7 Temmuz 2018 Cumartesi

Ruhun 3 farklı ögeleri.

Kabbala’da ruhun üç unsurlu olarak ele alındığı anlaşılmaktadır. Yahudi mistisizminin klasik bir çalışması olarak bilinen Zohar’da bu üç unsur Nephesh, Ruach ve Neshamah olarak belirtilir ve bu üç unsur şöyle açıklanır:

Nephesh (nefeş): Yaşayan ölümlü varlıktır. Açlık, nefret, sevgi, iğrenme, ağlama hislerini hisseder ve en önemlisi ölebilir (nefes almayı keser). Nephesh havayı teneffüs etmekten ibarettir. Havayı soluduklarından hayvanlar da bir nephesh’tir, fakat bitkiler havayı solumazlar. Bu, kişinin fiziksel ve psikolojik tabiatının kaynağıdır. 

Ruhun diğer iki unsuru (ruach ve neshamah) doğumla var olmazlar, zamanla oluşurlar, gelişimleri kişinin eylem ve inanışlarına bağlıdır. Bunların kişide tam olarak oluşmasının ancak ruhsal aydınlanma veya ruhsal uyanışla mümkün olduğu söylenir. Kabalistlere göre nephesh aşağı kısımdır, hayvani içgüdüleri idare eder ve sefirot sisteminde Malkut’a tekabül eder.

Ruach (ruah): Ruh ya da canın orta unsurudur. Manevi faziletleri ve iyi ile kötüyü ayırt etme kapasitesini ihtiva eder. Kimileri onu psişe ile özdeş tutar. Kabalistlere göre orta kısımdır, akıl ve mantığı idare eder, sefirot sisteminde Hesed'den Yesod'a kadar 6 Sefirota tekabül eder.

Neshamah (neşamah) Ruhun yüksek unsurudur. Bu insanın tüm diğer canlı türlerinden ayırt edilmesini sağlayan unsurdur. İnsana ölümden sonraki yaşamdan zevk almasını ve yararlanmasını sağlar. Tanrı’nın varlığının bir parça idrak edilmesine olanak sağlar. Kabalistlere göre en yüksek kısımdır, ruhun yüksek özelliklerini idare eder, sefirot sisteminde üstteki sefirot üçlemine tekabül eder.

Zohar’a göre ölüm olayından sonra nefesh parçalanıp dağılır. Ruach, arındırılmaya maruz kalacağı bir aracı kuşağa gönderilir ve “geçici cennet”e girer. Neshamah ise kaynağa, “sevgilinin öpücüğü”nün tadını çıkaracağı, Platon’un belirttiği “idealar âlemi”ne döner.

Alıntıdır

Chiah ve Yechidah diğer iki unsurdur..


.

Etkileşimi sağlayan vücudumuzdaki organ.

OKSİTOSIN👍
Oksitosin, son yılların en gözde hormonlarından biri. Yıllardır annelerin bebeklerini doğurmaları için gereken güçlü rahim kasılmalarını başlatan ve bebek memeden süt emerken sütün bebeğin ağzına fışkırmasını sağlayan bir hormon olarak biliyorduk oksitosini. Fakat özelllikle son yıllarda oksitosinin sosyal ilişkiler ve ruh durumumuzla ilgili sırları açığa çıkmaya başladıkça, bu kadim hormonun önemi gözümüzde gittikçe artmaya başladı.

Bugün oksitosin “bağlanma” hormonu olarak anılıyor; zira en basit sosyal etkileşimlerden, anne-bebek arasındaki bağlanmaya varana kadar birçok sosyal durumda bu hormonun başrolü oynadığını biliyoruz.

Özetleyecek olursak, insanların birbirlerine güvenmesi ve sosyal olarak bağ kurması gereken tüm durumlarda, beyinden salgılanan oksitosin miktarları artıyor. Bu da insanların birbirleriyle güven içinde birliktelikler kurabilmesinin hormonal alt yapısını oluşturuyor.

Oksitosin hemen her etkileşim durumunda salgılanabiliyor. Anne ile bebeğin her türlü etkileşimi, hatta annenin bebeği düşünmesi bile anne vücudunda oksitosin miktarının tavan yapması için yeterli oluyor. Fakat oksitosin sadece anneleri yahut bebekleri etkilemiyor. Günlük hayatta birileriyle birlikte yaptığımız her türlü faaliyet, bedenlerimizdeki oksitosin düzeylerini artırıyor.

Yeni bir insanla tanıştığınızda, tedbir açısından bir çekingenlik yaşamanız doğaldır. Çünkü karşınızdaki insanın sizin için nasıl bir niyeti olduğunu bilemezsiniz. Bu durumda tetikte olmak için beyninizin amigdala bölgesi aktif hale geçer ve hafif bir gerginlik hissedebilirsiniz. 

Fakat az sonra, yeni tanıştığınız kişiyle yakaladığınız ortak bir sohbet konusu, birkaç espri ve hatta içten bir tokalaşma, beyninizde oksitosin salgılanmasını artırır. Oksitosin, öncelikle beyninize gidip amigdala bölgesini susturur ve amigdalanın beyne gönderdiği “sarı alarm” sinyallerinin kesilmesini sağlar. 

Ardından beynimizin ön bölgelerinde bulunan ödül merkezlerini etkileyerek başta dopamin olmak üzere birçok olumlu kimyasalın salgılanmasını tetikler. Yani karşıdaki insanlarla samimiyet gerektiren durumlarda beyinlerimiz bu samimiyetten en fazla keyfi alacak şekilde kimyasal bir değişim geçirir.

Sadece sohbet değil, birlikte yapılan takım sporları, arkadaş buluşmaları ve hatta koro halinde şarkı söylemenin de oksitosin düzeyini çok arttırdığını biliyoruz. Günümüzde sosyal fobisi olan ve diğer insanlardan çekingenlik yaşayan kişiler için burundan sprey şeklinde kullanılabilecek oksitosin ilaçları üzerinde denemeler devam ediyor.

Oksitosin nasıl salgılanır?

Oksitosin gerçekten de pek beklenmedik durumlara cevap olarak beynimizden salgılanıp bizi sosyal olarak daha tatmin olmuş ve bağlı insanlara dönüştürebiliyor. Mesela;

İhtiyacı olan bir insana doğrudan para yardımında bulunmak: Hayır organizasyonlarında bağışlar yapmanın böyle bir etkisi gösterilmemiş; fakat ihtiyacı olan bir insana gerçekten yardım etmek… İşte o durumda oksitosin ciddi artış gösteriyor.

Bir arkadaşınıza sevgiyle sarılmak: Sarılmak, oksitosin salgılatmanın en iyi yoludur. Belki de bu yüzden, sevgiyi ifade etmenin de en etkili yollarından birisidir.

Facebook’ta bir arkadaşınızın eski bir gönderisini beğenmek: Evet, belki bunu çok fazla yapmıyorsunuz ama yeni bir gönderi yerine eskiden yüklenmiş ve artık ilgi çekmeyen bir gönderinin beğenilmesi, gönderen kişide ve sizde oksitosin salgılanmasına sebep oluyor. Nedeni ise eski ortak anıların hatırlanması. Tahmin edeceğiniz gibi bir araya gelip eski günlerde olduğu gibi hatıraları yad etmek de aynı işe yarıyor.

Komedi gösterileri izlemek: Özellikle birlikte izlenen komedi gösterileri, izleyicilerin beyninde oksitosin salgılanmasını artırıyor. Topluluk karşısına çıkmadan önce stres yaşıyorsanız, yine en sevdiğiniz komedyenin gösterilerinden 15-20 dakikalık bir bölümü izledikten sonra konuşma yapmak faydalı olabilir. Zira gülmek, oksitosin salgısını artırır ve bu da topluluk karşısından kendinize güveninizi destekleyen bir altyapı oluşturur.

Güneşli bir günde yürüyüş: Açık havada yapılan sakin yürüyüşlerin de oksitosin salgısını artırdığını biliyoruz. Eğer vaktim yok diyorsanız, Steve Jobs’un yaptığı gibi, bazı görüşmelerinizi yürürken yapmaya çalışın. Büyük fark yarattığını göreceksiniz!

Atış talimi yapmak: Evet, biraz garip bir yol; ama arkadaşlarla ateşli silah talimleri yapmanın oksitosin salgısını artırdığı gösterilmiş.

Size güvenen insanlarla bir arada olmaya çalışın: Birisine güvenmek değil ama birilerinin size güvenmesi oksitosin salgılamanıza neden oluyor. Evliliklerin uzun sürmesini sağlayan önemli unsurlardan birisi de bu karşılıklı güven olmalı. İnsanların size güvenmesini nasıl sağlayacaksınız? Tabii ki bolca iyilik yapıp, açık ve dürüst olarak…

Sakinleştirici müzikler dinlemek: Özellikle romantik ortamlarda tercih edilen ağır ritimli ve sakinleştirici müzikler tesadüf değil; zira bu tarz müzikleri dinlemenin de oksitosini artırdığı biliniyor.

Oksitosin salgılatıcı besinlere beslenmenizde yer açın: Neler oksitosin salgılatıyor? Yumurta, muz ve acı biber, oksitosin salgılatma açısından önde gelen besinler. Sıklıkla tüketmenizi öneririz.

Derin nefes egzersizleri: Tüm ruhsal ve bedensel disiplinlerin temel başlangıç noktası nefes alış-verişini kontrol etmeye dayanır. Bu da tesadüf değil, zira derin diyafram nefesleri, birkaç dakika içine beyinden oksitosin salgılanmasını artırıyor. Gün içinde bu önemli egzersize muhakkak yer açın.

Elbette tüm iyiliklerin tek nedeni oksitosin değil. Fakat bu örneklerden de gördüğümüz gibi, güzel bir yaşamın temel özellikleri, bedenimizdeki oksitosin miktarını arttırıyor. 

Oksitosinle ilgili son notumuz, bedenimizin salgıladığı en önemli antienflamatuvar, yani “iltihap engelleyici” maddelerden biri olması. Bu da birçok kronik hastalığa neden olan inflamasyonun, oksitosinin fazla salgılandığı durumlarda engellenebiliyor olması anlamına geliyor. Aşkla dolu, büyük aileler içinde ve mutlu yaşayan kişilerin daha uzun ömürlü olmasını da günümüzde oksitosinin bu etkisine bağlayan çok araştırmacı var.

Dediğimiz gibi, insan çok karmaşık, içindeki sistemler de öyle. Fakat sadece bir tanesine yakından bakmak bile nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili çok şey fısıldıyor bize…

Kaynakça:
Prof.Dr. Sinan Canan
Melek Öztürk

Seslerin rengi olduğu gibi kokusu da var.Ve bu DNA'mızı da etkiliyor.

Ses dalgalarını sırrını çözersen kainatta var olan bütün sırlar açılır.Her uzvumuzun frekansı ayrıdır..Buna bir örnek çalışmada Fizikçi Bill Tiller’ın laboratuvar ortamında yaptığı deneylerde, odaklanan niyetin, sudaki pH seviyesini yükseltip azaltabildiği, larvaların büyümesini %30 arttırabildiği, bakterilerin öldürülme hızını %30 arttırabildiği ölçülmüştür.

Bunun gibi daha birçok araştırmacının yaptığı farklı deneylerle, aklın ve bilincin madde üzerindeki etkileri bilimsel olarak, kayıtlara geçmekte.

İnsan bilinci, doğal bir skalar dalga (boyuna dalga, longitudinal wave) jeneratörüdür. Skalar dalgalar, genelde bilinen enine dalgalardan farklıdır. Günümüz fizikçileri (Gregg Braden, Dan Winter…) bu dalgaların yapısını ve işlevini araştırıp paylaşmaktalar.

Skalar dalgaların önemli bir özelliği ışık hızından da hızlı hareket etmeleri ve biyolojik gelişimi desteklemeleridir. Bilimin halen bu doğrultuda araştırıp geliştireceği büyük bir okyanus dolusu alan bulunmaktadır.

Nikolai Kozyrev’e göre güneşimiz de skalar enerji üretmektedir. Thomas Hieronymus’un araştırmaları, fotosentez işlevinin ana bileşeninin skalar enerji olduğunu ispat etmiştir. Bu teorisini, bitkileri tamamen ışıktan yalıtılmış karanlık bir odada, sadece skalar enerjiye maruz bırakarak ispat etmiştir. Alman fizikçi Fritz Albert Popp, 1970’lerde, bitkilerin biofoton formunda enerji biriktirdiklerini belgelemiştir. Araştırmalara göre gıda kaynaklı yiyeceklerin ya da desteklerin içeriğinde biofotonlar bulunurken, sentetik vitaminlerde biofoton bulunmamaktadır.

Fraktal alanlar, uygun koşullarda, enerji baskısını enerji ivmelenmesine çevirip, yapıcı dalga etkileşimi aracılığı ile enine dalgaları skalar dalgalara çevirebilmekteler. DNA, bu duruma en güzel örneklerden biridir!

Dan Winter’a göre, DNA’nın dinamik yapısı ve bu yapının altındaki ölçülebilen altın oran, DNA alanını elktriksel olarak merkezcil (centripetal) kuvvete dönüştürmekte ve bu orandan dolayı oluşan mükemmel merkezcil baskı alanı, DNA’nın piezoelektriksel doğasını oluşturmaktadır. Yani, mükemmel baskı/basınç alanı, DNA’nın elektrik alanını ya da potansiyelini arttırmaktadır. DNA, bir radyo istasyonu dönüştürücüsü gibi uzun dalgaları mükemmel baskı alanıyla kısa dalgalara dönüştürmektedir. Bu da DNA’nın doğal bir skalar dalga (scalar, longitudinal, compressional) üreticisi olduğunu göstermektedir.

İnsan niyeti de aynı güce sahiptir. Bu sebepten dolayı odaklandığımız konulara dikkat etmemiz gerekir. Global komplo ağı, tüm medyayı nefret ve korku pompalamak üzerine dizayn etmiştir. Nefret ve korku frekansları insan sağlığı açısından olumsuz olmakla beraber, yukarıda okuduğumuz zihnin madde üzerindeki etkisi misali, bu frekanslar da tecrübe ettiğimiz çevre üzerinde negatif etki yapmaktadır. Bu durumu bilerek medyaya kontrollü ve uyanık bir şekilde yaklaşmamızı öneriyorum.

Enerji her zaman gidebileceği en mükemmel baskı alanını takip eder. Kendi enerjimiz de odaklandığımız konulara gitmektedir. Çünkü odaklandığımız alanlarda baskı alanı oluşturmuş oluruz. Uygun baskı alanları da mükemmel enerji dağılımını tetikledikleri için nereye odaklanırsak o alanı canlandırırız.

Bu durumun bilinci ile düşüncelerimizi ve her an içinde bulunduğumuz hissiyatın kalitesini (pozitif/negatif) gözlemlemenin ve her gün kendimiz için kısa da olsa vakit ayırmanın, meditasyon yapmanın zihin, ruh ve beden sağlığımız için şaşırtıcı derecede yararlı olduğu kanısındayım.


6 Temmuz 2018 Cuma

----1

Çi Nefesleriyle  Mikrokozmik Yörünge Çalışması

Nefes bizim yaşam kaynağımız.Ama hangi nefes.Doğru nefes bir çok hastalıktan( misafir) kurtarır..Üç ana kanalın yanı sıra çakraları da açıp temizleyerek akımı yönlendirir ve arttırır. Hem eterik çift (Şuşumna) hem de Hara düzeylerinde enerjiyi temizleyip açar. Reiki 1’den sonraki her ııyumlama bu kanalların Ki’yi Tutma ve iletme kapasitelerini arttırır — İlkin şifada, ardından da başkalarını uyumlamada. Başlangıç ve Yönetici Damarlar’da Ki’nin kullanılıp yönlendirilmesiyledi reki Üstadın bedeninde Reiki uyumlamasını iletecek kadar elektrik enerjisi tutulabilsin. Bu bakımdan Reiki bir Kundalini disiplinidir.

Reiki 2’de şifacı bu enerjiyle oynamaya başlar ve bedeninin onu yönlendirme ve tutma kabiliyetini geliştirir. Hindistan, Tibet ve Japonya’daki Tantrik pratiklerde bu disiplin, yıllar süren eğitimin yalnızca bir parçasıydı. Reiki 2 şifacısı İkinci Derece enerjisiyle tecrübe kazanma aşamasında bu enerjiyle çalışma yeteneğinde de belli bir hünere ulaşmış olur Bunun bilincinde olsun olmasın, enerji kanalları açıktır ve şifa yaptığı vakit içinden yüklü miktarda Ki akar. Ancak, Reiki 3’e ulaştığında kendi iradesiyle enerjiyi iletmesini öğrenmesi ve sürecin bilincinde olması gerekir. Açıklanacak Ki Alıştırmalarının amacı budur — bedenin bu enerji tutma kabiliyetini arttırmak ve sürecin farkına vardırmak Reiki 3’te ise Zihnin eylemi ve niyet konuları eklenecektir.

İlk olarak, enerji akış tarzının anlaşılması gerek. Ch’i Kung buna Mikrokozmik Yörünge der. Tüm enerji çalışmalarında Gri Kung bunu temel alır, bu nedenle ben de kısaca ele alacağım. Kundalini Yoga yerine Ch’i Kung alıştırmalarını tercih etmemin nedeni, Ch’i Kung’da kullanılan devresi tamamlanmış elektrik döngüsünün aşırı yüklenmeyi önlemesi ve gözetimsiz yapılmasının çok daha güvenli oluşundandır. Bu yöntemle kısa sürede, herhangi bir rahatsızlık veya tehlikeye meydan vermeden, yüksek miktarda enerji üretilebilir. Şunu da belirtmeliyim ki burada aktarılacak alıştırmaları Tantrik Kundalini teknikleri de aynen benimsemiştir.

Mikrokozmik Yörünge konusunda ciddi olarak çalışmak isteyenlere iki kitap Önerebilirim: Mantak Chia’nın Tao Aracılığıyla Şifa Enerjisinin Uyarılması (Aurora Press, 1983) ile Mantak ve Manewan Chia’nın Tao’nun Şifa Verici Işığının Uyarılması (Healing Tao Boks, 1993). Ch’i Kung konusundaki bilgilerimin çoğu bu kaynaklara dayanmaktadır. Mikrokozmik Yörünge, Başlangıç ve Yönetici Damarları bağlayarak bedendeki enerji devresini tamamlar. Bunu iki hareketle başarır ve bunların ikisi de Reiki 3 için vazgeçilmezdir. İlki Hui Yin pozisyonuyla bedenin dibindeki (Kök Çakra) kanalların bağlanmasıdır, yani apış arasındaki birleşme. İkinci hareketse bedenin tepesindeki kanalları birleştirir ve bu da dilin damağa değdirilmesiyle gerçekleştirilir. Bölümün ilerleyen kısımlarında bu konu tekrar tartışılacaktır.

Mikrokozmik Yörünge’deki enerji hareketi Reiki Ki alıştırmalarının başlangıcını ve temelini teşkil eder. Uzaktan şifada olduğu gibi bu da meditasyon esnasında yapılır, şu farkla ki burada enerji içe yöneltilir. Dikkatinizi göbek ya da Hara’da toplayarak başlayın. Isı (Ki) Hara’da yoğunlaştıkça zihninizde buna niyet ederek onu apış arasına Hui Yin, Kök Çakra) hareket ettirin, ardından da omurilikten yukarı. Böbrek noktasında (Ming-Men) bir müddet durun, sonra enerji/Ki’yi omuriliğinizden yavaşça başınıza (beyin epifızi, Taç çakra) yükseltin. Enerji akışını zorlamayın, onu takip edin. Bu enerjiyi on dakikaya kadar Taç çakrada tutun, ardından da aşağı, başınızın ön tarafına (Kaş, balgam bezi, Üçüncü Göz) yönlendirin. Enerjiyi bedeninizin ön yüzünden aşağı, tekrar Hara / göbeğe kadar akıtın. Isı toplanana kadar onu Hara’da tutun ve, Kök’e yönlendirerek Yörüngeyi tekrar başlatın. Döngüyü birkaç defa yineleyin. Bir seansta otuzaltı defa yapacak şekilde alıştırmalarınızı geliştirin.

-----2

Şifa da enerjide bu konuda yeterliliğe ulaştığınız zaman bacak ve Yeryüzü bağlantısını da katın. Göbekten enerjiyi Hui Yin’e (Kök çakra) yönlendirin, sonra da ikiye bölerek Ki’yi uylukların gerisinden dizlerin arka kısmına gönderin. Oradan, baldırlar üzerinden, ayak tabanlarının aksın. K-l akupunktur noktası (Yung-Chuan) ayaklardaki çakraların yeriyle aynıdır Bu noktaya Kaynayan Pınar adı verilir ve Yeryüzü enerjisiyle bedenin elektrik bağlantısını teşkil eder. Tabanlar ısındığında enerjiyi ayak başparmaklarını za, sonra ön taraftan diz kapaklarınıza götürün. Böylece tabanlardan Yeryüzü enerjisi çekilmiş olur. Uylukların içinden enerjiyi kalçanıza ve Hui Yin noktasına geri alın.

Omurga üzerinden akımı yukarı devam ettirin ve bu sefer de kürek kemikleri arasındaki noktada kollar için bölün. Her iki kolun içinden ayaların ortasına kadar (şifada Reiki‘nin aktığı yer) Ki‘yi gönderin. Duyumlara yoğunlaşın ve orta parmaktan dönüp kollardan geriye yukarı çıkan akımı takip edin. Omuzlara ulaştığında enerji ana devreye geri döner ve omurgadan çıkarak enseye ve tekrar Taç çakraya ulaşır. Enerji dolaşımını merkezi kanaldan devam ettirerek onu Hara’ya geri döndürün.

Enerji hareketini bitirdiğinizde topraklama yaparak Mikrokozmik Yörünge meditasyonunu tamamlayın. Bu son derece önemlidir ve her uygulamanın sonunda (bir veya birçok enerji döngüsü yapmış olmanız fark ettirmez) mutlaka yapılması gerekir. Enerji Hara’da olduğu halde yumruğunuzu hafifçe göbek bölgesinin üzerine koyun. Genişliği 15 cm .den daha geniş olmayan daireler halinde ovalayın. Kadınlar bu dairevi hareketi saatin aksi yönünde otuzaltı, saat yönündeyse yirmidört defa yaparlar. Erkeklerse tam tersini — saat yönünde otuzaltı, aksi yönde de yirmidört defa. Bu hareket enerjiyi toplayıp topraklar ve fazla elektrik yüklenmesiyle bundan kaynaklanabilecek rahatsızlıkları önler.

Yukarıda açıklanan Mikrokozmik Yörünge, bunu takip eden iki Ki alıştırmasının temelini oluşturur. Bu alıştırmalar bana l989 yılında, Reiki 2 eğitimimin bir parçası olarak öğretilmişti. O tarihlerde ne alıştırmaların kökeni ne de Mikrokozmik Yörünge hakkında hiçbir bilgim yoktu. O yüzden bu kitap için araştırmalarımı sürdürürken onları basılı halde keşfetmek bana büyük sevinç verdi. Söz konusu Ki alıştırmaları Kundalini Yogası’nda da Ch’i Kung’da da bilinirler ve her iki disiplinin de önemli pratikleri arasında yer alırlar Onların Çin ve Asya’ya yayılması ise Muhtemelen Hint ve Tibet’ten Olmuştur.

Bu alıştırmaları yapmanın nedeni bedenin Ki enerjisini alma ve yönlendirme yeteneğini arttırmaktır. Başkalarını Reiki’ye uyumlamak için çok yüksek düzeyde enerji kapasitesine ihtiyaç vardır ve söz konusu alıştırmalar kişiyi buna hazırlar. Eğer Reiki 3 eğitimi almayı düşünmüyorsanız bunları yapmayabilirsiniz, fakat ümidim o ki öğrencilerimin birçoğu Reiki 3 derecesini alacaktır Alıştırmaların ruhsallık ve sağlığı arttırıcı değeri inkâr edilemez.

Alıştırmalara geçmeden önce belirtmek istediğim son bir nokta daha var: bedenin kutsallığı, Metafizik disiplinlerin çoğu fiziksel olanı aşmaya çalışır ama şunu da gözden kaçırmamak lazım: bedenin kendisi de büyülü ve kutsaldır. Budistler karmanın yalnızca bedenli haldeyken çözülebileceğine inanırlar. Şurası da kesin ki Reiki ancak beden üzerinde yapılabilir. Medeniyetlerin bu çöküş zamanında bedeni, zihni ve ruhu kirleten ve ona zarar veren çok fazla şey var. Bunların çoğundan kaçınmamıza imkân yok — Yeryüzünün havasını solumak, suyunu içmek ve yemeğini yemekten başka çaremiz yok.

Ancak, bazı şeyler yine de bizim kontrolümüzde. Benim gibi birçok şifacı da bir sigara tiryakisinin ya da alkol içen birinin Reiki kanallarının açılamayacağına inanır. Alkol veya bir uyuşturucunun etkisindeyken asla ne şifa, ne de uyumlama yapmayın. Çünkü bu haller şifada tam olarak istenmeyen olumsuz varlık ve ilişiklere davetiye çıkarır. Bu maddeler şifacının kesinlikle kaçınması gereken şeylerdir. Kızgın veya ciddi bir şekilde hasta olduğunuzda da asla şifa ve uyumlama yapmayın. Sigaradan yahut diğer uyuşturucu ya da alkol bağımlılıklarından kurtulmak isliyorsanız Reiki ve Mikrokozmik Yörünge’nin bu konularda güçlü araçlar olduklarını hatırlayın. Bir Reiki uygulamacısı olarak unutmayın ki siz Evrenin yaşam gücü enerjisinin kutsal bir kanalısınız.

5 Temmuz 2018 Perşembe

----1

Hint inananışına göre yaratıcı 3 Tanrı: Jiva - Atman - Brahman
“Her sey Brahman`in bir rüyasından ibarettir”
1-Jiva (astolojik kadersel dünya bedeni) geçmişten gelen karma ile oluşmuş bildiğimiz kişisel can diyebiliriz. 
2- Atman: özbenlik ; meditasyonlar ile bilincin derinliklerini de deneyimlenebilen bilinç durumu. Candan öte kişisel ruh. Atman; Jiva gibi dünyasal zevk ve acıya tabii değil. Kişisel saf ruh, doğası mutluluk olan özbenlik. 
3. Brahman ise ; kişisel özbenliğin (Atman) ötesinde var olan evrensel ruh, mutlak, Niravanik bilinç hali. 
Kişi karmik beden olan Jivanın ötesindeki Atmanı-özbenliğini fark edebilirse, kişisel candan öte kendi ruhunu-özünü fark ediyor. Akabinde Atman-özün fark edilmesinden sonra Evrensel benlik-Brahman farındalığına ulaşabilirise, evrensel ruhu deneyimlenirse (kundalini yükselimi, mahakalpasamadhi) kişi Jiva ve Atman dan özgürleşip kaynağa dönmüş, daireyi tamamlamış oluyor yani Brahman oluyor. Böyle kişilere JİVANMUKTA-kişsellikten özgürleşmiş ruh deniliyor...
“Atman”, hayatın özü veya hayat prensibidir. Kelimenin en eski anlamı “nefes” oluyor. Daha sonra, “hareket” ve “esinti” anlamına da kullanılmış. Rg-Veda'da “Herşeyin Atman’ı olan güneş; yeri, göğü ve havayı doldurur” deniyor. Satapata Brahmana'da ise, “O zaman, ne varolan ne de varolmayan ortada yoktu... sonra Brahman, yokluğun içinde bir boşluk örtündü” deniyor. Bundan da “akıl”, “söz”, “nefes” ve “benlik” ortaya çıkmış.. Bu benlik, ebedî ve değişmeyen benliktir; yâni “Atman”. Bedene ve dünyaya bağlı, Samsara'dan dolayı ortaya çıkan benlik (jiva), bir şuur halidir ve daima değişime tabidir. Atman ise bu halin fevkınde, bireysel olmanın ötesindedir.
“Brahman”, her bir tarafa yayılan ve kendiliğinden varolmuş kudrettir. Rg-Veda'da şöyle deniyor: “Tek olan O'na bilge kişiler birçok isim verirler”, “O'nun bulunduğu yerde, bütün şeyler varolur.” Daha sonra yaratma fonksiyonu işin içine girince, Brahman kavramı anlaşılmaz bir hal almıştır. Yaratan, “Prajapati”dir. Brahman ise yaratandan da üstün, ama onunla birdir.
Bir başka açıdan ele alındığında, evrensel prensip Brahman ile bireysel prensip Atman arasındaki ilişki, kişinin seviyesine ve aklının kapasitesine göre bir anlam taşımaktadır. Çandogya Upanişad'da geçen “tat tvam asi” (sen O'sun: Atman Brahman'dır) formülü ile bu bir bakıma açıklığa kavuşmuş sayılır. Ancak, burada Atman (gerçek benlik) ile Jiva (geçici benlik) kastedilmemektedir. Dünya hayatına mecbur olan insan için kendine ait ne var ise, Jiva olarak belirir ona. İnsan, bu geçici benliği veya bedeni ile birlikte kazandığı şahsiyeti olarak bilir kendisini. Asıl benliğinin farkında değildir.
Hindu Kozmolojisinde Yaratılış
“Sonsuz bilinc, kendini bilinir kılmak icin ayni anda suje ve obje, algilayan ve algilanan oldu, hiçbir şekilde değişmeden her türlü form ve görüntü oldu, Tanri oldu, sonsuzlukta kendi icine baktı ve dünya olarak, evren olarak göründü, yanılsama (maya) aracılığıyla düalite olarak tezahür etti, icteki umursamaz ve etkilenmez tanik oldu, duyu organları oldu, yıldızlar oldu gökyüzünde, kalpte sevgi oldu, umut oldu gönüllerde, coşku oldu o, güvercinler oldu ve bütün bunların hepsini algılayan algı oldu...” 
Upanisadlardan
-Hinduizm`e gore gercekligin de katmanlari vardir nasil ki ruyamizda yaptigimiz ya da hissettigimiz bir sey, ruyamizdayken gercek uyandigimizda degilse, Hinduizm`e gore yaratilis da dunya gozuyle yani Maya / iluzyon araciligiyla bakilinca gercek, iluzyondan ayri bakilinca yanilsamadir, asagidaki yazim, Maya yani iluzyon gozunden bakilinca Isvara`nin (Tanri`nin) durumunu / yaratisini /tezahurunu anlatir. Hinduizm`de bu olaya "Nihai gerceklik" olarak bakildiginda ise, ortada yaratilis falan yoktur, sadece sonsuz Brahman vardir. Asagidaki yazi "ruya"nin disindan degil icinden bakilarak yazilmistir:
Ortadoğu dinlerinde (Musevilik, Hristiyanlık ve İslam) “yaratılış” kelimesi ile kastedilen, Tanrı’nın belirli bir zamanda kendinden tamamen ayrı olarak yoktan var ettiği maddesel dünya/evrendir. Tanrı bu dinlerde, belli bir zamanda “ol” demiştir ve 6 günde dünyayı, güneşi, göğü ve yeri yaratmıştır. Bu sürece ilişkin başka bir ayrıntı verilmez yalnızca Tanrı’nın “ol” emriyle birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü...vs günlerde yarattığı göksel maddelerden, “yerin ve göğün” yaratılışından bahsedilir. Bu üç dinde de bu konuda ortak nokta, yaratılan bütün bu evrenin Tanrı’dan tamamen ayrı olmasıdır, Tanrı yarattığı şeyleri yönetir kontrol eder ancak yarattıklarıyla kendisinin hiçbir ilgisi yoktur, kendisi yarattığı evrenden tamamen ayrıdır.
Hindu anlayışına göre ise Tanrı her yerdedir ve her şeydir, Tanrı evrendir ama evrenle sınırlı da değildir, evrenin çok ötesindedir ayrıca. (Panenteizm) Tanrı her bir atomun içindedir, Hinduizm’deki ünlü deyiş “Evren ilüzyondur” ifadesinin anlamlarından biri de bununla ilgilidir, aslında evrende Tanrı’dan başka hiçbir şey yok ama ilüzyon,/Maya sonucu maddeyi görüyoruz, algılıyoruz örneğin nasıl ki tırnak makası demirden başka bir şey değilse evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir, “tırnak makası” kavramı sadece isimdir, zihinde vardır, demirin dönüşümünden ibarettir gerçek olan onun “demirden başka bir şey” olmamasıdır yanıltıcılık isimlerde ve kavramlardadır aynı şekilde evren de Tanrı’dan başka bir şey değildir ama aynı demirin “evrimleşerek” tırnak makasına dönüşmesi ve demirden başka bir şeye dönüştüğünün düşünülmesi gibi, Tanrı’dan özde hiçbir farkı olmayan Tanrısal enerjiler de evrimleşerek madde dünyasını oluşturmuştur ve ilüzyon sonucu Tanrı’dan başka bir şey olduğu düşünülmektedir, buna bağlı olarak da bu ilüzyondan etkilenen zihin yanılgıya düşer. Evrendeki hiçbir şey Tanrısız değildir, her şeyde Tanrı vardır, Tanrı olmayan bir şey kısır bir kadının çocuğu gibi bir “hiçlik”ten öteye gidemez. Dolayısıyla Hinduizm’deki “yaratılış” kavramı ortadoğu dinlerindekinden oldukça farklıdır.
Hinduizm’e göre evrendeki her şey, bilinçten enerjiden oluşmuştur, madde de “bilincin” dönüşümünden ibarettir, bilinç her yerdedir, dağda, taşta ormanda, nehirlerde, okyanuslarda..
“Yaratılış” kelimesiyle kastedilen olgu, Tanrı’nın değişik şekilde tezahür etmesidir veya Tanrı’nın çeşitli enerjilerinin yayılması, dönüşümü değişimi veya evrimidir.
Hindu kutsal metinlerinde yaratılış ile ilgili pek çok anlatım ve ayet vardır, bunlardan bazıları daha detaylı bazıları üzeri kapalı bazıları sembolik bazıları da masalsıdır, Rig-Veda’da bu son derece detaylı konuya giriş niteliğinde şöyle denir:
“Başlangıçta ne varlık vardı ne de yokluk...
Ne hava vardı, ne de onun ötesindeki gökyüzü
Bir kımıltı mı? Nerede? Hangi örtünün altında? Kimin himayesinde?
Dipsiz suların sonsuz derinliği mi yoksa?

----2

Ne ölüm vardı o zaman ne de ölümsüzlük.
Ne de gündüzü geceden ayıran bir işaret.
Ama Bir O vardı, soluk olmadan soluyordu kendi iç gücüyle
Başka da bir şey yoktu.
Karanlıklar içinde karanlıklar dururdu;
Boyutları olmayan bir deniz gibi;
Mümkün olanı hala biçimlendirmemiş bir boşluk,
Ta ki Sıcaklığın gücü Tek olanı yaratana dek.
O zaman, o Tek olanda, Arzu kıpırtıları varlığa dönüştü,
Ruhun ilk tohumudur Arzu.
Bilgelikle gönüllerinde araştırma yapan ermiş kişiler
Keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını.
Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı
Ne vardı orada onun üstünde?
Tohum verenler ve güçler oradaydı;
Altta serbest enerji; üstte hızlı eylem.”
Rig-Veda’da ayrıca Kozmik can’dan (Purusha) ve bu canın var olacak her şey olmasından, bölünmesinden ve böylece mevcut var olan her şeye dönüşmesinden bahsedilir.
Satapatha Brahmana’da bu kozmik cana “kozmik yumurta” denir ve onun yarılmasından söz edilir, Bu Brahmana’da bu gibi anlatımların yanında daha sembolik ve masalsı anlatımlar, örneklendirmeler de bulunur.
Çeşitli Upanişad’larda sembolik anlatımın üzerine, bu durumun kozmolojik, felsefi/psikolojik yönlerine değinilir.
Bhagavad Gita’da Tanrı ve enerjilerinin yapısı açıklanır, Srimad Bha g ava ta m’da evrenin yaratılışı konusuna son derece ayrıntılı olarak değinilir, çeşitli Şivacı metinlerde de bu konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Hinduizm’de yaratılış sürecini anlatmadan önce Tanrı’nın enerjilerine değinelim:
Hindu kutsal metinlerine göre Tanrı’nın, insan aklının almayacağı niteliklerde ve sayıda değişik enerjisi vardır ama Rişiler kutsal metinlerde bu enerjiyi 3 gruba ayırmıştır, Tanrı’nın enerjisi bizzat Tanrı’nın kendisinden yayılır yani Tanrı’nın enerjisi Tanrı’dır denebilir ancak aynı anda hem Tanrı’nın aynısıdır hem de değildir, örneğin okyanus ve okyanustan alınmış ve bir bardağa konmuş su aynı değildir, bardaktaki o suya artık okyanus denmez ama bu bunlar birbirinden yapı ve öz olarak farklı da değildir, Tanrı ve enerjileri konusunu kavrayabilmek için güneş örneğini de, her ne kadar eksik bir örnek olsa da, düşünebiliriz: Güneşten yayılan ısı ve ışık güneşin kendisi değildir ama güneşi “güneş” yapan şey de ısısı ve ışığıdır. Aynı şekilde Tanrı’nın enerjileri de Tanrı’yı “Tanrı” yapan olgulardır ama Tanrı’nın tam olarak kendisi değildir, fakat kendisinden farklı da değildir. Tanrı’nın 3 enerjisi:
1) İçsel enerji gücü (Antaranga Şakti): Ruhsal enerjidir ve sonsuzdur, sonsuz bilgi ve sonsuz mutluluktur, bu enerji sadece ruhsal boyutta bulunur, zamanla değişmez azalmaz ve hiçbir şeyden etkilenmez.
2) Dışsal Enerji gücü (Bahiranga Şakti): İçsel enerjinin gölgesi konumundadır, içsel enerjinin tersine geçicidir, zamanla değişime uğrar, etkilenir, bozulur, evrim geçirir, bu enerji: toprak, su, hava, ateş, eter, zihin, akıl ve sahte olan “ben” düşüncesi, sahte ego’dur. Dünyada çok sayıda sahte ego, zihin, akıl vardır bunlar dışsal enerji ve marjinal enerjinin ürünü olan insanlardır.
3) Marjinal Enerji (Tatastha Şakti): Yaşayan canlılardaki bireysel ruh’tur, (Yani Jivatman, ancak Jivatman ile Atman aynı kavramlar değildir, Atman her canlının içindeki esas/ana özdür her canlıda bulunur, Jivatman da ışığını yani bütün gücünü Atman’dan alır, Atman sayesinde var olur ancak anlatılmak istenen kavram ve vurgu bakımından Jivatman biraz farklıdır)

----3

Sonsuz ruhsal bilinç enerjisi yani ilk enerji ışıkla da sembolik olarak temsil edilir, ikinci yazdığım dışsal enerjinin ilk oluşturduğu maddesel nedensel unsura viraja denir ve “su” ile sembolik olarak ifade edilir, bildiğimiz “su” kavramı ile ilgisi yoktur, bildiğimiz su bu evreden çok daha sonra yaratılmıştır. Bu evrede henüz “zaman” diye bir kavram yoktur çünkü zamanı da daha sonra var eden Tanrı’dır, bu evreden öncesi Hindu metinlerinde “varlığın veya yokluğun bulunmadığı, akılla kavranabilecek olgu ve kavramların çok ötesindeki “derin karanlık” olarak tanımlanır.
En başta bütün bu enerjileri içinde barındıran Tanrı, daha sonra dışsal enerjisiyle yani Bahiranga Şakti ile genişleyerek Maha tattva’dan gezegenler, yıldızlar, uzay...vs kısaca “evren” olarak yayılır ve her bir zerrenin içine girişim yapar yani başka bir deyişle her şeyi “yaratır”.
Mahat Tattva Nedir?
Tanrı’nın yukarda yazdığım ikinci enerjisi (dışsal enerji), içsel bilinç enerjisinin çok küçük bir kısmının nedensel viraja unsuruna yani suya ekilmesiyle evrime uğrayarak dönüşmüş, toplam maddeyi oluşturmuştur, bu yapıya Mahat Tattva denir, Mahat Tattva maddesel boyuttaki her şeyin bütün kozmik tezahürün toplamıdır her şeyin kaynağıdır, bütün gezegenlerin, bütün yıldızların, bütün galaksilerin bütün maddenin bütün “maddesel” evrenin toplamıdır, kaynağıdır.
Mahat Tattva bütün evrenin toplam kaynağı olmasının yanında, yukarda belirttiğim değişen evrimleşen dışsal Bahiragna enerjisinin evrimleşmesiyle kendi içinde evrimleşmeye devam eder kümesel zihin ve kümesel akıl da artık Mahat Tattva’nın içindedir, Tanrı’nın dışsal Bahiranga enerjisiyle değişim ve kümesel zihnin evrimi devam ettikçe Ahankara denilen kümesel ego veya sahte ego olgusu ortaya çıkar, Ahankara "ben" düşüncesi veya olgusudur, bu fikre sahip kişiyi evrenden ve diğer her şeyden ayıran zihin tutumudur. Kaynağı dışsal enerji olan "maddesel olgu", Tanrı’nın içsel enerjisinin de etkisiyle evrimleşirken kendisini görülebilen, duyulabilen, dokunulabilen, koklanabilen, tadılabilen bir kavram olarak ifade etmeye başlar bu evrede henüz her şey bir bütün küme ayrışmamış, haldedir, dışsal enerji evrimi devam ettikçe Mahat Tattva parçalanır, bölünür ve Ahankara da yani sahte ego da akıl ve zihin ile birlikte sonsuz sayıda parçaya birime ayrılır, “canlılar”, ve evrimle de insanların temel oluşumunun temeli atılmıştır artık... Ancak dikkat edilmesi gereken olgu Zihin veya akıl Atman ya da Jivatman (ruh) değildir, bu olgular ışıklarını Atman’dan alır yani bütün güçlerini Atman’dan alırlar ama Atman değildirler, Atman değişmez, gelişmez ve sonsuzdur bozulmaz oysa ki zihin ve akıl sürekli değişir, gelişir veya bozulur.
“Sonsuz bilinc, kendini bilinir kılmak icin ayni anda suje ve obje, algilayan ve algilanan oldu, hiçbir şekilde değişmeden her türlü form ve görüntü oldu, Tanri oldu, sonsuzlukta kendi icine baktı ve dünya olarak, evren olarak göründü, yanılsama (maya) aracılığıyla düalite olarak tezahür etti, icteki umursamaz ve etkilenmez tanik oldu, duyu organları oldu, yıldızlar oldu gökyüzünde, kalpte sevgi oldu, umut oldu gönüllerde, coşku oldu o, güvercinler oldu ve bütün bunların hepsini algılayan algı oldu...” Hindu Upanisadlarindan Mö 900-200
Tanri kavrami bile sonsuz bilince baglaniyor Hint`te. Cunku "Tanri" (Iswara) denilen kavram da ancak dunya iluzyonu gozuyle bakilinca anlam kazaniyor ve boylece sifatlarla isimlerle hatta ve hatta uzay zaman duzleminde dusunulerek ifade edilmeye baslaniyor ve “vardi” yoktu” tartismalari yapiliyor...
Hint`te "Advaita" yani teklik felsefesine gore Tanri dedigimiz sifatlara sahip, insanlarla konusan, belli bir kisiligi olan varlik yani "Saguna Brahman" ancak dunya gozuyle, dunyadan bakilinca bir gerceklige sahiptir. Nasil ki ruyamizda gordugumuz bir canavar ruyamizda bizim icin gercek ama uyaninca degilse, bu konu da benzer mantikta ele alinir. Sisteme gore (hatta matrix felsefesi de Advaita felsefesinden yola cikilarak olusturulmustur) dunya zaten sonsuz bilincin bir ruyasindan ibarettir. Yani evren ve icindeki her sey "Sonsuz bilincin beyninde/icinde" olusmus bir ruyadir denilir. Dolayisiyla bizim Tanri dedigimiz sey de aslinda bize yararlidir bizim daha yuksek hakikatlere ulasmamiz icin kanatlardir meditasyon aracidir ve bir bakima faydalidir ama nihai olarak bir gerceklige sahip degildir. Iluzyon disinda Tanri yoktur sonsuz, kisiliksiz sifatsiz gizem/bilinc vardir. Bu gizeme Nirguna Brahman denilir ve ozu Sat-Chit-Ananda olarak ifade edilir.
Atman = Nirguna Brahman
Jiva = Atman + Avidya
Ishvara = Brahman + Maya
(Jiva= Bireysel ruh, Atman=Sonsuz Nirguna Brahman ile es olan nihai gerceklik/ruh, Avidya=iluzyona bagli cehalet, Maya=Iluzyon, Ishvara=Sifatli ve bir forma sahip ayrica bir kisiligi olan Tanri yani Saguna Brahman)
Nihai gerceklik olan Nirguna Brahman`in ozu Sat-Chit-Ananda`dir. Yani onun ozu “sat” varolustur, “chit” yani objeye ya da nesneye bagli olmayan ayristirmaya dayali olmayan sonsuz bilinctir. Sonsuz bilinc yani Brahman cokluk olarak tezahur ettiginde ki biz bu surece Maya diyoruz, ozne ile nesne ikiligi ortaya cikti, cunku dunyada bizim bilinc dedigimiz sey ozne ve nesne ikiligiyle dolayisiyla ayristirmayla mumkun olur, bizim bireysel ruh dedigimiz ve iluzyon dunyasinda yanilsama olan Jivatman da bilincin ayrı olarak özdeşleştiği çok sayıdaki öz imgeler olarak nesnelleşen Bilinçtir ve yanılsamadır, Maya'dır. Ikilik/ayristirma yoksa, algilayan-algilanan, obje-suje yoksa bilinc de yoktur iste bu chit yani Brahman`daki sonsuz bilinc olgusu dunyadaki bu ayristirmaya dayali bilince benzemez her seyi ve her kavrami ayni anda kapsayan bir bilinctir ya da bu her seyi ve her kavrami doguran oz dur ve son olarak “ananda” yani sonsuz mutluluk huzur ve doyum halidir. Bu mutluluk da yine objelere/nesnelere bagli degildir.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Hayal ve inanmak.

Her şey hayal..Çölde yürüyen birisi uzaktaki bir cisme bakarken sanki bir su yüzeyinden yansıyormuş gibi, cisimle birlikte ters görüntüsünü görür, sonra da bu gördüğüne türlü anlamlar yükler. Hepimiz kendi çölümüzde yürüyoruz, yaşamın bir kendisi bir de yansıması var. Zihinimiz bu ikisini birleştiriyor ve adına 'gerçek' diyor. Gerçeği bilme isteği bizi ayakta tutuyor, hayali ise hareket ettiriyor.

Işık beden---2

thumbnail_488827_400x320

Prof. Dr. Fritz-Albert Popp, 1970’de, canlı hücrelerin ışık yaydığını ve ışık aracılığı ile iletişim kurduklarını ispat ettikten sonra, bir dizi çalışma ile hücrelerin yaydıkları ışığın hangi koşullarda kalitesinin değişime uğradığını araştırmaya başladı. Bu süreçte birçok araştırmacı, farklı yollarla, dışarıdan etki etmek suretiyle, hücrelerin yaydıkları ışığın kalitesini değiştirmeyi başardılar.

1977 yılında, Alman Fizikçi Dr. Franz Morell, sağlıklı elektromanyetik sinyali, sağlıksız (hastalıklı) sinyalden ayıran elektrik filtresini geliştirdi. Bu süreçle beraber biofeedback ve biorezonans çalışmaları gelişmeye başladı.

Johan-Boswinkel

2000’li yıllarda, Dr. Johan Bozwinkel, fiber-optik teknolojisinin erişilebilirliği ile beraber biofoton terapi cihazları arasında devrimsel bir ivme yarattı. Geliştirdiği. Diğer çalışmalardan farkı, bunu yaparken elektrik ya da bakır kablo ve aparatlar kullanmak yerine direk ışık aracılığı ile (fiber-optik kablolar ve kuvarz kristal) bu bilgi transferini yapmayı başarmıştır.

Fiberoptikler, silika ve plastikten üretilen çok ince, esnek ve transparan maddelerdir.Saç teli kadar ince olabilen fiberler, uçları birbirlerine bağlandığında, uzun mesafeler arasındaki ışık sinyallerini bir uçtan diğerine kolaylıkla taşıyabilirler.

Tel kablolardan farklı olarak fiberoptikler, uzun mesafeli veri transferleri YÜKSEK BANT GENİŞLİĞİNDE gerçekleştirebilmekteler. Yani çok daha geniş frekans aralığındaki bilgiyi taşıyabilmektedirler.Fiberoptiklerin metal kablolara tercih edilmesinin diğer sebepleri; sinyallerin çok DAHA AZ KAYIP ile transfer edilmesi ve ELEKTROMANYETİK ENGELERDEN ETKİLENMEMESİDİR.

only hands

Fiber-optiklerin sağlık alanında, biofoton salınımını güçlendirmede kullanılması, ışık teknolojisinin hedeflediği bilgi mekanizmasının kapsadığı çok yüksek frekans barındıran oktavları da etkiler. Bu sayede güçlü bir biofoton terapisinin etkileri, sübtil seviyelerden fiziksel seviyelere kadar harmonizasyon yapar.

meditation-for-anxiety

Vücudumuzdaki biofotonların kalitesini farklı şekillerde de güçlendirmek mümkündür. Bunlardan bazılarına örnek vermek gerekirse, doğru beslenmek (endüstriyel olmayan ve organik olan), temiz hava solumak, doğa ile temas etmek (grounding), meditasyon yapmak bunlardan bazılarıdır. Doğa, fraktal alanlar içerisinde bioaktif alan yaratan (biyolojiyi destekleyen) en kaliteli ortamı sunmaktadır. Sadece doğa içerisinde yaşamak, tüm destekleyici araçlar içerisindeki en güçlü etkiyi sunmaktadır. Ve bedavadır 🙂

Düşüncelerimiz, hormonel sistemimizi, sağlığımızı ve dolayısıyla ışık salınımımızı doğrudan etkilemektedir. Tabiki düşüncelerimizde ve hareketlerimizde ne kadar tutarlı ve disiplinli olursak, ışık salınımımızı güçlendirmede de o derece etkili oluruz.

Her geçen gün, biliminsanları, ışık ve biyoloji arasında yeni bağlantılar keşfetmekteler. İnsan bilinci de bunlara bir örnek. Biliminsanları, bilincimizin doğrudan biofotonlar ile olan bağlantısına işaret eden bir keşifte bulundular. Ayrıca DNA’mız da biofotonları, hem bilgiyi saklamak için hem de iletişim kurmak için kullanmaktadır.

efr

Birleşmiş Milletler, 2015 yılını Uluslararası Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı olarak ilan etmişti. Çünkü ışık, teknolojinin artık en ileri halidir. Evinizde kullandığınız inernet bile artık son teknolojide, fiberoptik kablolarla yani ışık aracılığı ile size ulaşmaktadır.

Evrende her şeyin bir enerjiden kaynaklandığını düşünecek olursak, kendi sağlığımızı da güçlendirmek için enerji seviyesinden hareket etmenin daha az efor ile daha çok başarı sağlayacağı kanısındayım. Enerjinin en saf hali olan tutarlı ışığın önemi bu sebeple daha da belirginleşmektedir.

Odaklandığımız konulara da aynı hassasiyet ile dikkat etmemiz gerekmektedir. Çünkü beyin bir infrared (kızılötesi ışın) üreticisidir. Phil Callahan bunu ölçümledi. Enerji her zaman gidebileceği en mükemmel baskı alanını takip eder. Kendi enerjimiz de odaklandığımız konulara gitmektedir. Çünkü odaklandığımız alanlarda baskı alanı oluşturmuş oluruz. Uygun baskı alanları da mükemmel enerji dağılımını tetikledikleri için nereye odaklanırsak o alanı canlandırırız. Bu sebeple ışığımızı da (enerjimizi) boşa harcamamaya dikkat etmeliyiz.

Biofotonlar, şüphesiz modern dünyanın en önemli keşiflerinden biridir. Biofotonlar ile ilgili bu güne kadar keşfedilen bilgilerin, gelecekte keşfedeceğimiz potansiyel bilgilere oranının %10 civarında olduğunu çok rahatlıkla öngörebileceğimizi düşünüyorum. Bu %10’luk seviyede bile, bu bilimin ve geliştirilen sağlık teknolojilerinin insan sağlığı üzerindeki faydaları düşünülecek olursa, gelecekte tam potansiyelli bir biofoton teknolojisinin faydalarını hayal etmemizin kolay olmayacağını düşünüyorum.

Işık beden-----1

Canlı cansız bütün cisimler ışık yaymaktadır.Eskiden gece karanlıkta yataktan kalktığımda veya odaya girdiğimde resim,çicek veya buna benzer bütün eşyaların ışık yaydığını gördüm.Lambayı (ışığı bir daha açmadım) .Ama her nesnenin farklı ışığı aurası var.Yıllar sonra bu makaleyi okuyunca sizinle paylaşmak istedim..
Rus Fizikçi Alexander Gurwitsch, 1933 yılında, soğan bitkisi üzerinde yaptığı deneylerde hücrelerin ışık yaydığını modern tarihte ilk kez tespit etti. Fakat, o günkü bilim anlayışı içerisinde bu durum kabul görmedi. 1970 yılına gelindiğinde, Alman Fizikçi Prof. Dr. Fritz-Albert Popp, kesin ve bilimsel olarak labaratuar ortamında canlı hücrelerin ışık yaydığını ve ışık aracılığı ile iletişim kurduklarını kanıtladı. Ortadoks bilimi için kabul edilmesi imkansıza yakın olan bu bilgilerin, labaratuar ortamında net bir şekilde bilimsel olarak ispat edilmesi, bilim dünyasında deprem etkisi yaratmaya yeterli oldu.
Aslında bizler, sadece atomlardan ve moleküllerden oluşan varlıklar değiliz. Aynı zamanda ışıktan da oluşuyoruz. Yaşayan tüm canlıların (insanlar, hayvanlar, bitkiler) hücreleri (zayıf elektromanyetik dalga) ışık yaymaktadırlar. Yayılan bu ışığa da, biyoloji ve foton kelimelerinin birleşmesinden biofoton denmektedir.
Hücreler sadece ışık yaymakla kalmıyorlar, aynı zamanda birbirleri ile de ışık aracılığı ile iletişim kuruyorlar. Yani benenimizi, ışık sinyallerinden oluşmuş bir sinyal ağı gibi düşünebiliriz. Nasıl ki evlerimizde ya da iş yerlerimizde, bir modem (sinyal kaynağı) ve modemin etki ettiği bir alan var. Vücudumuzda da her bir hücreyi bir modeme benzetebiliriz. Ve tüm modemlerden (hücrelerden) yayılan ışık (sinyal) da vücudumuzda bir ağ oluşturmaktadır. Teknik ve bilimsel olarak bu ağ bir ışık ağıdır. Eğer gözlerimiz, görsel spektrumun alt kademelerini de görebiliyor olsaydı bu ağı rahatlıkla görebilirdik. Ama gözlerimiz bu ağı göremese de, foton ölçer cihazlarla bu ışık çok rahatlıkla ölçülebilmektedir.
İnsan vücudu ve ışık beden, kadim mısır medeniyeti tarafından bilinen bir gerçekti. Mısır medeniyeti, insan vücudunun ışık bedenden oluştuğunu biliyordu. Geç de olsa, zor da olsa modern toplumun bu gerçeği bilimsel olarak teyid etmesi biyolojinin, insan sağlığının ve enerji bedenin anlaşılmasına şüphesiz katkıda bulunmuştur. Teknik ve bilimsel olarak hepimizin enerji varlıkları olduğumuzu da burada hatırlatmakta fayda görüyorum. Zira Einstein bu durumu meşhur E=MC² formülü ile açıklamıştır.
Işığın bir enerji formu olduğunu biliyoruz. Madde de, enerjinin lokalize olmuş halidir. Başka bir deyişle enerjinin maddeleşmiş bir halidir. Enerjinin nasıl madde haline dönüştüğü, fraktal alan bilimi kapsamında anlaşılmaktadır (okumak için tıklayın).
Biofoton salınım mekanizmasını incelediğimizde, hücrelerin çalışma sistemlerine bakmamız gerekir. Normalde her bir canlı hücre içerisinde saniyede 100,000 tane kimyasal reaksiyon gerçekleşmektedir. Her bir kimyasal reaksiyonun farklı bir niteliği ve taşıdığı bir bilgi vardır. Hücre içerisinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar ne kadar güçlü ve sağlıklı olursa, hücreden yayılan ışık da bir o kadar güçlü ve tutarlı olmaktadır. Kimyasal reaksiyonlar eğer güçsüz olur ise, hücrenin yaydığı ışık da güçsüz ve tutarsız olmaktadır (kanser hücrelerinde olduğu gibi). Yayılan ışığın kalitesi, hücrelerin birbirleri ile iletişimi sonucu birbirlerini de etkilemektedir. Bu etkileşim ışık aracılığı ile olduğu için, anında (ışık hızında) etki etmektedir.

3 Temmuz 2018 Salı

------2

Daire ve karenin arasındaki ilişkinin açılımları morfolojinin evrensel ve ruhsal dünyasında çok yaygındır, bu özellikle de Hint, Tibet ve Çin simgeleri mandalalarında görülür. 

Çeşitli Tezahür Biçimleri
Kanatlı daire İlk Kozmik Çift’i temsil eder, o, yaratıcı gökyüzü ve verimli topraktır; gökyüzünden gelen güçtür, Güneş-Tanrı ve Güneş gücüdür. İkiz daireler eril ve dişilin, sevgi ve bilginin, Zeus’un ikiz çocuklarının (Dioscuri)simgesidir. Üçlü daireler ve birbirine bağlanan üç daire triad’ı; yani bir üçlemenin ayrılmaz birliğini; hayatı, hareketi, gerilmenin dinamikliğini tanımlar, yan yana üç daire aynı zamanda da Mu Kıtası’nın sembolüdür. Haç gibi dört daire merkezindeki bir daireyle birleştirildiğinde bunlar bilgelik, korkusuzluk, bilgi ve umuttur. Yedi katlı güneş dairesi Her şeyi Bilen’i, mükemmelliği ve yedi gök katını sembolize eder.

Kızılderililerde dışa ve içe ışınlar yayan daire tıpkı tüylü güneş gibi evrenin sembolüdür. Daire şeklinde kurulmuş kamplar ve Kızılderili çadırları kozmosun birer modelidir ve bunların kuzeyi gökyüzünü, güneyi ise dünyayı simgeler. Kuzey Amerika Kızılderili çadırında dairenin içine çizilmiş haç kutsal mekanı simgeler ve o bir Kozmik Merkez’dir. Göksel dairedeki mekanın dört yönü Büyük Ruhu da içine alan bütünselliği temsil eder.

Üçgen formdaki üç daire üç mücevherdir. Zen’de boş daire aydınlanmayı temsil eder. Hıristiyanlıkta kilise evrenseldir. Üç eşmerkezli veya merkezlerinden bağlı daire Üçleme’yi (Trinite) ifade eder. İki eşmerkezli daire Dante’ye göre zihni ve iradeyi sembolize eder. İkiz daireler, sevgi ve bilgi olarak İsa’yı, aynı zamanda da onun ikili doğasını temsil ederler.

Mısır’da kanatlı daire, yükselen güneşin, Ra’nın ve yeniden dirilmenin sembolüdür. Yunan’da (Orfik öğretide) Kozmik Yumurta’nın etrafındaki Ouroboros dairesine Cronos adı verilir ve Pisagor tarafından evrenin psişesi olarak tanımlanır. Cronos Gereklilik ile ve aynı zamanda evrende dairesel hareketle ilişkilendirilir; dolayısıyla zaman ve İnanç ta birer daire olmaktadır. 

Haçı kuşatan daire Cennet’e işaret eder ve onu bölen çizgiler (merkezden yükselen dört nehir) Yaşam Ağacı’nı temsil eder ve bunlar dört ana yönde akarlar. İkili haçı kuşatan ise “Rüzgar gülüdür”, dört ana ve dört ara yöne sahiptir. Bu aynı zamanda da “Kozmik Güneş Tekerleği”dir, yani “Evrene hayat veren Canlandırıcı Prensip”tir (Proclus). Dünyanın dört çeyreği, kozmik siklusun dört bölümü, yılın dört mevsimi ve insanın yaşları vs. Güneş tekerleği haçı her zaman iyi şansın ve değişimin sembolüdür. Haçın üzerindeki daire hayatın eril ve dişil, insani ya da İlahi prensiplerinin birliğidir.

Bu sembol Mısır’da (Ankh olarak), Suriye’de, Fenike’de, Serapis Mabedleri’nde, Çin’de, Tibet’te, Laponya’da, İsveç’te ve Danimarka’da bulunmuştur; aynı zamanda da astrolojide Venüs’ün sembolüdür.

pi diski

Çinlilerde daire sembolü pi diski olarak da ortaya çıkar. Pi diski, ortasında delik bulunan bir yeşim taşıdır. Tek merkezli daireler hem güneşle hem de ayla ilişkilidir, tezahür etmiş olan varoluştaki gökyüzünü, gök katlarını, farklı seviyeleri ya da dereceleri sembolize eder. Tek merkezli üç daire geçmişi, şimdiyi ve geleceği simgeler, aynı zamanda toprağın, havanın ve suyun üç küresini, cennet, dünya ve cehennem kürelerini, ayın fazlarını, yükselen, tam tepede olan ve batan güneşi, aynı zamanda da zıtların uzlaşmasının dinamiğini sembolize eder.

Ezoterizm’de
Ezoterizmde ve iç simyada inisiyatik sürecin sonunda büyük eserin başarıldığı aşamanın sembolü noktalı dairedir. Eş merkezli daireler sembolü Çin tradisyonunda da belirir, sonsuzluğu da simgelemesinin yanı sıra ruhsal tesirin yayılmasını ve hiyerarşiyi simgeler. Dairenin yer yer gözü ifade etmek amacıyla çizildiği de görülmektedir, bu şekildeki kullanımı Semavi Yönetim’i temsil etmek amacı taşır Daire, İlahi İrade Yasaları’nın gereklerine göre kainatın düzenini sağlayan Göksel İdare Mekanizması’nı simgeler.

Daire üç boyutlu olan dünyamızı, dairenin ortasından geçen eksen ise çeşitli tradisyonlarda gökyüzü, ruhsal alem, semavi alem ifadeleriyle tanımlanmaya çalışılmıştır. Daire şuurların birleştiği, düalitelerin tekliğe dönüştüğü tekamül düzeyini ifade eder.

Dairede Merkez Kavramı
Merkezi noktalı olan dairede merkez, daireyi meydana getirendir ve dairenin özü olarak tanımlanabilir. Dairenin noktanın yayılması olduğu düşünülürse eksen ya da merkez tezahürün yayıldığı ana prensiptir, ilk nedendir, dairenin çekirdeği, tohumudur. Dolayısıyla da merkez daireyi içerir, bu bilgi ifadesini Plotin’in “Merkez, dairenin babasıdır” sözünde bulur. Merkez, ulaşılması hedeflenen mükemmel insanı simgeler. Dairenin farklı noktalarında bulunan insanlar farklı yollardan yarıçaplar çizerek merkeze doğru ilerlerler. Yolları farklı olsa da hepsinin hedefi merkezdir.

Orhon ve Yenisey yazıtlarında ve Uygur Türkleri’nde içi boş ve noktalı daire sembollerinin kullanıldığı görülmüştür. James Churchward’a göre ise daire sembolünün kökeni yitik Mu Uygarlığı’dır. Sözkonusu araştırmacıya göre daire ve noktalı daire Mu hiyeratik alfabesinin ilk harfidir ve alfabemizdeki A’ya tekabül eder. Pisagor’un Croton’daki insiyasyonunda da noktalı daire kullanılırdı. Taoizmde noktalı daire yüce gücü, Taoyu temsil eder, ki o aynı zamanda da Değerli İnci’dir. Ortasında nokta olan daire tamamlanmış bir dairenin tasviridir ve devri mükemmelliğin, varoluşa ait tüm olasılıkların çözümlenmesinin sembolüdür. Simyada ve astrolojide ortasında nokta olan daire güneşi, altını sembolize eder.

Dairenin ortasındaki merkez mutlak olan Allah’ın tekliğini, herhangi bir sembolün ifade etmekte aciz kaldığı Allah’ın “Ol” kelamını, veya İlahi Nur’un yansımasını sembolize eder. Ruh ve Madde yayınlarına ait “Varlıksal İlkeler” kitapçığında merkez sembolü ile ilgili şu bilgi verilmektedir, “Yaratılış, Yaradan’dan itibaren açılmaya başlar. Merkezde ve her şeyin başında O vardır, her şey O’na doğrudur. Tekamül, zaman ve mekan içerisinde bulunan bir değişme olup Merkez’e yaklaşmanın bir ölçüsüdür. Ancak bu asla ulaşılamayacak bir Merkez’dir… O Merkez’den sonsuzluğa yayılan Şuur alanı içerisine giren varlıklar Birlik fikrine, yani Merkez’e doğru çekilirler. Orada sen-ben yok, “biz” vardır. Varlıkların tekamül seyri, sonsuza dek o Birlik Merkezi’ne doğrudur”. Altın çağın yeni insanı da öncelikle bu “biz” kavramını öğrenecek ve uygulamalarını yapacaktır. 

Dairesel Yapılaşmalarda


stonehenge atlantis

Apollon’un efsanevi Hiperborea tapınağı dairevi olarak tasvir edilir (tıpkı güney İngiltere’deki prehistorik Stonhenge gibi) ve ayrıca Platon’un Atlantis Adası’nın başkenti de eşmerkezli dairelerden oluşan su ve kara parçalarından oluşan ışınsal planlama sistemi ile oluşturulmuştur. Bu mükemmelliğin ve insan anlayışının ötesinde oluşun ve aynı zamanda da sınırsızlık, ebedilik, mutlak oluşun ifadesidir. Bazı Bizans Kiliseleri haç formunda yerleştirilmiş beş daire üzerine ya da beş mutluluk üzerine temellenir ve üzerinde de daire formundaki kubbeler yeralır. Bir Hıristiyan Kilisesi genellikle daire şeklindeki bahçesinin içinde bir haç şeklinde inşa edilir.

Çeşitli Tradisyonlarda
Hıristiyan ikonografisinde azizlerin başının etrafındaki haleler genellikle daireseldir ve eşmerkezli daireler de Tanrı’nın ilk yaratışını sembolize eder. Haleler insanların sonradan yerleştirileceği dünyayı temsil eder ve Tanrı onları bir pergelle çizmiştir ya da kendini bir el formunda gösterir, bu el çoklu dairelerin merkezinden ortaya çıkar ve onları aşkın olarak yarıp geçerek çevresinde belirir.

Bazı kültürlerde dairenin içindeki nokta veya küçük daire yerine delik açıldığı görülür. Örneğin Yakut Şamanizmi’nde şaman giysisinde güneşi simgeleyen delikli daireler bulunur. Çin sembolizmindeki yin ve yang sembollerinin ifade ettiği düalite, bir dairenin içinde belirtilmiştir. Hititler daire sembolünü kanatlı yıldız sembolünde kullanmışlardır. Bazı Hitit kanatlı yıldız sembollerinde birbirine yakın ya da yapışık iki yıldızlı daire görülür, bunun iki yıldızdan oluşan Sirius çiftyıldızını ya da Güneş ile ardındaki spiritüel güneşi simgelediği yorumları mevcuttur. Alacahöyük yerleşiminde daire sembolü güneş kursu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zen’de varlığın tekamül yolculuğu dıştan içe doğru giden bir harekete benzetilir ve bu da eş merkezli daireler olarak form bulur. Zen Budizmi’nde daire aydınlanmanın, insanlığın ilk prensiple birleşerek mükemmelleşmesinin ifadesi olduğu gibi bir varoluş döngüsüdür ve bu döngü fenomenal dünyadaki her şeyi kuşatır. Daire aynı zamanda tüm Güneş-Tanrılar’ın da sembolüdür. Daire İslami tradisyonlarda kelam ve tekamül ile ilişkilendirilir ve kubbeyi, gökkubbeyi, İlahi Işığı simgeler. Eşmerkezli üç daire tasavvufta tezahürü simgeler. Arş ve kürsi de daire sembolüyle ilşkilendirilir. Bazı mutasavvıflar tekamül fikrini küre, daire ve merkez sembolleriyle ifade ederler.

Çeşitli Kızılderili halkları, ayın yörüngesi, güneşin ve yıldızların görünür yörüngeleri yuvarlak formlardır ve bu formlar bitkilerin doğada büyüdükleri şekilde belirirler. Daireler oluşturularak gerçekleştirilen geleneksel danslara sık sık rastlanır, örneğin Mevlevilikteki dairesel danslarda olduğu gibi. Avrupa’da eşmerkezli daireler düşüncesi ortaçağ kozmolojisinin yönlendiricisi olurken Dante’nin İlahi Komedya’sında cehennem, araf ve cennet daireleri edebi bir şekilde sunulmuş, melekler hiyerarşisi bu kürelerin, dolayısıyla tüm yapının koruyucuları olarak ifade edilmiştir. Sümerosemitik tradisyonda kanatlı daire güneş tanrılarının, ilahiliğin, güneş gücünün benzetmesiz sembolüdür. Meksika sembolizminde bir kaktüs türü olan peyotl, ölümsüzlük yudumunu verir, haçın ve dairenin kesişim noktasında büyür. Hinduizmde fenomenal dünyadaki varoluş döngüsünü simgeler. Yakılan daire Prakriti’nin sembolüdür, “Gelişen her şey üretir, bir şey ortaya çıkarır.

Mısır’da

Yıldızların etrafını belirleyen daire; Mısır’da evrenin sembolüdür.Tanrı-insan-evren üçlemesi yani "varlıkta birlik" anlatılmak istenmiştir.

Daire pek çok uygarlıkta güneşin veya Sirius yıldızının çizimi olarak ortaya çıkar. Sözkonusu daire sembolü, Eski Mısır Hiyerogliflerinde hem güneşin ve spiritüel güneşin ideogramı olarak ve de ışık ve zaman anlamına gelen bir belirleyici işaret olarak kullanılırdı. Bu işaret İlah Ra’nın hiyeroglifindeki üç gliften biridir, Eski Mısır hiyerogliflerinde daire ikiye bölünmüş ve Sirius A yıldızı hiyeroglifinde bir yarım daire kullanılmıştır.

Mısırlılar, Horus adını, Plutark’a göre “Güneşin dönmesini yönetmeye atanmış güç” olarak kullanırlardı. Plutark, Anubis’in bir köpek gibi muhafızlık yaptığını ve İsis’i koruduğunu yazar. Bu konu, Anubis’in ‘zaman’ ve ‘daire’ olduğu bilgisiyle birleştirilince, yörünge kavramına biraz daha yaklaşmış oluruz. Bir Mısır papirüsünde İsis’in yoldaşı “kusursuz siyahtaki Rab” olarak anlatılır. Bu tasvir, Sirius B’yi andırır. İsis’in yoldası Osiris “karanlık tanrı”dır. Bu bizim bildiğimiz anlamda bir karanlık değil, sırların en üst noktasındaki gizemli karanlıktır, tezahüratta her şeyin çıktığı ilk nokta anlamında kullanılır. Trismejistik risale “Alemin Bakiresi” (Mısır’dan)”Kara Tören”i anlatır; siyah Osiris’le ilintilidir; bu eski Mısır dinindeki en üst gizli inisiyasyon basamağı ve İsis’le ilgili gizemli sırların sonuncusudur. Risale, Hermes Trismegistus’un uygarlığı öğretmek için Dünya’ya indiğini ve sonra tekrar “yıldızlara çıktığını”yazar. Bazı kısımları hala anlaşılmamış olan göksel sırlarıyla geride Mısır’ın gizem dinini bırakır.* (*bknz Sirius Gizemi S: 152)

Mu Kıtası’nda
Daire, Mu Kıtası’nda Tanrı’nın tekliğini ifade etmek üzere Ra denilen güneşi sembolize ederdi. Churchward daireselliğin Naga-Maya dilinde “on” sözcüğüyle ifade edildiğini belirtmektedir. Ön Türklerde ise on sayısı kozmos, kozmik birey, kozmik olan” anlamlarına gelmektedir.

James Churchward daire sembolü ile ilgili olarak şu bilgiyi veriyor: “Daire, insanoğlunun ilk dininde kullanılan üç sembolden biridir. Ona tüm sembollerin en kutsalı gözüyle bakılmıştır. Ra adı verilen sembol, güneşin çizimidir ve Yaradan’ın bütün niteliklerini kendinde toplayan kolektif bir semboldür. Ra’ya, yani güneşe Yaradan’ın kendisi olarak değil, yalnızca bir sembol gözüyle bakılıyordu. İbadet edilen Yaradan’dı, sembol ise sadece onu temsil etmek üzere kulanılıyordu. Yaradan’a öyle büyük bir saygı ve edeple yaklaşılıyordu ki O’nun ismi asla ağza alınmıyordu.* (*Hala gerçek ruhsal öğretilerde ve Neo Spiritüalizmde O’nun ismi pek ağza alınmaz ve bu konuya çok saygı ile yaklaşılır.Çvn)

Hindular ve Mayalar Tanrı’dan “Adsız” diye söz ederlerdi. Dairenin başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Mu bilgilerine göre güneşten çıkan sekiz ışın sekiz yönü simgeler ve sekiz yön bir daire meydana getirir. Bu da kralın bütün dünyanın hakimi olduğu anlamına gelir.

James Churchward’ın araştırmaları’na göre de daire, güneşin çizimidir. Güneş kendisinden çıkan ince ve dikey çizgilerle gösterildiğinde yeryüzündeki ışık güçleriyle eşleşen ve böylelikle yeryüzünü aydınlatan güçleri simgelemektedir. Bu aynı zamanda Güneşin yeryüzünün sularının içindeki kozmik yumurtalarda bulunan hayat güçleriyle eşleşen ve onlara çarptığında hayat veren güçlerini simgelemektedir.

Daire Polinezya’daki harabelerin taşlarında ve Kutsal Sırlar Mabedi’nin duvarlarında görülmeketdir. Paskalya Adası’ndaki heykellerin başlarındaki kırmızı küreler güneşi temsilen konulmuşlardı. Mısır sembollerinin Yaradan’la bağlantılı olanlarının hepsinde tasvirlerin başını güneşi simgeleyen kırmızı bir disk süsler. M.Ö. 1320 tarihli bir Mısır papirüsünde şöyle denmektedir: “Ebediyette son yoktur, dolayısıyla başlangıç da yoktur; bunun sonucu olarak ebediyet bir dairedir. Eğer yaşıyorsak bu sonsuza dek sürmek zorundadır ve eğer buna sonsuza kadar devam ediyorsak tıpkı daire ve ebediyet gibi insanın başlangıcı da yok demektir”.

İnsanda Daire Sembolü

Neo Spiritüalist açıdan ele alındığında, Daire insanın ebediyet gibi başı ve sonu olmadığını yani insanın sonsuzluğunu ve ölümsüzlüğü ifade ederken bir yandan da, “Kozmik insanı ve tasavvuftaki İnsan-i Kamil' i”de simgeler. Daire sembolünü kuantum kuramı ve atom altı parçakı açısından ele aldığımızda ise görürüz ki, atom da bir daire şeklindedir ve en küçük parçacık adını alan atom da giderek daha küçük parçalara bölünmekte ve kendi içinde bir sınırsızlık barındırmaktadır. Biliyoruz ki, tüm nesnelerin hem dalga hem parçacık özelliğine sahip oldukları görüşü Kuantum kuramı tarafından ileri sürülmüş ve deneysel olarak da kanıtlanmıştır. Nesnel parçacıklar olan elektronlarla yapılan deneyler onların da dalgasal bir yapı sergilediklerini açıkça göstermiştir. Şu halde her varlığın iki farklı fakat tamamlayıcı yönü bulunmaktadır. Bu iki yönden biri dalgasal yapının gereği olan süreklilik ve uzam içinde sınırsızlık, diğeri ise kesiklilik ve parçacık yapısının gereği olan sınırlılık ile sonluluk. Her iki özellik de aynı derecede temel ve önemlidir. Anlayış ve yaşam biçimi açısından İki özelliği ayırmak yerine birleştirmek bir daireyi tamamlamakta ve insanda mükemmelliğin başlangıcı ile sembolize edilmektedir. Bu iki özellik sadece cansız nesnelere ait olmayıp, tüm var olan canlı ve cansızların temel yapısında bulunmaktadırlar. Bu bakımdan bu iki özellik insan yapısında da bulunurlar. Süreklilik ve sınırsızlık bizim ruhsal yönümüzü, sonluluk ve sınırlılık ise bizim beden yönümüzü oluşturur.

Köşelerden sivriliklerden arınabilmiş, yüksek ince titreşimli tesirleri alabilen, bunları kendi bünyesinden geçirerek aktarabilen kısaca işlek yol olabilen insan daire ile sembolize edilir.

Birliği, bütünlüğü içinde ve hareketlerinde yakalayabilmiş, esneklik ve uyum ilkesinin bilgisini sindirmiş, zihinsel esneklik ve akışkanlıkla olaylara bakabilen küreselleşmiş bir bakışa ve yaşam biçimine sahip olan Kozmik İnsan da daire sembolüyle ilişkilendirilir. Kabala’daki karşılığı Adam Kadmon’dur.

Dairesel yani küresel düşünebilen her şeye esneyebilen, olanı olduğu gibi gören esneklik şuuru içinde varolan esnek ve akışkan zihinler evrenselleşmiş ruhların zihinleridir, Göksel Yönetim’le birlikte akmayı ve yasaları gerçek manası ile uygulamayı bilirler. Bakış açıları tamamen daireseldir. Bir olayı 360 derecelik bir açı içinde değerlendirmeye çalışır, iyi ve kötüyü aynı anda görürler.Dairesel bakabilmek daireyi görebilmek demek yukarıdan kartal bakışıyla görebilmek sürekli olarak dikeyde kalabilmek, yatay etkilere hiç kapılmamak ya da hemen o etki alanından çıkabilmek demektir.



------1

“Tanrı merkezi heryerde, dış yüzeyi hiçbir yerde olan bir dairedir”. Hermes Trismegistus

Sonsuzluğun bir diğer şeklide dairedir.Yani başlangıç ve son..Daire, bütün şekillerin kendisinden çıktığı en mükemmel geometrik form, çoğu tradisyonda yeri olan evrensel bir semboldür. Yuvarlak form en doğal şekil olduğu için kutsaldır, kendi kendini kontrol edenin, yüksek benliğin, tezahür etmemiş olanın, sonsuz olanın, ebediyetin, zamanı kuşatan mekanın ve aynı zamanda da başlangıcı ve sonu olmadığı için zamansızlığın, aşağısı ve yukarısı olmadığından dolayı aynı zamanda mekansızlığın da sembolüdür. Daire göksel birliği temsil eder, güneş sikluslarını, bütün sikluslara ait hareketi, dinamizmi, sonsuz hareketi, tamamlanmayı, içindeki potansiyelini açığa çıkarmayı, Tanrı’yı temsil eder.

(Piero di Puccio’nun 1400 yılında Campo Santo Pisa’da daireyi freskinde astrolojik bir şemanın temeli olarak göstermesinin ardından üretilmiş bir gravür. Dokuz dış daire gezegen dairelerini çevreleyen meleğin dokuz emrini temsil ediyor, merkezde ise elemental dünya bulunuyor. Tüm kozmos Tanrı’nın ellerinde)

Daire, kullanımı en önemli ve en yaygın olan bir geometrik semboldür, formu da güneşin ve ayın bizim görebildiğimiz formlarıyla aynıdır. Platoncuların ve Yeni Platoncuların teorik felsefelerine göre de daire en yüksek, en mükemmel formdur; dolayısıyla bütünün, birliğin, gerçek mükemmelliğin temsilcisi, evrensel bir semboldür. Platon sembolizminde daire aynı zamanda hareketsiz ebediliğin hareketli imajıdır. Bilindiği gibi dairenin başı ve sonu yoktur.


Açılmış gül sırra ulasan insanı yani Insan-ı Kamili sembolize etmektedir.


Bazı çiçekler, özellikle de lotus çiçeği, zambak ve gül, daire ile ilişkilidir ve onun anlamının çoğunu paylaşırlar.

Daire sembolünün zaman zaman gökyüzünü, mükemmelliği ve bazen de ebediyeti sembolize ettiği görülmektedir. Gökkubbe, merkezi olan bir daire olarak tasvir edilir ve bu, astronomların geleneksel güneş sembolü, aynı zamanda simyacı için de güneş metali olarak kabul edilen altının sembolüdür. Daire kötü ruhlara karşı korunmayı sağlar.

Beyaz daire enerjiyi ve göksel etkileri, siyah kare ise dünyasal etkileri temsil eder. Düalizmdeki saklı etkileşim ünlü yin-yang ile gösterilir. Yin-Yang’ın gösteriminde beyaz dairenin içinde siyah bir nokta, siyah dairenin içinde ise beyaz bir nokta bulunur. Bu noktalar, erilin içinde her zaman dişile ait bir şeyler olduğunu, dişilin içinde de erile ait bir şeylerin her zaman olduğunu göstermektedir. S şeklindeki çizgi ise iletişimin hareketinin sembolüdür ve tıpkı swastika gibi dönme düşüncesine işaret eder, dolayısıyla da sembole bütünleyici ve dinamik bir karakter kazandırır. Polarite Yasası özellikle de bu iki kutuplu sembolden bir dizi sorgulanmayacak değerde prensip çıkarmış olan Çinli filozoflar arasında çok sayıda düşünce üretilmesine neden olmuştur. Bu prensipler şunlardır:

a) Evrende yayılan enerji miktarı sabittir

b) Bu enerji iki eşit miktarda enerjinin toplamından oluşur, biri pozitif ve tür olarak aktif, diğeri ise negatif ve pasif.

c) Kozmik fenomenin doğası, yaratılışında var olan enerjinin bu iki türünün değişen oranlarıyla karakterize edilir. Örneğin yılın oniki ayında Yang’ın ve Yin’in altı kısmından çekilen ve değişen oranlarda ancak belirli bir miktar enerji vardır. Burada aynı zamanda daire ile herşeyin sembolü olan kürenin arasındaki ilişkiye dikkati çekmek gerekir.

Dairenin alt yarısı aşağı suları, üst yarısı ise Yüksek Suları ve gökkuşağını temsil eder. Birlikte bir bütünü, Kozmik Yumurtayı oluştururlar ve bir tezahür siklusunun tamamlanmasını gerçekleştirirler.

Daire çok sık olarak güneşle özdeşleştirilir, özellikle de etrafı ışınlarla çevriliyse. Güneş olarak o eril güçtür, ama ruh veya psişe ve etrafı kuşatan sular olduğunda o dişi, annelikle ilgili bir semboldür. Dairesel veya sonsuz olan aynı zamanda da “sınır”, olan düz, eril, babalıkla ilgili, yaratıcı güçle ilgili olanın aksine dişil olanı ve aynı zamanda Değerli İnci’yi ifade eder. Daire merkezinde 1 ve çevresinde 9 olan on sayısı ile sembolize edilir ki bu yanıyla çokluktan birliğe dönüşü temsil eder.

Daire ve Devresellik 
Dairesel ve küresel olma hali zamanın ve mekanın ortadan kalkmasıdır, dolayısıyla daire aynı zamanda devreselliği de temsil eder. Daire zaman zaman çemberle eşanlamlı olarak kullanılır ve çember de dairesel hareketle eşanlamlı tutulur. Dairesel harekette periyodik bir hareket, süreklilik sözkonusudur. Kozmik cisimlerin eliptik yörüngeleri çeşitli çaplardaki daire yaylarından oluştuğu için daire kozmik dolanım hareketlerinin genel ifade biçimidir. Grekçe’de kurt ve şahin anlamına gelen kirkos sözcüğü çember anlamına gelirdi ve bu sözcük Latince’de periyodik devre anlamına gelen circus kelimesine dönüşmüştür. Sonu olmayan hareketin, devriliğin sembolü olması nedeniyle kuyruğunu ısıran yılan ve Budizm’deki yaşam çarkı ile de ilişkilendirilir. Daha çok Doğu Tradisyonlarında reenkarnasyonu ve biten ve yeniden başlayan devreleri simgeleyen sembollerden biridir.

Daire ve Kare İlişkisi
Daire, göçebe çadırlarının ve kamplarının oluşumudur, bu, evlerin, arazilerin, kırsal kentlerin ve yerleşik hayata ait insanların “kare” oluşumlarının tam tersine dinamizmi ve sınırsız hareketi temsil eder. Dairenin sembolik olarak tersi karedir, kare cismani dünya ve maddi olanla ilişkilendirilir. Daire Tanrı’yı ve Gökyüzü’nü temsil eder, kare ise insanı ve dünyayı. Bildik bir sembol olan “daireyi kareleştirme” eylemi, mevcut kare ile eşit boyda bir daire oluşturmak ve böylelikle insanın çabalayarak kendi maddesini Tanrılaştırma yolunda dönüştürme amacını ifade eder, bu aynı zamanda kendini ilahileştirme çabasıdır. Daireyi kareleştirmek bir başka ifadeyle gökyüzünün küresel formunun dünyanın dörtgensel formuna dönüştürülerek kutsal bir bina, tapınak ya da kilise olarak tezahür ettirilmesi, böylelikle gökyüzünün dünyaya indirilmesidir. Bu aynı zamanda dört elementin birleştirilerek birlikteki ilksel sadeliğe geri dönülmesidir. Daire aynı zamanda dünyanın hareketsiz karesinin etrafında dönen gökyüzünü sembolize eder. 

Daire kare ile birlikte gökyüzünü ve dünyayı, bunların bütünleşmesini temsil eder. Sekizgen, daireyi kareleştirmede yolun yarı aşamasıdır. Çin’de daire gökyüzü olurken kare dünyadır, merkezinde kare olan daire gökyüzü ile yeryüzünün birleşmesini, yin ve yang’ı ve buna paralel olarak da mükemmel insanı temsil eder. Jung’un gözlemlediği gibi, kare, insanın içsel birliğe ya da mükemmelliğe ulaşmamış, çoğulcu halini temsil ederken daire Birliğin bu nihai haline tekabül edecektir. Dairenin kareleştirilmesine ait geometrideki bu çözülmez problem, yani insanın tanrılaşma yolunda değişim çabası ilahi mükemmellik için çabalayan insana yönelik bir Rönesans alegorisi olarak sıkça kullanılmıştır, bu problem aynı zamanda simyada da büyük öneme sahipti. Kabala da daireden ve kareden bahsetmekte, karenin içindeki bir daire bir maddi zarfın içindeki İlahi Kıvılcım olarak ifade edilmektedir.

İnsanlığın hali..

HOLODOMOR ya da UKRAYNA KIRIMI
1932–1933 arasında, o dönem Sovyetler Birliği'nde, şimdiki Ukrayna ve Rusya'nın Kuban bölgesinde suni olarak yaratılan kıtlık sebebiyle yaklaşık olarak 8 milyon insanın öldüğü olaylara verilen addır.
Holodomor'un sebeplerinden en önemlisi, Sovyet döneminin uygulamaya çalıştığı ekonomik ve sosyal politikalardır. Özellikte kooperatif tarım uygulamalarını kabul etmeyen Ukrayna köylüsü zorlamalar karşısında tarım üretiminden vazgeçerek, üretimi durdurmuştur. Durumun gidişatını önceden kestirebilecek olan dönemin yöneticileri, "anti-kolhoz" hareketin yayılmasını önlemek amacıyla, sorunu hafifletecek önlemler almaktan kaçınmış ve bir nevi bölgede diğer direnişçi köylülerce ibret alınabilecek bir olay çıkarmak istemiştir. Açlığın en tepeye ulaştığı dönemde dahi, Sovyet yönetimi, 1932'de 1,7 milyon ton, 1933'te 1,84 milyon ton tahıl ihraç etmiştir.Bölgede artan açlıktan kaçmak isteyenlerin başka bölgelere gitmesine engel olunarak, katliama seyirci kalınmıştır. O dönemde kıtlık haberleri mümkün olduğunca sansürlenerek dünyanın dikkatinden saklanmıştır.
SEBEP ve SONUÇLAR:
Sovyetler Birliğinin toprakta özel mülkiyete dayanan üretimi tasfiye ederek, köylüleri kolhoz ve sovhozlarda toplamak istemesi zengin köylülerin ve onların etkisi altındaki kimi köylülerin sert tepkisiyle karşılaştı. Çünkü tarımda kolektifleştirme girişimlerinin başarıya ulaşması demek zengin köylülerin eski ayrıcalıklarını kaybetmesi anlamına gelmekteydi. Bu nedenle zengin köylülerin kolektifleştirme hamlesine tepkisi tarımsal üretimi durdurmak oldu. Bu durumun neticesinde de Ukrayna'da kıtlığa ve kıtlığın tetiklediği salgın hastalıklara bağlı ölümler gerçekleşti. Ölümler neticesinde Sovyet hükümeti köylülerden aynı miktarda tahıl toplamaktan vazgeçerek toplanan tahıl miktarını düşürmüştür. 1940'ların sonunda Penisilin'in bulunmasıyla önüne geçilen salgın hastalıkların 1930'lu yıllarda önüne geçilmesine teknik olarak imkân yoktu. Penisilin bulunana kadar ABD ve Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere milyonlarca insan salgın hastalıklara yakalanarak hayatlarını kaybetmişlerdi.
GELİŞİM:
Sovyet önderi Josef Stalin’in köysel kooperatifleşme hareketine en büyük muhalefeti ve direnci, bir kolhoz ya da sovkhoz için çalışmak yerine, özel üretimi tercih eden Ukrayna ve Don havzası köylüleri göstermiştir. Önceleri, verimli özel çifliklerin bu şekildeki ekonomik faaliyetlerine göz yuman Bolşevikler, sonraları, bu üretim tarzını, merkezi planlamaya karşı bir tehdit olarak algılamışlardır.
Devrimciler, Rus İç Savaşı sırasında, şehirlilere göre daha az destek aldıkları köylüleri, bu sistemle kontrollerine daha kolay alabileceklerini düşünüyorlardı. 1929 ve 30'ları takiben, hükümet köylerde kollektivizmin gelişimini sağlamak için, binlerce resmi görevlisini tarlalara kooperatifleri organize etmeleri için göndermiştir.
1932 yılı hasadının iyi olmayacağının anlaşılması üzerine, hükümet suçu, o dönemde nispeten sistem dışında kalan özel çifliklere attı ve alınan kararlarla, hasatta hesaplanan eksiklerin bu çifliklerden vergi olarak tahsil edilmesine karar verildi. Silahlı güçler kullanılarak, bir sonraki yılın tohumlukları ve çifliklerde yaşayanların ihtiyaçları göz ardı edilerek, belirlenen miktarda tahıl zorla alındı. Çiflik sahipleri, kooperatiflerde çalışmaları için devletin el koymak istediği büyük baş hayvanları kestiler ve bu yüzden tarlada üretimde kullanılabilecek hayvan sayısı azaldı.
Bir yıl sonrası tam bir felaket oldu. Ukrayna'daki en verimli tarım alanları, tam anlamıyla birer kıtlık alanına dönüştü. Gelen kıtlık haberleri üzerine bölgeye gitmek isteyen gazetecilere engel olundu. Hükümet ve yerel politikacılar, acil olarak bölgede önlem alacaklarını ve yardım edeceklerini söylemelerine rağmen, yeterli çaba gösterilemedi. Ukrayna'da insanlar ölürken SSCB tahıl ihracatını arttırdı. Görgü tanıklarına göre, bölgede açlıktan kaçmak isteyen binlerce çocuk, ya ailelerinin olduğu yerlere ya da yetimhanelere geri gönderildi ve oralarda bakımsızlık ve açlık gibi sebeplerden öldüler.
Bilgi ve haber akışını önlemek amacıyla bizzat Stalin ve Molotov tarafından imzalanan yönergelerle, seyahat edeceklere izin almaları şartı getirildi. Bölgeden kaçmaya çalışanların aslında Sovyet düşmanlarınca organize edilen kişiler olduğu ve halkın buralardan çıkarılmamaları gerektiği savunuldu. Uygulamaların tam sonuç vermesi için Stalin bizzat Pavel Postişev'i Ukrayna İkinci Sekreteri olarak atadı. Onunla birlikte binlerce Sovyet görevlisi de, "kollektivizmin" gelişimini sekteye uğratacak her tehlikeyi önleme görevi ile Ukrayna'ya geldi. Stalin böylece Ukrayna'da kontrolü tamamen ele aldı.
1933-34 baharında nispeten iyi giden iklimin de etkisiyle, 1932-33 dönemindeki etkisiz ekim ve çalışan sayısındaki büyük azalmaya rağmen hasat iyi oldu. Köylülerin sayıca azalmasıyla etkisizleşen muhalefet hareketi bu dönemde de etkili olamadı. SSCB'nin kendi kur rejimi açısından gerekli gördüğü tahıl ihracına bu yıl da devam edildi.
KITLIK KURBANLARI:
1933 yılının sonunda, Ukrayna ve Rusya'da tahminen 5-10 milyon insanın öldüğü düşünülmektedir.Kurbanların %81.3'ü Ukraynalı, %4.5'i Rus, %1.4'i Yahudi ve %1.1'i Polonyalıdır. Tüm köylü nüfusunun %25-50'si hayatını kaybetti.Ukrayna'nın kuruluş temelini teşkil eden köylülük bilincinin bu dönemde aldığı yara, günümüzde hala halkına acısını hissettirmektedir.