21 Temmuz 2018 Cumartesi

Göz kırpmak.

Belki de zaman bir çocuğun göz kırpma aralığında saklıdır.
Kainatın kutsal hediyeleri olan çocukların ruhlarıyla birlikte nefes almalarıdır An'da yaşamak.
Belki de bütün bunları ötelediğimiz için geriye gitmektir ego'nun kurtuluşu.
Aslında göz kırpanda O nefes O her yerin sahibi de O..

Hızır Meşrep..

20 Temmuz 2018 Cuma

----- 2

– “Bekle ve çalışmana devam et . . . “

Bu sözü her duyuşunda, içinde aniden başkaldırma arzusu, üzüntü ve şüphe uyanıveriyordu.

“Büyük ümitlerle geldiği bu mabette yoksa kara maji ehlinin kulu kölesi mi olmuştu?!…” 

“İradesine hükmederek meçhul bir felâkete doğru mu sürükleniyordu?” “Yoksa… Bütün bunlar sadece birer saçmalıktan mı ibaretti?…”

Zihninden geçmesine engel olamadığı bu sorular her geçen gün gittikçe içini daha da Fazla kemirmeye başlıyordu…
Ancak onun fark etmediği ve bilmediği bir şey vardı. Kendisine kayıtsız kaldığını zannettiği mürşitleri sürekli olarak onu telepatik olarak izlemekte ve geçirdiği ruh hâllerini  takip etmekteydiler. îşte böyle anlarda onu izleyen mürşitleri ona iç enerjisini ve ilhamını kuvvetlendirici manyetik enerjiler yollayarak, içine düştüğü kabuslardan kurtulmasına yardımcı olmaktaydılar. Bu yardımlar sayesinde, olup bitenleri daha iyi anlamaya başlıyordu. Kendisine kendisinin haberi bile olmadan yollanan bu manyetik enerjiler sayesinde, en zor anlarında birden bire kendisine gelerek, iç sıkıntılarından bir anda arınıveriyordu.

İç Aydınlanma Anları
Bu psişik yardımlar aynı zamanda sezgilerinin de daha güçlenmesine zemin hazırlıyordu. Ve bu sayede bir zamanlar kendisini eğiten rahiplere sorduğu pek çok sorunun cevabına, kendi içinden gelen seslerle ulaşabiliyordu. Böylelikle daha önce sorduğu tüm sorulara niçin rahiplerce  “bekle ve çalışmana devam et” dendiğini daha iyi anlamaya başlıyordu. Çünkü aradığı cevapların dışarıdan değil, kendi içinden çıkıp geldiğini görüyor ve bu da kendisine olan güveninin artmasına neden oluyordu. Mabede girebilmek için maruz bırakıldığı çetin sınavların sembolik anlamlarını da işle bu “iç aydınlanma anları”nda çok daha iyi anlayabiliyordu. Mabede giriş sınavında yaşadıkları mabette daha sonra yaşayacaklarının tam bir özetiydi…

Sınav sırasında içine düşmekten kıl payı kurtulduğu kapkaranlık uçurumun daha sonra içine düşeceği çelişkilerin sembolü olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu. Şurası bir gerçek ki, sınavda karşılaştığı o karanlık dipsiz kuyu bile, şimdi zaman zaman yaşadığı o şüphe ve korkuların yanında daha aydınlık kalmaktaydı…
İçinden geçtiği ateş de onu şimdi yakan ihtiraslarından daha az korkunç g()rünmekte ve içine atlamak zorunda kaldığı o soğuk ve karanlık su bile, ona içini doldurup kendisini sıkboğaz eden şu şüpheden daha az soğuk gelmekteydi.

22 Sırrın Gizemi
Sınav gecesi kendisine yeraltı mahzenlerinde anlamlarının açıklandığı o gizemli yirmi iki sırrı sembolize eden heykellerin aynıları, bu kez mabedin bir salonunda iki sıra halinde tekrar karşısına çıkmıştı. ”Sırlar Öğretisi”nm henüz daha eşiğindeyken kendisine son derece üstü kapalı bir şekilde anlatılan bu sırlarla ilgili daha sonra tek bir söz bile edilmemişti. Bunlarla ilgili ne zaman bir soru soracak olsa neredeyse azarlanırcasına  itilip kakılmış ve tek bir açıklama bile alamamıştı. “Bekle ve gör” denmişti her seferinde… Evet… “Bekle ve gör…” Bunun artık bir sabır işi olduğunu gayet iyi anlamaya başlamıştı.
Sabretmeden, fazlalıklarını terk etmeden ve arınmadan sırlarla karşılaşamayacaktı!… Bunu açıkça kendisine söylememişlerdi ama o içe doğuş anlarında edindiği en önemli bilgilerden biri bu olmuştu. Zamanı gelmeden sırlarla temas etmesi mümkün değildi.Peki ne kadar bir zamana ihtiyacı vardı? En çok merak ettiği
şeylerin başında bu geliyordu. Buna ne kendi içinden, ne de mürşitlerinden bir cevap alamıyordu. Demek ki bunun için de beklemesi gerekmekteydi. Aklı sürekli olarak o yirmi iki sırra ve temsil ettiği heykellere
takılıp kalıyordu. Eğer bunlarla ilgili bilgiler üstü örtülü de olsa geçtiği sınavın sonunda kendisine açıklandıysa ve bu sınav aynı zamanda geçeceği inisiyasyonun safhalarını anlatan  sembolik bir bilgiye de sahipse, o halde ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktaydı:

Belki de edineceği sırların temelini oluşturan bu yirmi iki sırrın gerçeğine inisiyasyonun ancak sonunda ulaşabilecekti.Bunu anlaması oldukça uzun bir süreye mal olmuştu ama artık çok iyi biliyordu ki, bunlar Mısır İnisiyasyonu’nun temellerini oluşturmaktaydı. Ve bu sırların neler olduğunu anlayabilmesi için inisiyasyonun tamamını kat etmek gerekiyordu. Burada da sabır, karşısına dikilmişti… Sabretmeli ve beklemeliydi. Ve bu arada sabretmeyle ilgili de bir şeyler keşfetmeye başlamıştı. Sabretmenin basit anlamda köşesine çekilip bekleme olmadığını, tam tersine kendisinin göstereceği çaba ve çalışmayla
geçen bir süreci kapsaması gerektiğini fark etmişti…
Şimdi mürşitlerinin kendisini neden terketmiş gibi göründüklerini daha iyi anlıyordu. Rahipler de sabrederek kendisinin belli bir yol kat etmesini bekliyorlardı… O içe doğan aydınlanma anlarının birinde fark ettiği gerçeklerden biri de buydu işte…

Yirmi iki sırrı sembolize eden heykellerle ilgili, o günden beri mürşitlerinin hiç biri ona tek bir kelime bile söylememişti  ama bu heykellerin bulunduğu salonda gezinip, bu resimler üzerinde konsantre olup, derin derin düşünmesine izin verilmisti. Orada bazen saatlerce tek başına kalmaktaydı… Heykellerdeki
ciddiyet ve kararlılık, Mısır’ın o kendisine özgü sanatıyla adeta hayat bulmuştu. Bu, heykellerin görünen kısmıydı. Bu kadarı bile insanda hayranlık uyandırmaya yetiyordu…
Büyüleyici sanatsal güzelliklerinin ötesinde temsil ettikleri sırlar ve o sırların enerjisi onlarla bütünleşmiş durumdaydı…
Onlara bakanlar o enerjiyi ruhlarının derinliklerinde hissetmekte, o enerjiler onu seyredenin gönlüne dolmaktaydı…
Her biri evrenin ve yaşamın bir alanını yönetip yönlendiren kozmik prensipleri ifade eden bu “Mısır’ın Kutsal Sembolleri” rahipler için evrenin anahtarı konumundaydılar. Sırların saklandığı yer işte buradaydı. Bunun farkında olan aday onlara başka bir gözle bakmakta ve onları sırların muhafızları gibi görmekteydi. Ancak bu sırlara erişebilmesi henüz mümkün görünmüyordu. Peki bir gün bu sırlarla karşı karşıya gelip
bunların ne anlama geldiklerini tam olarak anlayabilecek miydi?…
– “İsisin gülünü koklamama ve Osiris’in ışığını seyretmeme bir gün izin verilecek mi acaba?…”
Aklında sürekli dönmekte olan bu soruyu bir gün Osiris Rahipleri’nden birine sorduğunda şöyle bir cevap almıştı:

Bu bize bağlı bir şey değil. Hakikat kendisini teslim etmez. İnsan onu ya kendinde bulur yada hiç bulamaz. Biz seni adept yapamayız. Onu kendi kendine elde etmek zorundasın. Lotüs suyun dibinde yeşerir ama suyun yüzeyine ulaşması  çok uzun bir zamanı gerektirir. İlahi çiçeği açtıracağım diye  acele etme. Olacağı varsa bir gün elbette olacaktır. Çalış ve dua et.

Mabedin aurası tüm benliğini kuşâtıyor.  Bu cevap, adayda buruk bir sevinçle karşılanmış ve tekrar derslerine geri dönmüştü. Rüyaları da değişmekteydi demiştik… Evet… Artık rüyaları bile Mısır İnisiyasyonunu oluşturan sembollerle dolmuştu. “İsis’in Gülü”m bir gün koklayabilecek miyim diye düşündüğü o günün gecesinde garip bir rüya görmüştü. Bir ağacın içinden çıkan ISİS, sağ elinde tuttuğu kupadaki suyu kendisine uzatıyor ve bu sudan kana kana içiriyordu. Hemen aşağıda ise kendisini görüyordu. Başı kendi sinin başıydı ama vücudu büyük bir kuşu andırıyordu. Isis’in sol elinden akan suyu da, bu kuş içiyordu. Demek ki, kendisi farketmese de İsis sürekli yanındaydı. Ve enerjileriyle kendisini besliyordu. İsis’in elinden rüyasında su içmek bu anlama geliyordu. Kendisine ruhsal konularda bilgi veren rahipler, kuşun astral bedeni sembolize ettiğini daha önce söylemişlerdi. O halde hem fiziksel hem de astral bir arınmayla karşı karşıyaydı. Bunu artık o kadar iyi içinde farkediyordu ki, ruhsal bir yıkanmadan çıkmış gibi kendisini hissediyor ve İsis’in kendisini dört bir yandan kuşattığını nerdeyse görür gibi oluyordu. Mabedin aurası tüm benliğini kuşatmıştı… Görmüş olduğu rüya bunu anlatıyordu. İşte bu düşüncelerle uyandığında uzun bir süre derin bir sessizliğe gömülmüş ve tek bir söz bile söyleyememişti.

Bu açıdan bakıldığında adayın rüyasında Isis’in ağacın içinden çıktığını görmesi, İsis’i temsil eden ruhsal planla irtibata girmeyi başardığını göstermektedir. Bu, Isis İnisiyasyonu’nun başarıyla tamamlanacağını ya da tamamlanmak üzere olduğunu gösterir. Su, burada hem bilginin hem de ruhsal – manyetik tesirlerin
sembolüdür. Isis’in suyuyla beslenmek onun tesiriyle muhatap olmak demektir. Bu hem fiziksel hem de ruhsal arınmayı da ifade eden bir semboldür.

Bu sessizliğin yüce cazibesi ile mabette günler aylan, izlemekteydi….
Mabede geldiği günden bu yana yıllar geçmişti…
Rahip adayı, mabede geldiği ilk günle kendisini karşılaştırdığında gözle görülür bir başkalaşım içine girdiğini çok iyi anlayabiliyordu. Bir zamanlar başına üşüşmüş olan ihtirasları, ondan bir buhar gibi uzaklaşmış; onu şimdi sarıp sarmalamakta olan düşünceler ise, ona yepyeni bir dünyanın kapısını
aralamaya başlamıştı… Dünyasal benliğinin silikleşmeye başladığını, onun yerine daha saf bir benliğin doğmakta olduğunu, kuvvetle hissetmekteydi. İçinde bulunduğu mabedin aurasını artık daha iyi hissediyordu. Burada bulunmak bile sanki iç dünyasında büyük değişikliklerin oluşmasına yetiyordu. Her geçen gün farklı bir kisveye bürünmekteydi. Son günlerde rahiplerin de kendisine karşı tutumlarında değişiklikler olduğunu görüyordu. Gittikçe kendisiyle daha fazla ilgilenmeye ve ona yeri geldikçe bazı
bilgileri artık daha açık anlatmaya başlamışlardı. Örneğin bu mabedin kimler tarafından ve ne zaman kurulduğunu, ne amaçla bu yola girildiği gibi çok özel bilgilerini, rahipler kendisiyle paylaşmaktan artık çekinmiyorlardı. Kendisini rahiplerin sırdaşı gibi görmeye başlamıştı. Bu da içinde büyük bir öz güvenin doğmasına neden olmaktaydı.
Kuşku dolu günler artık geride kalmıştı..
Bu duyguların etkisiyle, içinden gidip kapalı sunağın basamaklarında el pençe divan durmak, secdeye varmak geliyordu. Onda artık başkaldırma duygusunun yerini, mabedin temsil ettiği değerlerle bütünleşme almıştı. Bunun ne olduğunu tam olarak bilemese de, sadece içten içe ama son derece
derinden hissediyordu. Sihirli bir dünyadaydı ve bu sihirli dünyanın gizemleri onu sarıp sarmalamıştı. Kendisini bu sihirli dünyaya teslim etmekte artık hiç bir tereddüt göstermiyordu. Çünkü o da artık bu sihirli dünyanın bir üyesiydi…
Yaptığı meditasyonlarda sık sık Başrahibin vizyonuyla karşılaşmakta ve her seferinde Başrahip’ten telepatik yolla yeni bir şeyler öğrenmekteydi. Her anının Başrahip ve diğer Majlarca gözetildiğini artık kendisi de çok iyi biliyordu… Bir zamanlar yalnızlık içinde geçen günlerin yerini şimdi her anı dolu dolu geçen günler almıştı. İşte yine derin vecd haline girdiği bir meditasyon çalışması sırasında Başrahip telepatik irtibat kurarak, kendisine şunları söylüyordu:

Oğlum!…  Hakikatin sana açıklanacağı  zaman yakındır. Sen onu kendi benliğinin derinliklerine indiğin ve orada ilahi yaşamı yaşadığın zaman zaten perde arkasından hissetmiştin. İnisiyelere ait Yüce Meclise kalbinin temizliği, hakikate olan aşkın ve terk yolundaki başarın sayesinde bunu haketmiş durumdasın. Ama ölmeden ve ardından da tekrar doğmadan Osiris’in eşiğinden kimse içeri girememiştir. Mahzende sana yardım edeceğiz. Sakın korkma, zira sen artık bizim kardeşimizsin.

Bu sözler, rahiplerin desteğiyle inisiye adayının çok farklı bir aşamaya geçirileceğinin işaretiydi. Vecd halindeyken bu mesajı alması, adayın artık ruhsal bir kanala bağlandığının da bir göstergesiydi. Bu mesajı alabildiğine göre, ruhsal kanaldan gelecek diğer mesajları da alabilecek demektir. Bu da, yıllar süren İsis İnisiyasyonu’ndan artık inisiyasyonun ikinci safhası olan Osiris İnisiyasyonu’na  geçebileceği anlamına geliyordu.

İnisinasyon -İsis ve Mu kıtası. -----1

Mu kıtasının batmasından sonra bir çok rahip Mısırda öğretilerine devam etmiş.Öğrencilerini inisinasyon yoluyla seçen rahimler bir takım sınavlar yapıyorlardı.Mükemmel bir şekilde aydınlatılmış olan İsis Mabedi’nin tam merkezinde göğsünde altın bir gül ile, başında yedi ışınlı bir taç bulunan dev bir İsis Heykeli bulunmaktaydı. kabul sınavlarından başarıyla geçenler  işte bu heykelin önünde kendisini bekleyen Başrahip tarafından karşılanmaktaydı. Başrahip, yeni rahip adayını göstermiş olduğu kararlı tutumundan dolayı kutladıktan sonra, çevresinde Majlar’ın sıralandığın bir başka İsis Heykeli’nin önüne getirmekte ve burada sır saklayacağına ve mabedin kurallarına itaatkâr davranacağına dair yemin ettirilmekteydi. İşaret parmağıyla dudaklarını kapatmış “sus” işareti yapan İsis Heykeli’nin önünde gerçekleştirilen bu yemin töreninden sonra Başrahip, tüm mabet üyeleri adına inisiye adayını selamlar ve “Sırlar Öğretisi”nekabul edildiğini açıklardı.
Adayın İsis İnisiyasyonu ve sonrasında Osiris înisiyasyonu’yla devam edeceği eğitimin ilk adımı böylelikle atılmış oluyordu… Aday inisiyasyonun ancak eşiğine basmış olmaktaydı.  Çünkü önünde uzun yıllar sürecek olan bir öğrenim ve çıraklık dönemi vardı…
İnisiyasyonda çıraklık dönemi başlıyor…
O günden sonra İsis Mabedi’nde kendisine ait bir oda tahsis edilmekte ve zamanının büyük bir bölümünü burada kendisine öğretilen kurallara göre meditasyon yaparak geçirmekteydi. Bunun haricinde mabedin dershanesinde Hiyeroglif Alfabeyi öğrenmekte ve kendisiyle ilgilenen rahiplerden çeşitli konularda dersler almaktaydı. Bu ilk dersleri “Sırlar Öğretisi” ile yakından ilgili olmayan çeşitli konuları kapsıyordu.
Mineral ve bitki bilimi, dünya tarihi, tıp, mimari ve kutsal müzik; ders aldığı konuların başında geliyordu. Çıraklık dönemi olarak isimlendirilen bu dönem, yıllar süren oldukça uzun bir süreyi kapsamaktaydı.
Bu süre içinde kendi iç gelişmesiyle ilgili yaptırılan çalışmaların temelini, meditasyon ve konsantrasyon egzersizlerinin de yardımıyla; kendini tanımak ve kendi duygu ve düşüncelerine hakim olma çalışmaları oluşturmaktaydı.
Ruhsal Arınma’dan önce
Zihinsel ve Fiziksel Arınma
Ruhsal arınma, inisiyatik çalışmaların en önde gelen hedefiydi. Ancak bu nihayi hedefe ulaşabilmek için öncelikle negatif duygu ve düşüncelerden arınmak gerekmekteydi.
Bu- Suyla vaftiz etmenin kökeni suyla manyetik enerjilerin aktarılma
prensibine dayanmaktadır.
Şu onda Hristiyanlık tarafından kullanılmaktaysa da, bu teknik isa Peygamber’den çok daha önceleri kullanılmaktaydı. Mabetlerde kullanılan bu teknik daha sonraları mabet dışında da kullanılmıştır. Buna örnek olarak Vaftizci Yahya’yı gösterebiliriz. Yukarıdaki şekilde dikkat ederseniz, kaplardan akan su kulplu
haç şeklinde resmedilmiştir. Bu da suyun farklı bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. Anadolu Halk Gelenekleri’nde de suya okuyup, çocuklara nazardan korunmaları için içirilme adetleri de yine bu konuyla
bağlantılıdır.nun için de uyguladıkları çeşitli arınma ritüelleri vardı. Arınma ritüellerinde hedeflenen amaç, fiziksel ve zihinsel arınmanın gerçekleştirililebilınesiydi. Zihinsel ve fiziksel arınma için tüm dünyada olduğu gibi, Mısır mabetlerinde de su kullanılırdı. Su ile temizlenmek kirlerden arınmak için kullanıldığı gibi aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik arınma için de kullanılan bir yöntemdi. Zihinsel temizlik için bu yöntem Mısır’da bilinçli olarak uygulanmaktaydı. Mabetlerde bu işlem için büyük özel havuzlar yapılmıştı. Suyla temizlenmenin negatif tesirlerden arındırma etkisi vardır. Bu fizyolojimiz üzerinde bize son derece olumlu etkilere yol açar. Gün içindeki olumlu olumsuz deneyimlerimiz, çeşitli maddelerin cildimize yapışıp kalmasına sebep olur. Sinir ve stresten de kaynaklanan bu kimyasal izler silinmediği takdirde, vücut bu negatif tesirlerin etkisinden kurtulamamaktadır. Bu da ruhsal huzur ve dengeye kavuşmak için önemli bir engel teşkil etmektedir. İşte Mısır mabetlerinde suyla arınmadan kastedilen bu kimyasal partiküllerden kurtulmaktı. Mısır’daki mabetlerde suyun bu arındırıcı etkisini çoğaltmak için küçük kapların içindeki suya, rahiplerce yoğun manyetik enerjiler de yüklenirdi. Böylelikle suyun zihinsel anndırıcı etkisinin çoğaltılması sağlanmış olurdu. Bu suyla adaylara auralarmı güçlendirici ve koruyucu manyetik enerjiler  aktarılmaktaydı..
Vücut ve ağız bölgesine Tabi Sodyum Karbonat, alın bölgesine ise muhtelif yağların sürülmesi gibi zihinsel ve fizyolojik  arınma için Mısır mabetlerinde kullanılan başka yöntemler de vardı.
Zihinsel ve fiziksel negatif paıtiküllerden arınmanın bir diğer yöntemi de çimen ya da kumlar üzerinde güneş veya ayışığında yürümekti. Bu şekilde yürümek ya da uzanmak da negatif etkileri yok etmekte, arındırmakta ve adayı enerjiyle doldurnaktaydı.
Fazlalıkların terki
Fazlalıkların terk edilmesi de bir diğer çalışma egzersizlerini oluşturmaktaydı. Bu kapsamda dünyasal arzu ve isteklerden terk çalışmaları, mabetteki yaşamının önemli bir parçası olmaya başlıyordu. Terk yoluyla kazanılacak gücün, iç potansiyelinde birikmesi hedeflenmekteydi. Biriken bu enerji, psişik etkinliğini
gözle görülür bir şekilde artırmaya başlıyordu. Bu gelişme, sadece onu gözleyen rahiplerce değil, kendisi tarafından da rahatlıkla hissedilebiliyordu. O ilk geldiği günden bu yana pekçok şey değişmişti. Sezgileri her geçen gün biraz daha artmış, daha önce kullanmadığı bazı algılama yetenekleri ortaya çıkmaya başlamıştı… Çevresindeki insanların bedenlerini kaplayan ışıltılı haleler gün geçtikçe daha da belirginleşiyordu. Hatta rüyaları bile farklılaşmıştı. Adeta görünmeyen bir gücün etkisi altına girmiş ve bu güç hem dıştan hem de içten kendisini sarıp sarmalıyordu.Bu süreç içinde öğrenci sürekli olarak gözetim altında tutulmakta ve geçirdiği içsel gelişim izlenmekte, ona uygun yeni  aşamalara geçilmekteydi. Sert kurallara uymaya mecbur edilen öğrenci, kendi egosunu bizzat kendisi kırarak, mürşitlerine kendisini teslim etmekteydi. Ondan mutlak itaat istenmekteydi. Mabedin eğitimcileri tarafından ne istenirse tartışmasız bir şekilde aday bunu yerine  getiriyor, hiç değilse yerine getirmek için elinden gelen tüm çabayı gösteriyordu… Kurallara uymak temel kuraldı. Bu disipline uyan adaylara, bu süreç içinde “Sırlar Öğretisi” ile ilgili mürşitlerince pek sınırlı ifşaatlarda bulunulmaktaydı. Bu, eğitimin genel prensibini oluşturan bir diğer faktördü. Kendisine aktarılan bir sırrı öğrenci iyice içine sindirmeden, bir diğer sır kesinlikle kendisine açıklanmamaktaydı. Yeni bilgilere uyum göstermesi için öğrenciye ihtiyacı olan süre fazlasıyla tanınırdı. Açıklanan her bir sınav uyum gösterme süreci adaydan adaya farklılık gösterdiği için her aday ayrı ayrı gözlemlenmekte ve içinde bulunduğu durum tahlil edilmekteydi. Bu eğitim biçimi, mabede toplu olarak kabul edilen adaylar arasında belli bir ayrımın ortaya çıkmasına neden olmaktaydı.Yani bir aday henüz inisiyasyonun birinci aşamasını daha tamamlayamadan, bir diğer aday inisiyasyonun üçüncü ve son aşamasına kadar yükselebiliyordu. Bu farklılık göz önüne alınarak, adaylar kendilerine uygun gruplara dahil ediliyordu. Bu, o denli dikkatle uygulanırdı ki, bazen uzun bir süre geçmesine rağmen öğrenci kendisine yeni bilgiler verilmemesine şaşırır ve “acaba bende iyi gitmeyen bir şeyler mi var” diye düşünmekten kendisini alamazdı. Hatta mürşitlerin kayıtsız davrandıklarını bile zannedebilirdi. Endişelerinin ve sorularının cevabı olarak hep şu cümleyle karşılaşırdı:

Atlantis-Mu kıtası -Mayalar-Mısır -Agarta ve şambala..

İyi ve kötünün savaşı ve bir kıtanın yok olması.Bu olay çok uzun ve derin ama kısa bir özetle anlatılabilir..Mu Kıtası’nın sulara gömülmesinden bu yana binlerce yıl geçmişti… Mu’nun batışından sonra Mu Kültürü uzun bir süre Atlantis’te yaşatılmaya devam etti. Bu süre içinde dünyanın kalbi Atlantis’ti…
Mu’nun sırları, Atlantis’ten çevre kıtalara yapılan göçlerle taşındı… Bizim kıtalarımızdaki çeşitli yörelerde merkezler oluşturuldu. Bu merkezlerden en önemlilerinden biri Mısır’dı. Mısır tam anlamıyla Atlantisliler’ce kuşatıldı. Bölgeye çok önce gelen Mulular zaten burada uygun bir zeminin oluşmasını sağlamışlardı. Bu da Atlantisiler’in işini hayli kolaylaştırdı.Yıllar süren göçler Mısır’ı adeta küçük bir Atlantis’e  çevirdi. Orjinali Atlantis’te olan ve sırların merkezi konumundaki “Yüce Piramit”in bir benzeri Mısır’da da inşa edildi.

Ancak ortada çok önemli bir sorun vardı… Dünya’nın kapısını yeni bir doğal afetler zinciri daha çalmak üzereydi…
Elde edilen tüm bulgular bu seferki yıkımdan en çok zarar görecek bölgelerin başında Atlantis Kıtası’nın geleceğini gösteriyordu… Fakat ortada bir başka sorun daha vardı…
Mu Kıtası’nın batışından sonra geçen süre içinde Atlantis’te “Osiris Öğretisi” adı altında yaşatılmaya devam eden Mu’dan gelen kozmik kökenli bu öğreti, ikiye ayrılmış durumdaydı. “Bir’in Oğullan” ve “Belial’in Oğulları” adı altında ikiye ayrılan Atlantisliler, kendi aralarında önce zıtlaşmayla başlayan ve sonrasında çatışmaya hatta kıta içinde büyük bir savaşa dönüşen bir kutuplaşmanın içinde bulunuyorlardı.

TUFAN YAKLAŞIYOR
İnsan bedeninde nasıl ki enerji giriş ve çıkış noktalan varsa, Dünya’nın da buna benzer çakraları vardır.  Atlantisliler Dünya’ya ait güç akımları başta olmak üzere, belirli kozmik güçlerin mahiyetini ve nasıl işlediğini biliyorve bunları dikkatli bir şekilde yaşamlarının çeşitli alanlarında kullanabiliyorlardı.Çeşitli doğa olaylarına da bu güçler  sayesinde müdahale edebiliyorlardı. Jeofizik afetlere karşı da bu güçlerden yararlanıyorlardı. Belirli yerlere diktikleri piramitler bu alanda da önemli bir fonksiyon görmekteydi.
Ancak şimdi durum çok değişmişti. Her iki grubun da ellerinde bulunan kozmik kökenli bilgiler ve sırlar farklı amaçlarda kullanılmaya başlanmıştı. “Bir’in Oğulları” adı verilen  grup Osiris Öğretisi’ne ilk günkü safiyetiyle bağlı kalmış, buna karşın “Belial’in Oğullan” ise bu bilgileri ve bu bilgilerden elde ettikleri psişik – majik güçlerini negatif alanlarda kullanmaya başlamışlardı. Böylelikle Dünya üzerinde ilk kez kara maji uygulamaları ortaya çıkmış oluyordu.Kozmik kökenli bilgilerden elde edilen psişik güçler ve buna bağlı olan majik uygulamaların negatif alanda kullanımı öncelikle dünyanın aurası üzerinde çok ağırlaştırıcı bir etkiye neden olmuştu. Kara maji uygulamalarından ortaya çıkan negatif yüklü enerjiler, Dünya’yı adeta ” bir bulut” gibi her geçen gün biraz daha kaplıyordu. Bu, daha sonraki yüzyıllarda etkilerini bizim devremiz insanlığına da taşıyacak olan, çok önemli bir yol ayrımının başlangıcıydı. Psişik güçlerin negatif alanda kullanımı o denli ileri bir boyuta ulaşmıştı ki, bu tekniklerden yararlanılarak, yerkürenin
tektonik güçleri bile faaliyete geçirilebilmekteydi. Ancak bütün bu yapılanların Yerküre’nin dengesini nedenli bozduğu hiç hesap edilmiyordu.
Belirli periyotlarla Dünya üzerinde yaşanan kozmik kökenli bazı doğal afetlere, bir de bu etkenler ilave olmuştu. Kaçınılmaz son tüm gücüyle geliyorum diyordu…

Dünya’nın dengeleri bozuluyor…
Atlantis’deki Osiris Rahipleri yaklaşmakta olan felâkete karşı halkı uyarmak için her yolu deniyorlardı.
Eski Mu Külütürü’ne sadık kalan Osiris Rahipleri kendi aralarında yaptıkları son toplantıda yaklaşmakta olan büyükyıkımı tüm ayrıntılarıyla ele almışlar ve yapılması gerekenleri birkaç ana başlıkta toplamışlardı:
1- Halihazırda “Osiris Öğretisi” adı altında varlığını sürdüren Mu Kültürü’nün gelecek kuşaklara her ne şekilde olursa olsun aktanlmasına olanak sağlanmalı ve dünya üzerinden tamamen kaybolmasına
izin verilmemeli.
2- Daha önce Mu’nun Naakal rahiplerince oluşturulan gizli yeraltı merkezleriyle irtibata girilmeli ve bu merkezlerin yeni kurulacak merkezlerle irtibatlandırılması sağlanmalı.
3- Yaşanacak afetlerden kısmen daha az etkilenmesi beklenen çevre kıtalardan Amerika ve Afrika’nın Kuzey bölgelerindeki tespit edilen yörelere sürdürülmekte olan göçler yoğunlaşırılmalı ve mümkün olduğunca halkın büyük bir bölümünün buralara göç etmesi için her türlü imkân seferber edilmeli.

Ve bütün bunlar olabildiğince çabuk gerçekleştirilmeliydi. Çünkü yaklaşmakta olan felâketler zincirine fazla bir zaman kalmamıştı. Ancak kıtalarının batmayacağına inanan “Belial’in Oğullan” buna gerek olmadığını ileri sürüyorlardı. Beklenen doğal afetlerin kıtalarını kesinlikle batırmayacağından emindiler.
Örnek olarak da daha önce Mu Kıtası’nın batışına neden olan doğal afetlerde Atlantis’in batmamasını gösteriyorlardı, Evet… Atlantis’in belli bir bölümü parçalanarak sulara gömüldüyse de tamamen ortadan kalkmamıştı. Ancak bu sefer tehlikenin merkezinde Atlantis vardı. Çünük tektonik aktivite hissedilir bir şekilde dengesizleşmiş durumdaydı.

Ama Belialin Oğulları için korkulacak bir şey yoktu!…
Başını rahiplerin çektiği bu iki grubun çevresinde halk tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumdaydı. Fakat bu bölünmüş yarı yarıya değildi. İbre “Belial’in Oğulları”ndn yana daha ağır basıyordu. Halkın yarıdan çok daha fazlası “Belial’in Oğullan”nm yanında yer almıştı… Vatanlarından ayrılıp herşeye yeniden başlamanın zorluğu da buna eklenince, halkın büyük bir bölümü ilk başta göç etmek istemedi.
Ta ki, felâketler bir biri arkasına gelmeye başlayıncaya
kadar… Atlantis büyük sarsıntılarla parçalanmaya başlamıştı…
Sonunda “Beliarin Oğullan” da göç etmekten başka bir şanslarının kalmadığını farkettiier…

Benzer fakat farklı iki uygarlık ortaya çıkıyor:
Mayalar ve Aztekler Atlantisliler kıtalarının tamamen sulara gömülmesinden önce her iki grubun temsilcileri çevre kıtalara göç ettiler. Avrupa üzenden Orta Asya’ya kadar göçler düzenlendi.
Ancak en fazla göç alan topraklar Amerika Kıtası oldu. Amerika Kıtası’na her iki grubun temsilcileri de gelerek yerleşim birimleri oluşturdular.
“Belial’in Oğulları” ve yandaşları yoğun olarak Kuzey Amerika topraklarına yerleştiler. Daha sonraları karşımıza çıkacak olan Aztekler’in atalarını oluşturdular. ve burada da Kara Maji uygulamalarına devam ettiler. Buna karşılık “Bir’in Oğullan” Orta Amerika’yı tercih
ettiler. Çünkü bu bölgeye ve bu bölgenin daha Güney uçlarına daha önceleri Mulular tarafından göçler düzenlenmiş ve Mayalar adı altında bir yerleşim birimi oluşturulmuştu.
“Bir’in Oğullan” bu bölgede kendilerine kolaylıkla bir yer edinebildiler.
“Belial’in Oğulları”na bağlı grupların Mayalar’ın bulunduğu bölgenin Kuzey kısımlarına yerleşmeleri, Orta Amerika’da bulunan Mayalar’dan çok farklı bir toplumun. Kuzey Amerika’da ortaya çıkmasına neden olmuştu… Günümüzde Amerika Kıtası’mn yerlileri olarak nitelendirdiğimiz Aztekler ve Mayalar’ın temelde birbirlerine benzeseler de birçok noktada ayrı özellikler göstermelerinin nedeni işte buna dayanıyordu…
Örneğin, Mayalar’da insan kurbanlarının görülmemesine karşın Aztekler’de inanılmaz boyutlara ulaşan insan kurban edilişinin nedeni de, bu göçlerdeki farklılıklara bağlıdır.

“Belialin’in Oğulları” ŞAMBALA’yı kuruyor…
Belial’in Oğulları’nın başını çeken rahiplerin önde gelenleri, sahip oldukları gücü daha da artırmak ve etkilerini daha geniş alanlara yayabilmek için, Avrupa’dan Orta Asya’nın içlerine ve Tibet’in dağlık kesimlerine kadar gelip buralarda gizli yeraltı tüneller sistemleri ile bağlantılı gizli tarikatlar oluşturdular. Bu oluşturulan gizli yeraltı tarikatı, örneğini daha önce Mulular tarafından oluşturulan gizli yeraltı ezoterik merkezi Agarta’dan almıştı.
Böylelikle daha önce Mu’dan gelen Naakal rahiplerince kurulan merkeze alternatif olarak, bir başka merkez daha kurulmuş oldu. Bu merkez daha sonraları Ezoterizm’de Şambala olarak anılmaya başlandı.
Zaman zaman günümüzde yayınlan bazı kitaplarda Agarta ile Şambala’mn sanki iki ayrı merkez değil de, tek bir merkezin iki ayrı ismiymiş gibi kullanılması, bu her iki grubun da köken itibariyle aynı sırlara sahip olmasından kaynaklanmış-tır. Ancak arada önemli bir farkın olduğu, bazen bilerek bazen de bilmeden göz ardı edilmiştir. Bu iki grubun en büyük ortak noktası her ikisinin de Atlantis’ten gelmiş olmalarıydı. İşte bu nedenle bazı yazarlarca, bu grupların birbirlerinden bir farkının olmadığı düşünülmüş olabilir. Ancak bu merkezlerden biri pozitif alanda diğeri ise negatif alanda faaliyet göstermekteydi…
Ve bu, günümüze kadar böyle devam etmiştir!…
Bu merkezler bizim devremizde çok önemli fonksiyon
görmüşlerdir. Özellikle de Şambala… Demir Çağı için ŞAMBALA’ya ihtiyaç vardı!…Bu ara başlığımızın ifade ettiği anlam ilk başta biraz tuhaf gelebilir. Evet, Demir Çağı için Şambala’ya ihtiyaç vardı.
Şimdi hem anlatılması, hem de anlaşılması oldukça zor olan bu konuyu çeşitli açılardan ele alarak, elimizden geldiğince anlaşılır bir şekilde açmaya çalışalım:
“Şambala” ve “Agarta” ile ilgili yayınlanmış ve kaynak gösterilebilecek oldukça az sayıda kitap vardır. Bu konuyla ilgili elimizdeki bilgi ve belgelerin büyük bir bölümü Ezoterik Öğretiler’den elde ettiğimiz bilgilere dayanmaktadır. Ancak az sayıda da olsa bazı yazarlar Şambala konusuna değinmekten çekinmemişlerdir. Çekinmemişlerdir diyorum çünkü çekinmelerini gerektirecek bir meseleyle karşı karşıya olduklarını sonraki yazılarda siz de yakından farkedeceksiniz…

Bu konuda bazı açıklamalar yapabilen ender yazarlardan biri Jacques Bergier’dir. “Les Livres Maudits” isimli kitabında bu konuyla ilgili olarak Jacques Bergier, Şambala’nın uzantılarına “Kam Tarikat Üyeleri” tanımlamasını getirmişve bu tarikatın amacını şöyle açıklamıştır:

İnsanları bilgelikten uzak tutmak, cahil bırakmak ve bir takım sırlarla insanların karşılaşmalarını önlemek amacıyla büyük bir organizasyon kurulmuştur. Bu organizasyonun üyeleri tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Bu tarikat ezoterik bilgileri ve belgeleri yöntemlice yok etme konusunda büyük bir başarıya ulaşmışlardır. Bu kara cüppelilerin uygarlık kadar eski olduklarıyla ilgili elimizde ciddi deliller bulunmaktadır.  Evet, gerçekten de, “Kara Tarikat Üyeleri”nin uygarlık  tarihi kadar eski olduklarıyla ilgili elde ciddi deliller bulunmaktadır. Elimizdeki bulgular, “Kara Tarikat Üyeleri “nin bizim devremize ait uygarlık tarihi içindeki her dönemde etkin bir rol oynadıklarını göstermektedir. Bunları maddeler halinde aktarmak bile birkaç kitap konusu olacak kadar çoktur. Şambala’nın tarih içinde; geçmişten günümüze kadar yaptığı inanılmaz komploları ve dünyadaki hangi grup, kurum ve kuruluşlarla hatta devlet yöneticileriyle irtibata girdiklerini belgeleriyle ortaya koymak mümkündür. Bunların birçoğu bilinmektedir. Ancak bunların çok küçük bir kısmı kamuoyuna duyurulmuş durumdadır.

19 Temmuz 2018 Perşembe

Fesleğen veya reyhan bitkisinin faydaları..

Latince Adı: Ocimum basilicum L.
Familyası: Labitae.
Bulunduğu Yerler: Memleketin her tarafında, genellikle güney bölgelerde çok yerleştirilir.
Kullanılan Kısımları: Bitkinin toprak üstü kısımlarıdır.
Kimyasal Yapısı: Yapısında % 0.2 – 0.4 oranında uçucu yağ (estragol, eugenol, sineol vs.), acı maddeler, vitaminler, flavonoidler, organik asitler, aşı maddeleri, saponin eserleri ve tanenler bulunmaktadır.

Faydaları;
Halk tababetinde, nefes darlığı, boğmaca, bağırsak gazları, böbrek ve mesane iltihapları ve dizanteride kullanılır. Haricen diş eti ağrılarında, öz suyu orta kulak iltihabında kullanılır. Asabiyetten ileri gelen genel güçsüzlüğe, sindirim bozukluğuna, uykusuzluğa ve migrene karşı etkilidir. Özellikle sindirimi kolaylaştırıcı özelliği sayesinde hazmı kolaylaştırır. Aynı zamanda sinir hastalarına, iyi uyuyamayan çocuklara, baş dönmesi çeken yetişkinlere, bağırsak sorunlarından yakınanlara verilir. Sütü gelmeyen ya da az gelen kadınların süt verimini çoğaltmak için de kullanılır.

Enerji verir, iştah açıcıdır, öksürüğü keser, ağız içindeki yaralara karşı faydalıdır. Arı sokmasında zehrin etkisini azaltır. Cildi rahatlatır. Fesleğen (reyhan) yağı selülit şikayetlerini azaltır. Yatıştırıcı, idrar artırıcı ve gaz söktürücü etkilere sahiptir. Diğer besinlerle alındığında kanın terkibini iyileştirir, idrar yolları iltihabını ortadan kaldırır. Kalp sağlığı açısından önemlidir. Kırmızı kan hücrelerindeki bir bileşen olan trombositi daha az yapışkan – kanın pıhtılaşmasını azaltacak bir duruma getirir. Anti bakteriyeldir.


Ölüm ve yaşam.

Başka bir yaşamdır veya farklı boyutlarda hayattır derler,üstadlar .Ölüm genelde insanları korkutur. Sevdiklerinizi bırakıp gitmek, yapmak istediklerinizi tamamlayamamak ya da bilinmeyene doğru bir yolculuk yapmak biraz ürkütücü gelebilir. Peki, ölüm hakkında ne biliyorsunuz? Mesela ölümün aslında anlık olmayıp, üç ay önceden başlayabileceğini biliyor muydunuz?

Ölüm, her birey için özel, benzersiz, kişisel bir yolculuktur. Birisi ölüme doğru yaklaşır ve bilinen bir dünyadan bilinmeyen bir dünyaya doğru yolculuğu başlar.Bu süreçte kişi ölümü kavrar ve kendi ölümüne inanarak, zihinsel yolda bir keşfe başlar. Bazılarının varış noktasına ulaşması aylar sürebilirken bazılarının yolculuğu ise birkaç gün sürer.

 Birisi ölümün yaklaştığını fark etmeye ve onu kabul etmeye başladığı zaman çevresinden çekilmeye başlar. Dünyadan ve dünyanın içindekilerden ayrılma sürecini başlatır. Arkadaşlarının, komşularının ve hatta aile üyelerinin bile ziyaretini geri çevirebilir. Ziyaretleri kabul ettikleri zaman etkileşimde zorlanabilir ve bundan hoşlanmayabilirler.Kendi hayatları hakkında düşünüp taşınırlar ve anıları ziyaret edip dururlar. Nasıl bir hayat yaşadıklarını değerlendirebilir ve pişmanlıklarını düşünürler.Ölmek üzere olan kişilerin iştahı azalır, kilo verirler. Beden yavaşlamaya başlar ve daha önce olduğu gibi yiyeceklerden enerji almaya gereksinim duymaz. Bir zamanlar çok keyif aldığı şeyler ona artık cazip gelmez, tek istediği şey uyumaktır… Değişen vücut kimyası hafif bir his üretir. Onlar ne aç ne de susuzdur, yemek yemediklerinde acı çekmezler. Ve bu başladıkları yolculuğun beklenen bir parçasıdır.

Düşünce gücüyle kendimizi yenilemek.Hatta bütün bedenimiziyenileriz.Sadece odaklanın.Kendimde ve eş dost arkadaşlarmın üzerindedeniyorum.

Düşüncelerine dikkat et gerçekleşir.Neye odaklanırsak onu büyütürüz.Ve yıllardır düşünce gücüyle her şeyimizi hatta kodlanmış genlermizi bile değiştiririz diye düşünüp dillendirmiştim.Hatta tüm hastalıklarımızı bile iyileştirebiliriz.Kimse inanmamıştı..Sonunda bilim insanları bunun olabileceğini bilimsel olarak kanıtladı.Bilim insanları beyin-bilgisayar arayüzü ile optogenetiği bir araya getirerek ilk beyin-gen arayüzünü oluşturdu. İnsanlar protez uzuvlarını, bilgisayar programlarını hatta uzaktan kumanda edilebilen helikopterleri artık zihinleriyle kontrol edebiliyor. Bütün bunlar beyin-bilgisayar arayüzü teknolojisi sayesinde gerçekleşiyor. Beyin-bilgisayar arayüzü, beyin ile dış bir cihaz arasındaki doğrudan iletişim yolu ve genellikle insanların bilişsel ve duyusal motor fonksiyonlarına yardımcı olmak için kullanılan bir teknoloji. Bu alandaki araştırmalar duyma, görme gibi duyuları ve hareket yeteneğini kaybetmiş uzuvları tekrar işlevsel hale getirmek üzerine yoğunlaşıyor.
Peki beyin-bilgisayar arayüzü teknolojisi hücre içinde gerçekleşen birtakım biyokimyasal olayların kontrolünde de kullanılabilir mi? İsviçreli biyoloji mühendisleri, insanlara gen ifadesini yani hangi genlerdeki bilgilerin proteine çevrilip ürüne dönüştürüleceğini kontrol etme imkânı verecek cyborg benzeri bir sistem kurdu. Araştırma ekibi beyin-bilgisayar arayüzünü, sentetik (kurgusal) biyoloji ürünü bir implant ile birleştirerek genetik bir mekanizmayı zihinsel faaliyetlerle kontrol edebilmeyi başararak dünyanın ilk beyin-gen arayüzünü oluşturdu. Araştırmanın sonuçları Nature Communications dergisinde yayımlandı.
Araştırma ekibi önce tipik bir beyin-bilgisayar arayüzü ile işe başladı. Üzerinde elektrot taşıyan bir başlık ile ilgili canlının zihinsel faaliyetleri kaydedilerek başka bir elektronik cihaza faaliyetler neticesinde oluşan beyin sinyalleri iletildi. Kullanılan elektronik cihaz, farklı zihinsel faaliyetleri algılayıp elektromanyetik alanın gücünü değiştirebiliyordu. Daha sonraki aşamada araştırmacılar, fareye uzaktan kablosuz bir şekilde kontrol edilebilen bir implant aracılığıyla nakledilmiş insan hücrelerinde protein üretimini başlatmak için elektromanyetik alanı kullandı.
Araştırmada kullanılan implant bir optogenetik teknoloji ürünüydü. Optogenetik teknoloji ışık ve genetik yardımıyla beyindeki sinir hücrelerinin ve protein sentezinin kontrol edilebilmesi şeklinde ifade ediliyor. Araştırmacılar insan böbrek hücrelerine bakteri genleri aktardı, böylece genetiği değiştirilmiş bu hücrelerin ışığa duyarlı protein üretmesi sağlandı. Genetiği değiştirilmiş hücreler üzerlerine ışık tutulduğunda davranışlarını değiştirecek şekilde programlandı. Bu hücreler ışığa maruz kaldığında, bir dizi moleküler tepkime sonrasında alkalin fosfataz proteini (SEAP) üretti. İnsan hücreleri ve LED ışık kaynağı, minicik keseler (implant) içinde fare derisinin altına yerleştirildi. LED lamba kızılötesine yakın aralıkta ışık yayıyordu ve genetiği değiştirilmiş hücreleri içeren bir kültür odasını aydınlatıyordu. Kızılötesine yakın ışık hücreleri aydınlattığında, hücreler istenilen proteini üretmeye başlıyordu. İşte bu, gen anahtarı sisteminin optogenetik kısmıydı.
Elektrot başlık giyen gönüllüler Minecraft oyununa odaklanarak ya da çeşitli rahatlama ve derin düşünme teknikleriyle zihinlerini dinlendirerek yani zihinsel faaliyetleriyle farklı büyüklüklerde elektromanyetik dalgalar üretmiş oldular. Bu dalgalar implant içindeki kızılötesi LED’i etkinleştirerek SEAP’ın üretilmesini teşvik etti. Üretilen protein daha sonra implantın çeperlerinden geçerek farenin kan dolaşımına karıştı. Araştırmaya katılan gönüllüler zihinsel faaliyetleriyle farelerin derisi altındaki ışığın yanıp sönmesini de kontrol edebildi, bu da protein üretiminiya başlattı ya da durdurdu.
Böylece ilk defa beyin-bilgisayar arayüzü ve optogenetik birlikte kullanılarak genlerin kontrolü sağlanabildi. Araştırmacılar sibernetik ve sentetik biyolojinin birleşimi olan ve zihinle kontrol edilebilen bu gen anahtarlarının, insanlarda gen ifadesini kontrol etmede kullanılmak üzere geliştirilebileceği konusunda umutlu. Örneğin bu sistem kronik baş ağrıları, sırt ağrısı ve epilepsi gibi nörolojik rahatsızlıklarla mücadele etmek için kullanılabilir. Özel beyin sinyalleri belirlendikten sonra, sistem tam ihtiyaç olduğunda tedavi edici mekanizmanın etkin hale gelmesini tetikleyebilir.
Uzmanlar, genetiği değiştirilmiş hücrelerin, ilaçların, sinirsel sinyalleri taşıyan moleküllerin, doğal ağrı kesicilerin, kanın pıhtılaşmasını önleyen maddelerin ve daha birçok tedavi edici kimyasal maddenin tasarlanan sentetik implantlar sayesinde vücuda nakledilerek tedavi amaçlı kullanılabileceğini belirtiyor. Böylece geliştirilen sistem ile gen ifadeleri de kontrol edilerek genetik birçok hastalığın tedavisi için gerekli olan proteinler de üretilebilecek. Ayrıca zihin-genetik arayüzleri, kalp ve beyin pilleri, işitme yardımcıları, göz protezleri, insülin salan mikro pompalar ve biyonik eller ve ayaklar gibi elektronik-mekanik implantlarda da kullanılabilecek. Uzmanlar yakın gelecekte hastaların bu implantların faaliyetlerini zihinsel olarak kolayca kontrol edebileceğini de belirtiyor.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Ruhsal güçleri geliştirme.

Psişik yetenekleri geliştirmek gerekiyor ama egona dikkat et.Eğer ogo senin yerine karar vermeye başlarsa sen değil o gelişir ve sonuç kötü oluyor.Ruhsal güçleri geliştirme çalışmaları, insanın kendini tanıma ve kendi sırlarını keşfetme çalışmalarının sadece küçük bir bölümünü oluşturur. İşte bu yüzden sadece psişik yeteneklerin gelişmiş olması, insanın ruhsal olgunluğa ulaşabilmesine yetmemektedir. Fakat kendini tanıma çalışmalarında, ruhsal güçlerin geliştirilmesinin çok önemli bir yeri vardır.
“Kendini bilmek” ya da “tanımak”, insanın değişmesi zorunluluğunun doğal bir uzantısıdır. Değişmek, uyanmak, şuurlanmak için; fazlalıklarıterk edilmesi, içsel bir mücadeleye girişmek ve özdeşleşmeyi meydana getiren bağımlılıklardan soyunmak şarttır. Üstün çaba gösterilmeden, kendi üzerinde çalışmadan; değişmek, uyanmak, şuurlanmak mümkün değildir. Bütün ezoterik çalışmaların, inisiyetik öğretilerin temeli bu nedenle “terk”e dayanır…
İnsan, her yanı fazlalıklarla çevrili ve çeşetli putların isteklerini yerine getirmekte olduğunu bilmeden mahpusluktan kurtarılamaz. İnsan özgür olmadığını anlamazsa, hapishaneden kurtulabilmesi de mümkün değildir. Özgür hale gelmek için, iç özgürlüğü elde etmelidir. İnsanın uğrunda mücadele ederek kazanması gereken şey, işte bu özgürlüktür.
İnsanın iç özgürlüğü elde etme yoluna girmesi “terk etme”ye hazır hale gelmesine bağlıdır. Herhangi bir şeyi kaybetmekten korkmayan, kaybedilecek bir şeyi olmadığının şuuruna varan kimse, bu şekilde her şeyi kazanır.
Bu söz… Yani “insanın kendini tanıması” meselesi, belki ilk başta bize biraz garip gelebilir… “Ne demek yani, şimdi ben kendimi tanımıyor muyum?…” diye düşünebiliriz. Çünkü kendimiz hakkında yeterli fikre sahip olduğumuzu düşünürüz. Oysa ki çoğunlukla, kendi varlığımızın kökeni ve özellikleri hakkında yeterli bilgiye ve yeterli anlayışa sahip olmadan yaşamımızı sürdürürüz. Bunların içinde sahip olduğumuz, ancak çoğunlukla farkında bile olmadığımız ruhsal yeteneklerimiz vardır.
Böyle olunca da, kendi varlığımızın iç potansiyelini, iç gücünü çoğunlukla kullanmadan kısıtlı imkanlarla yaşamaya kendimizi mahkum ederiz… Ve yaşamımızın büyük bir bölümü böyle geçer… İçimizdeki mevcut potansiyel güçten habersiz kendimizi son derece hür ve özgür zannederek; aslında tam bir mahpushane yaşantısı sürdürürüz… Hapiste olduğumuzu far-ketmediğimiz için de, hapisten kurtulmak için hiçbir çaba sar-fetmeyiz… İnsanın mevcut iç potansiyel gücünü kullanmadığı bu dünya yaşamında özgür olamadığını, çok kısıtlı imkanlarla yaşadığını farkeden toplumlar, çok eski çağlardan beri bu yolda önemli çalışmalar içine girmişlerdir.
Dinlerin, felsefelerin, doğu ve batı ezoterik çalışmaların, mitolojilerin; ortaklaşa amacı çok eski çağlardan beri tek bir noktada: “Kendini Bilmek”de yoğunlaşmıştır… “Kendini bilmeyen varoluşun sırlarını da bilemez” ya da “kendini bilmeyen Rabbi’ni de bilemez” sözleriyle de bu konu dile getirilmeye çalışılmıştır.
Uzun yıllardır konunun önemini farkeden kadim toplumlar özel çalışmalar yaparak; o özel çalışmalara katılanlara önce bu konuyla ilgili bilgiler aktarmışlar ve daha sonra da bu bilgiler ışığında insanların kendi iç enerjilerini kullanabilmelerini sağlamaya çalışmışlardı..
NYAYA TESLİM OLAN İNSANIN KARAKTERİSTİK DURUMU
  • Duygularının esiridir.
  • Kalıplar içinde sıkışıp kalmıştı
  • Gurur-kibir iç
  • Dünya ile özdeşleşmiş
  • Gerçek bilgiden uzak, sadece kulaktan dolma bazı dinsel bilgileri ve terkedemedikleri kendisine sürekli olarak engel olmaktadı
  • Bireysellik iç Dilinden “ben” sözcüğü düşme
    mektedir.
  • Aç gözlüdür
  • İçgüdüsel yaşar
  • Kendini ve kendi çıkarlarına hizmet edenleri sever.
  • Suni olarak yarattığı bir sürü icaplar içine kendini sıkıştırmıştır.
  • Ruhsal Güçleri’nden yararlanamamakta, buna bağlı olarak ileri görüşlülüğü kısıtlanmakta ve sezgileri körlenmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da, yeniliklere oldukça zor uyum sağlayabilmektedir.
Bu bilgisizlik çemberi bir başka sorunu daha beraberinde getirmiştir:
Dünyada yaşamın gayesi nedir? Ben kimim? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Yaşam bir takım basit rastlantıların bir araya gelmesinden mi ibarettir?… Yaşam ve yaşamın sonuyla ilgili bilgiler, insanlık için bir “sır perdesi” altında kendisini gizlemiş durumdadır…
Hayat gailesi adını verdiğimiz bu yaşam çarkına kendimizi öyle bir kaptırıp gidiyoruz ki; bu hengamede, sözünü ettiğimiz sorular, çoğu zaman aklımızın ucundan bile geçmiyor. Arada sırada bu soruları kendimize sorduğumuzda ise. tam bir cevap bulamıyoruz. Bulamayınca da ister istemez, sırtımızı bu sorulara dönüp, o tatlı uykumuza devam ediyoruz…
Tüm bunların sonucu olarak, bir süre yapay ihtiyaçlarla ve maddenin bizi cezbetme aracı olan arzular içine kendimizi adeta hapsederek, yaşamaya gayret ediyoruz… Nefes alarak ve yemek yiyerek… Bunun da adına yaşam denebiliyorsa eğer…
Önce korkularımızın tüm engellerini aşmak ve zihinsel konsantrasyonumuzun kontrolünü elimize almak gerekir. Eski alışkanlıklarımızın zihnimizin sorunlara tabi olmasına izin verişimiz, derhal kırılmalıdır. Onların yerine ömür boyunca sürecek yeni bir görüş açısı gerekmektedir.O da: Çözümlere odaklanmak ve bu yolda yeni adımları cesaretle kullanabilme başarısını gösterebilmeye bağlıdır.
Konunun asıl önemli yönü de zaten burada düğümlenmektedir. Yaşamınızı daha zengin, daha dolu, daha neşeli ve daha heyecanlı kılmak için pek çok güçlü araçlar ve stratejiler öğrenebilirsiniz. Ama eğer bu öğrendiklerinizi uygulamazsanız, bu tıpkı çok güçlü bir bilgisayar alıp, onu hiç kutusundan çıkarmamaya ya da lüks bir araba alıp bahçeye park etmeye, onu toza ve çürümeye terk etmeye benzeyecektir.
Neye, nasıl ve nereden başlamalı?…
Gerçekten kendimizde bir şeyler değiştirmek istiyorsak; öncelikle günlük yaşantımızda bir takım davranış kalıplarımızla, kendi kendimizi nasıl kısıtlamış olduğumuzu çok iyi gözlemlememizde büyük faydalar vardır.
Şimdi, bir günlük yaşantınızı şöyle bir gözden geçirirmisiniz?…
Sabah yatağınızdan kalkıp, tekrar akşam  yatağınıza yatıncaya kadarki geçen süreyi, gözünüzde şöyle bir canlandırmanızı rica ediyorum. Bu geçen süre içinde karşılaştığımız belirli olaylara dikkat edersek, çoğunlukla hep aynı tepkileri gösterdiğimizi görürüz. Yani belirli davranış biçimlerini hep aynı tarzda kullanırız. Hep aynı şekilde sevinir ve hep aynı şekilde üzülürüz. Yaşam içinde karşılaştığımız olaylara, çoğunlukla duygu ve düşüncelerimize hakim olamadan bir takını tepkiler gösterir dururuz. Bu halimizle yani “otomatik yaşam biçimimizle” doğrusunu ifade etmek gerekirse: Biyolojik robotlardan pek farkımızın kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Düğmelerine basınca gülen, bir başka düğmesine basılınca ağlayan halimizi değiştirmeden, gerçek anlamda özgür olmaktan söz etme-miz mümkün değildir…
Bunun böyle olması duygu ve düşüncelerimiz üzerinde kalıcı bir hakimiyetin tarafımızdan sağlanamamış olmasından dolayıdır. Bu yüzden de biz yaşam içinde genellikle aynı tür olaylara, hep aynı tür karşılıklar veririz… Ve bir türlü istemediğimiz yönlerimizi sırf bu özelliğimizden dolayı değiştirenleyiz.
İşle gerçek anlamdaki bir değişimi içimizde gerçekleştire-meyişimizin en önemli sebebi, bu göstermiş olduğumuz ota-matik davranış biçimlerimizdir. Hep aynı şekilde davranmakla yeni bir davranış biçimini oluşturmamız adeta imkansız bir hale gelmektedir. Dolayısıyla sanki hep aynı olayların içine kendimizi kısıtlayarak yaşamaya çalıştığımızı, dikkatlice kendimizi gözlediğimizde farketmenıiz. mümkün olacaktır.
   ENGELLER GÖRÜLMEDEN ENGELLER AŞILAMAZ
Her şeyin başı insanın kendisiyle ilgili gerçekleri farketmesidir. Aslında ne denli güçlü bir ruhsal yapıya sahip olduğunu ancak otomatik yaşamın tercih edilmesinden dolayı halihazırda bunları kullanamadığını farkeden bir kişi için yolun yansı aşılmış durumdadır. Bu nedenle insan öncelikle kendi eksikliklerini büyük bir cesaretle, kendi kendisine itiraf etmeyi ba-şarmaladır. Karamsarlığa kapılmadan kişi kendi eksikliklerini önce kabullenmelidir ki, bunların üstesinden gelecek çalışmaları başarıyla gerçekleştirebilsin.
Yaşamımız aslında çeşitli dengelerden oluşan bir süreç olarak karşımıza çıkar. Ancak ne var ki çoğunlukla bu dengeleri yine biz kendi kendimize ürettiğimiz düşüncelerle bozarız. Eğer bahçemizde kök salmakta olan yabani otları görmeyi reddedecek kimseler haline gelmemize izin verirsek, kafamızın içinde yarattığımız hayeller, sonunda bizi mahvedecektir… Ama bir o kadar yıkıcı olan bir şey daha vardır: O da, korkudan sürekli olarak yabani ot bürümüş bir bahçeyi düşünüp duran insanlara olanlardır. Kendi üzerinde çalışanların yolu, bir denge yoludur. Kendi üzerinde çalışanlar otları görür, onlara yüzünde bir gülümseme ifadesiyle bakar. Çünkü onları görmüştür artık. Derhal eyleme geçip onları yok edecektir…
Yabani otlar konusunda endişe duymak zorunda değiliz. Onlar da hayatın bir parçasıdır. Onları görmemiz, varlıklarını kabul etmemiz, çözümlere odaklanmamız ve hayatlanmızdaki etkilerini yok etmek için ne gerekiyorsa hemen yapmamız gerekmektedir.
Ve şunu kesinlikle unutmayınız ki: Onları yok farzetmekle onları yok edemeyiz.
Bunları yok edebilmek için, “kendi kendine telkin ve konsantrasyon metotlarının bilinmesi ve kuralına göre uygulanması gerekir. Aksi takdirde bu yabani otlardan kurtulabilmek hemen hemen mümkün değildir.

Geçmiş yaşam tekrar yaşamak.:Ekminezi.

Kendi başınıza yapmayın tehlikeli olabilir.Ekminezi, geçmiş yaşamı tekrar yaşamak demektir. Kişi hangi yaşa getirilirse o yaşın ruh halini canlandırmakta ve yaşamaktadır. ” Ekminezi ” tabirini Prof. Dr. Pitre ortaya koymuştur. Hipnotizma ile uyuttuğu süjesinin 10-20 sene önceki hayatını en ince ayrıntısına kadar tekrar yaşamaya başladığını görünce hayret etmiş ve bunu incelemeye koyulmuştur.

Ekminezi hadisesi hatırlamadan farklıdır. Hatırlamada geçmişten bahsederken, o hadiselerin geçmişte olduğunu biliriz ve bizim hakiki hayatımızı şimdi yaşadığımız olaylar teşkil eder. Halbuki, ekminezide şimdiki zaman henüz gelecekte bulunan bir zamandır ve hipnoz halindeki şahış için mevcut değildir.

Ekminezi iki yolla uygulanır. İlki hipnotik ve manyetik uyku, ikincisi psikolojik ayrışımdır. Hipnotik ve manyetik uyku yolu ile yapılan ekminezi uygulamaları daha çok rağbet görmekle beraber, herkesçe bilinemeyen ve oldukça incelik ve maharet isteyen psikolojik ayrışım yoluyla yapılanlar daha verimli ve kolay olmaktadır. Psikolojik ayrışım, bir insanın etrafından alakasını keserek kendi ruhsal bilgilerinin içine dalması ve bu durumda dışarıdan gelecek ruhi etkileri kolaylıkla alabilmesi halidir.

Psikolojik ayrışım yoluyla ruhlarla konuşulduğu gibi, süjenin veya medyumun kendi ruhundaki hatıralarla da irtibata geçilebilir. Psikolojik ayrışımda, hipnozun aksine süje’nin şuuru kaybolmamıştır.

Ekmineziyi ilk deneyenler C. De Rochas, Dr. Pitre ve Dr. Azzam’ dır. Ekminezi ismini doktor Pitre icat etmiş olmakla birlikte, bu psikolojik olay Pitre’den önce ” hafızanın gerilere gitmesi ” diye isimlendirilmişti. Fakat her iki kelimeye veya deyime verilen anlam, Neo-spiritüalist görüş noktasından eksiktir. Zira bu olayın bildiğimiz anlamdaki bellekle alakası yoktur. Kişi, bedene bağlı olan ruhun geçmişteki olaylarını seans sırasında tekrar ve aynen “yaşar”.


Apor:Işınlanma olayı.

Tayyi mekan tayyi zamandan farklı veya Astral syehat diyelim.Apor olayları, tarih boyunca, insanlığın evrimsel ilerleyişine katkıda bulunan peygamberlik kurumu ve diğer mistik ekoller tarafından bir vasıta olarak kullanılmış bulunan, kendine özgü bir ışınlama biçimidir. Bu olayların çok çeşitli oluş teknikleri ve yapıcıları varsa da, genel olarak belirli bir astral plana bağlı enerji ve o planın yasaları ile ortaya çıkan fenomenlerdir. Bu söz konusu astral plan enerjilerini ve yasalarını kullanan bedenli ve bedensiz varlıklar, çok çeşitli hallerde ve niteliklerde apor olayları gerçekleştirebilirler.

Apor, aynı zamanda fizik yetenekli medyumların celselerinde, önceden mevcut bulunmayan eşyanın meydana çıkışıdır. Deney sırasında elde edilebildiği gibi, farkında olunmadan da görülebilen olaylardandır. Ancak bu şekilde psişik olaylar günlük hayatta sık görünmediğinden doğaüstü olaylar olarak yorumlanmaktadır.

Fransızca ” apporter ” (getirmek) kelimesinden türetilmiş olan ” Apor ” , celse odasına sanki duvarlardan, kapalı kapı ve pencerelerden geçerek giren objelerin maddeye nüfuz etmesi şeklinde tezahür eder.

Bazen binlerce kilometre ötedeki bir yere taşınan bu objelerin, bulundukları yerden kaybolarak, aradaki tüm fizik engelleri aşıp, aktarıldıkları yerde tekrar ortaya çıktıkları görülür. Sharwood Eddy, ” Ölümden Sonra Yaşayacaksınız ” adlı kitabında, 1941 yılında kendisinin de bulunduğu bir celse sırasında, dökme demirden yapılma ağır bir kül tablasının Chicago’daki bir apartman katında ortadan kaybolarak hemen hemen aynı anda New York’ taki celse odasında belirdiğini anlatmaktadır.

Aspor ise ters yönde tezahür eden bir apor olayıdır. Celse odasında kaybolan bir obje başka bir yerde ortaya çıkar.

Diğer ruhi olaylarda olduğu gibi, aporların meydana getirilişinde de muhtemelen bir kaç metot kullanılmaktadır. Cisimlerin çoğu kez ılık, hatta sıcak vaziyette gelmeleri, bunların ya atomlar ya da moleküller halinde taşındığı ihtimalini akla getirmektedir. Bu kereler alınan cisimler tamamen soğuk olmaktadır ki, bu da olayda başka bir metodun kullanıldığını göstermektedir.

Spiritüalistler, apor fenomenini “ruhsal varlıkların objeleri bulundukları yerden demateryalize etmeleri ve celse odasında tekrar bir araya getirmeleri” şeklinde açıklarlar. Maurice Barbanell ” Bu Spiritüalizmdir ” adlı kitabında, White Hawk ismiyle anılan bir ruhsal varlığın, celse odasında ortaya çıkan taşlarla ilgili bir apor olayı hakkında şu tebliği verdiğinden bahseder: ” Bu olayı ancak şu şekilde açıklayabilirim ki, taşlar entegre olana kadar atomik vibrasyonlarını hızlandırırım. Sonra buraya taşır ve tekrar katı cisim haline gelene kadar vibrasyonlarını yavaşlatırım. “

Objelerin kapalı odaların içerisine ya da dışarısına taşınmaları psikokinezi ( zihnin madde üzerinde tasarruf gücü ) ile ilgili olduğu sanılan bazı ” tekinsiz ev ” ( poltergeist ) olaylarında da görülen bir fenomendir.

Apor olaylarında konu olan objeler yerine, bir celse sırasında odada bir insanın ortaya çıktığı da görülmüştür. S. Edmund’un ” Spiritüalizm, Çözümsel Bir Bakış ” adlı kitabında anlattığına göre, apordan ziyade mükemmel bir ışınlanma olayı olarak değerlendirilmesi gereken bu olay, 19. yy.’ da tanınmış İngiliz apor medyumu Samuel Guppy’nin başından geçmiştir. S. Guppy, kendi celseleri sırasında odada, adeta boşluktan çıkarmışcasına canlı istakozlar, yılan balıkları ve taze çiçekler, meyve ve sebzeler tezahür ettirmekle tanınmıştı. Londra, Highbury’ deki evinde hesap işlerine dalmışken kendisini birden Lambs Conduit Street, 69 numaraya taşıyan ruhsal varlıklar tarafından çatı ve tavanların içerisinden geçirilip celse odasındaki masanın üzerine bırakılmıştı.