin ve şeytanın dostu..Herkesi kendi yaptığı soykırıma ortak etmek ister..Katilamın diğer sesi Nabmibya 'dan geldi.Kara afrikadaki yüz binlerce insanı katletti.

20. Yüzyılın İlk Soykırımı Almanya'nın Namibya Soykırımı 

Sözde Ermeni soykırımını oylayan Almanya, bilindiği üzere dünya tarihinde soykırımlar da anılan bir ülke olmuştur. Ancak Yahudilere karşı yapılan soykırım ısıtıp ısıtıp dünya gündemine getirseler de Kara kıta Afrika'nın güneyinde yaşanan Alman soykırımı pek gündeme getirememektedir.
Yirminci yüzyılın ilk soykırımı olarak tarihe geçen Namibya soykırımı ya da diğer adıyla Hererolar ve Nama soykırımı Almanya'nın soykırım tarihinin en büyük vahşetlerinden biridir.
Herero ve Nama Soykırımı
Almanların 1904 ile 1907 yılları arasında yaptığı soykırım olup 1908 de Alman birliği tekrar kuruluncaya kadar yaklaşık 100 bin Afrikalı öldürülmüştür.
Almanya İmparatorluğu istikrarını tamamladığında 1900 lü yılların başında diğer büyük rakiplerinin hepsinin neredeyse tüm dünya üzerinde büyük sömürgeleri bulunmaktaydı. Almanya'da gözünü sınırlarının çok ötesinde olan sömürge topraklarına dikmişti. Almanlar da ısrarla Namibya'ya göz dikmişti. Adeta Vitrinde duran oyuncağı isteyen çocuk gibi Almanlar'da kendilerine bir sömürge istemiş ve İngilizlerde buna göz yumarak Namibya ile ilgisi olmadığını söylemiştir. Bunun üzerine 1891 den itibaren Almanya güney batı Afrika'da bulunan Namibya topraklarına yerleşim için vatandaşlarına sevk etti.
Alman yerleşimciler ve askerler bölgeye ilk geldiğinde yerli halk hererolar hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Almanlar bölgeye geldiklerinde verimli toprakları yavaş yavaş ele geçirmeye başlamış ve Elmas dolu maden ocaklarının kendilerine işletmeye başlamışlardı. Bölgede artan Alman baskısı ve köleliğin tekrar canlanması, yerli halkta rahatsızlığa neden oldu ve Herero halkı Almanlara karşı isyan etti.

Ardından Alman Ordusu ve Hererolar arasında yaşanan Waterberg Savaş ı neticesinde hererolar yenildi ve ardından Çöllere sürüldüler. Daha sonra bir diğer yerliler Namalar isyan etti. Namaların diğer bir özelliği ise çok cesur bir kabile olmasıydı. Namalar Almanların tespitlerine göre o dönemki hayvancılık anlamında çok ileri seviyede bir kabileydi. Öyle ki Almanlar Namaları incelediğinde onlar için Avrupa'da bu denli endüstriyel hayvancılık yapılmamaktadır. Nama kabilesi Dünya üzerinde en iyi endüstriyel hayvancılık yapan halklardan biridir demiştir.
Bu isyan neticesinde Alman askerleri bu Afrika halkına da acımadı ve adeta soykırıma giriştiler.
18 yüzyılın sonlarından 1904'e kadar Almanlar bölgede yaptıkları soykırım neticesinde ve Hererolar'ın nüfusu toplamda yüzde 80 azalmış, Namalar ise son olarak yüzde 50 azalmıştır. Bu net soykırım 1985 yılında Birleşmiş Milletler tarafından soykırım olarak nitelendirilebileceği ifade edilmiş, Almanya 2004 yılında yaptıklarının sorumluluğunu aldığını açıklamış ve özür dilemiştir. Ancak hiçbir şekilde Namibya halkına tazminat ödememiştir.
Zaten bu soykırım Almanya ve genel Batı dünyasına göre soykırım olarak değil, yerli halk olan hererolar ve Namaların Alman birliklerine karşı isyan etmesi olarak nitelendirilmektedir. Yani Almanlar kendini savunmuş! yaptıkları bu zalimliği soykırım olarak adlandırmaktadır. Zaten Sanki Naziler de Alman değil Ayrı bir düşünce olarak görüp Yahudileri Almanların değil nazilerin katlettiğini ifade etmektedirler. Yani hiçbir şekilde hiçbir suçu üstlenmeyen Almanya ve Avrupa Dünyası kafalarını kuma gömse de tarihten silinmeyecekleri ortadadır.
Almanlar Namibya da İngilizcesi Grand Game büyük oyun anlamına gelen bir oyun oynamışlar. Bu oyunda ortaya koşturulan Namibya halkı, gözleri kapalı Alman generalleri ve askerleri tarafından silahla avlanmakta ve en çok Namibyalı vuran asker, ortaya konan parayı kazanmaktadır. Bu oyun isyanın ateşleyicilerinden biri olmuştur.
Ayrıca Alman askerlerinin Namibyalı genç kızların ve kocalarına öldürdükleri kadınları seks kölesi yapmışlardır. Hatta tecavüz ettikleri siyahi kadınlardan olan çocukları deneylerde kullanıp inceledikleri iddia edilmektedir. Hitlerinde Namibya da Yaşanan bu olayları ve deneyleri çok iyi inceleyip Yahudi soykırımı için ilham aldığı söylenmektedir.
Almanların Namibya'da 100 binin üzerinde yerli halkın çeşitli işkencelere ve soykırımla yok ettiği tarihin su götürmez bir gerçektir. 130 Bin yerli halktan 15 bin civarında yerlinin kaldığı söylenmektedir. Namibya Soykırımı Tarihe geçen kara bir lekedir.