26 Haziran 2018 Salı

Ben kimim.? (!)

Belki de en zor soru ben kimim,sorusudur.Gerçekte okuduğumuz veya dinlediğimiz buna cevaplar vardır ama tüm varlığın(ilmin) aslının tek olduğunu, bir nokta olduğunu bilene "arif" denir. Arifler, zamanın ilmini bilenlerdir. Çokluğun, noktadan (kaynaktan) uzaklaşma olduğunu bilmeyene ise "cahil" denir.

"İlim bir noktadır, bu noktayı cahiller çoğalttı" diyor Hz. Ali.. Nasıl ilmin aslı bir nokta iken açılımı ile çokluğun oluşması söz konusuysa, zaman da bir nokta (an) dır. An’ın algı sureti ile açılımı ile zaman oluşur. Zaman algısı da madde gibi izafi, göreceli bir durumdur. Bakılan, durulan yere (algıya) göre değişim gösterir.

Atom altı fiziğinin en önemli tespitlerinden biri, zaman ve mekan gibi kavramların, insanın kendi veri tabanında oluşturduğu karşılığın sonucu olarak algılanan bir şey olduğudur.

İnsan bedeni ve beyni itibari ile madde diye kabul edilen boyutta, dünya(sın)da yaşadığını zannederken, aslında gerçek varlığını, bilinci ve ruhu (ışınsal, dalga bedeni) ile sürdürmektedir.

Çünkü, insanın aslı enerji bir varlıktır. Işık hızı üzerinde bulunan insan bilinci ve düşüncesi zamansızdır. Beş duyu kanalı ile her an gerçekleşen algılamalar frekans dalgaları şeklindeki enerji parçacıklarını ışık hızı altına çökerterek, kuantlaştırması sonucu insan beyninde sanal zaman ve mekan hissini oluştururlar. 

Oluşan bu durum, insan bilincini zaman ve mekan ile sınırlı beden algısı içerisinde tutar. İnsan her şeyi bu sınırlar dahilinde algılayıp, değerlendirir. Zaman ve mekan sınırları içerisindeki kozasının dışına bir sebep (hikmet) olmadan çıkamaz. Yani, insan zaman algısına hakim olamadığında, zaman insana hakim olur, onun tüm yaşamını belirler.

Bilinçten kaynaklanan düşüncenin ise sonsuza yakın bir hızı vardır. Bu yüzden kişi kendini düşündüğü yerde bulabilir. Çünkü, varlığın enerji hali olan bilinç, ışık hızının üzerinde uzak, yakın kavramlarından münezzehtir.

Bu durumun farkındalığı ile bilinçsel olarak bedensellikten zihnini kurtarmış, geçmiş ve geleceği an da hal edinip, yaşayan insan, zaman içerisinde zamansızlığı yakalayabilen, doğmaktan, doğurulmaktan kurtulmuş, sebeplere tabi olmadan hikmet yurdunda, kudret sırrı ile varlığını sürdüren hakikat ehli kimsedir.

Hakikat ehli, zaman içerisinde zamansızlığı yakalayabilen kimsedir. Onun için bir andır, zaman. “An-ı daim” de dir. Yani hep an da dır. O makamı yakalamış çokluktan, tekliğe (noktaya) ermiştir.

Zamana tabi iş yapan (ibnü'l-vakt) çok fazla zikredip, çok fazla ibadet ederken, hakikat ehli, zamana tabi olmayan (ebul-vakt) bir kere secde eder, bir kere "Allah" der.

Görünürde sayısal olarak adet birdir ama o bir olanın getirisi, zamanla kayıtlı olmadığı için diğerine göre bin dir. Çünkü, böyle bir kimse şuursal olarak daimi namazda, daimi secde halindedir. 

Beden ve zaman sınırlamasından bilincini kurtarmış, bilinç olarak an da varlığını sürdüren hakikat ehli bu zat, özünde bulunan bilgiyi oluşturan datayı(mekanı) neden ve sebep olmaksızın görüntü ve ses olarak algılayıp, dışa projekte etmek sureti ile seyredip, kendi bilincini o mekanda bulabilir. Bu durum İslam tasavvufunda görülen "tayyı mekan " olayıdır.

Tayyı mekan, mekanın tayy edilmesi, yani ortadan kaldırılması, aşılması anlamına gelir. Tayyı mekan, mekanları çok hızlı bir şekilde aşarak diğer mekanlara ulaşmayı anlatır. 

Velilerin, mistiklerin gerçekleştirdikleri tayyı mekan, tayyı zaman, onların kendi özlerine (holografik datanın değişik boyutlarına) vasıtasız “bilinç sıçramaları” ile gerçekleştirdikleri mekan ve zaman seyahatleridir. 

Bunu gerçekleştirmeyi başaranlar, evliyaullah da, Hızır(a.s) da olduğu gibi, zaman ve mekanlar arasında gezinip, yolculuk yapabilirler. Yani, tayyı zaman ve tayyı mekan edebilirler.

Manen terakki edenlerde, bir hikmet (sebep) gerektirmeden, kudret sırrı ile gerçekleşebilen bu mucizevi olay, bilim ve teknolojinin gelişmesi ile günümüzde ortaya çıkan hikmetler dahilindeki sebepleri oluşturan, televizyon ve benzeri, görüntülü canlı yayın araçları ile günümüz insanı için sıradan bir yaşam haline gelmiş bulunmaktadır. 

Günümüz teknolojisi ile insanlar çok uzaklarda olan olayları (maç, tören, ibadet, vb.) aynı anda bulundukları yerden izleyebilmekte, bedensel olarak orada olmasalarda, görsel olarak yaşananlara aynı an da şahit olup, oluşan enerjiyi arada binlerce km. mesafe olmasına rağmen, aynı anda, aynı şekilde algılayıp, bilinçlerine kaydını gerçekleştirmektedirler. 

Mekanda bedensel olarak bulunup, ritüelleri bedensel olarak uygulamak önemlidir. Fakat namaz ibadetinde de olduğu gibi siz istediğiniz kadar bedensel olarak o mekanda bulunun, istediğiniz kadar bedensel ritiüelleri uygulayın, bilinç başka yerde takılı kalmış, negatif düşünceler üretmekle meşgul olup, bedene eşlik etmiyorsa, bilinç şarj tutmuyor, yüksek frekanslı bilinç hallerine geçişi sağlayan metafiziksel açılımı sağlamıyorsa, yapılan bedensel uğraşlar boşa emektir. Bunun en dikkat çeken örneğide, Hacca gidip, gelen bazı insanlarda görülen negatifliğin artış göstermesi olayıdır.

Çünkü, önemli olan bedensel yapının orada bulunmasından öte, şuursal olarak varlığın o enerjiyi içselleştirmesi sureti ile beyinde biyoelektrik akışı sağlayarak bilincin “üst bilinç hallerine” geçişi sağlayan meta-fiziksel açılımı sağlamış olmasıdır.

Keramet sahibi velilerin vasıtasız olarak gerçekleştirdiği sıra dışı tayyı mekan olayı, teknolojinin ilerlemesi ile televizyon vasıtası ile günümüz insanı için, sıra dışı, mucizevi bir olay olmaktan çıkıp, normal yaşam içerisinde uygulanabilen sıradan bir yaşam şekli halini almış bulunmaktadır. 

Önemli olan, günümüz insanın teknoloji vasıtası ile kendisine sunulanın sıradanlığından zihnini kurtarıp, bunun bir nimet olduğunun farkındalığı içerisinde kendisine sunulan hikmeti değerlendirmesi hadisesidir. 

Mesela, insan televizyon kanalı ile “Kâbe”den canlı olarak yayınlanmakta olan görüntüler kanalı ile şuurunu bu nokta üzerinde yoğunlaştırıp, konsantre olmak sureti ile o mekana ulaşıp, görsel ve bilinçsel olarak, tayyı mekan yapabilir.

Orada tavaf yapanlara eşlik ederek an ve an o enerjiyi içselleştirmek sureti ile beyninde biyoelektrik akışı sağlayarak bilincinin “üst bilinç hallerine” geçişini sağlayan meta-fiziksel açılımı sağlayabilir.

Bunun kabulü ve algılanması, kendisini dindar kabul etsede, madde ve çokluk algısından bilincini kurtaramamış, noktanın sırrından uzak, zaman ve mekan kozasının içerisinde yaşayan bir insan için oldukça zor bir durumdur. 

Bu durum, içinde bulunulan çağın sahip olduğu imkanlar ile kudret sırrına sahip evliyaullahın, vasıtasız, keramet adı altında yapmış olduğu “tayyı mekan” olayının, günümüz teknolojisi ile ortaya çıkan hikmet, vasıtaları ile kısmen yaşama geçirilmesi hadisesidir.

Zamanımız velilerinden birinin: "Biz hasırdan Mısır'ı görmeseydik, siz dünya'da olanları oturduğunuz yerden zor seyrederdiniz!" İfadesinde olduğu gibi bir velinin, binlerce km. uzakta olanları vasıtasız kudret sırrı ile olduğu yerden görerek, tasarrufta bulunması bir keramettir.

Günümüz insanında içinde bulunduğu “zamanın hikmetleri” vasıtaları ile kendi yaşamında bunun farkına vararak, bu imkanları değerlendirmesi onu “nan-kör” (nimete kör) olmaktan kurtarıp, Allah’a “şükür” (fark) eden kullarından olma makamına yükseltir.

Allah'ın, verdiği nimetleri(vasıtaları) kalp gözü ile fark edip, değerlendirerek, ona yakın olmayı başarabilen kullarından olmak nasip olsun inşallah!.

Zaman ve hız.

Zaman su gibi akmıyor biz sadece anı'da yaşamak istemediğimiz için hızlı geçiyor.Zihin gelecek ve geçmişle ilgilendiği  ve İçinde bulunduğumuz modern çağ, insanı adeta hız tutkunu haline getirdi. Yemek yememizden alışkanlıklarımıza kadar her şey baş döndürücü bir hızla seyrediyor. Gözümüz sürekli saatte, daha çabuk, daha hızlı olmak için yarışıp duruyoruz. Her şeyin bir an önce çabuk gerçekleşmesini istiyoruz. Devamlı bir koşuşturma, gerilim ve stres içinde, panik atak halindeyiz. İbadetlerimizde bile aceleciyiz. Aceleciliğimiz yüzünden hiçbir şeyin tadını alamıyoruz.

Çocuklarımızı yetiştirirken de acele ediyoruz. Onlar için gerekli olup, zaman içinde yaşamaları gerekenleri, onlara sıkıntı olmasın, çabuk olsun diye, onların yerine acele ile biz yapıp, kabuğu dışarıdan delmeye çalışıyor. Sonrada şikayet ediyoruz.

Oysa evrende aceleye yer yoktur. Yumurtadan çıkan civciv, meyve veren ağaç, her şey durur, zamanını bekler. İpek böceği, içerisinde bulunduğu kozasını tekamülünü tamamladığı süreç sonunda, zamanı geldiğinde kendisi deler ve kelebek olarak özgürlüğüne uçar. Bu süreci çabuklaştırmak için acele ile dışarıdan kozayı veya yumurtayı delmeye kalkarsanız içindeki varlığın doğmadan yok olmasına sebebiyet verirsiniz.

“Her şey vaktini bekler, Ne gül vaktinden önce açar, Ne güneş vaktinden erken doğar. Bekle, senin olan sana gelecektir.” (Hz.Mevlana)

Acelecilik, mükemmel işleyen sistemin farkında olmaksızın, her şeyi kontrol edebilme telaşı ile bir işi yeteri kadar anlayıp, düşünmeden, sabırsızlık ile vaktinden evvel çabuk yapıp, bitirmeye çalışmaktır. Aceleye getirilip fazla düşünüp, olgunlaşmadan, telaş ile yapılan şeylerin sonu ise genellikle hüsran olur. “Acele ile mesafe alınmaz, acele yürüyen yolda kalır”

İnsanın beş duyu ile algılayarak içinde yaşadığını hissettiği dünyası, aslında çeşitli dalga boyunda frekanslardan oluşmuş bir yapıdır. Huzur içinde bir yaşam için, insanın alfa/elif (Allah) frekansında olması gereken beyni, günlük yaşam kargaşası içerisinde, farkındalıktan uzaklaşıp, acele ile telaş ettiğinde, daha hızlı frekans dalga yapısına sahip, bireysel, dünyevi, parçalanmış bilinç hali olan stres, vehim odaklı “cinni” dalga boyutuna (beta) geçerek, Allah’tan(alfa, elif) uzaklaşır. 

Bunun sonucunda, insan strese girer, vehim oluşur, korkar, panik yapar, her şeyi kontrol edebilme telaşına düşer. Bu süreçte aceleci, kuşkucu, duygusal, dengesiz, aşırı tepkili, beyindeki vehim odaklı, şeytani “amigdala” bölgesi kumandayı ele alır.

Beyin üzerinden sağduyulu, ihtiyatlı, akli muhakeme etme durumunu kaybeden zihin, negatif enerji alt kişiliklerden(cin) gelen tüm verilere açık hale gelir. Sonuçta, insan acele ile duygusal kararlar alıp, bu sanal varlıkların tuzağına düşer.

“(şeytan)Beni ateşten(frekans dalga) yarattın, onu çamur(madde)den, onları senin doğru yolundan saptırtmak için bende mühlet verilen güne kadar, elbette onlara(pusu kurup) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Ve sen onların çoğunu şükreden(farkında olan kimse)ler olarak bulamayacaksın.” (Araf suresi/12-17)

Bu durumdaki insan, düşünmeden, farkındalıksız, hayvansı bir içgüdü ile ön yargılı, duygusal çıkışlar ve acil tercihler yapar, doğru kararlar alamaz. Bunun sonunda da pişman olup, ben bunu nasıl yaptım!.. diye üzüntü duyar. -“Acele işe şeytan karışır”- Hz. Muhammed(sav) 

Çünkü insan, acele edip, bütünden uzaklaşıp, aklı devre dışı bırakarak, hızlı frekansta hareket etmeye başladığında, beyni, gizli(cinni) ışınsal frekans yayınlara maruz kalır. Bu ışınsal yayınlarda insana secde etmez. Yani insan bu yayınları kontrol edemez. Onların etkisi altına girer.

“İblis secde etmedi. O büyüklük, benlik taslayıp, hakikat bilgisini inkâr eden kâfirlerden (karşısındakinin aslını göremeyip, hakikati örtenlerden) oldu” (Sâd suresi/74)

İnsan bu sırada dışarıdan gelen veri yüklü ışınsal (frekans) yayınları sorgulamadan, acele ile hızlı frekans(beta)da okur(algılar). Işınsal noktaların hızla maddeyi var algılatması ile olumsuz yanılsamayı (illüzyonu) aceleden fark edemeyen insan, bütünden kopuk, bireysel benlik algılaması ile huzurdan uzak, gündelik bilinç hallerinde, farkındalıksız uykuda kalır. Şuurdan uzaklaşıp, vehme kapılır.

Vehim ve vesvesenin oluşturduğu korkuları ile hakikatten ve huzurdan uzaklaşan insan bilinci, var zannettiği madde beden kabrinde, bilincini ele geçirmiş olan gizli, negatif enerji alt kişilik (cin)lerden oluşan varlıkların kölesi olarak vehim içerisinde ömür sürer. 

Bu durumdan kurtulmanın yolu ise, meleki kuvvelerle (az yiyip, az konuşup, az uyuyup, tefekkür edip, ibadet türü çalışmalarla) zihinsel olarak durmaktır. Bu suretle beyindeki, hızlı dalga boyundaki frekans, daha yavaş dalga boyuna geçer ve insan gelen yayınları sakin bir şekilde beynin kuvvelerinden(akıl) geçirip, ağır okuyarak (ihtiyatla sorgulayarak) nötrleyip, vehme kapılmaktan kurtulur. 

Acele etmeden, bu frekansta kalıp(durup), ihtiyatla, olayları akıl süzgecinden geçirip (verileri ağır okuyup) değerlendiren insan, aklını kullanarak, olumlu tercihini yapar ve huzurda kalır. -“Acele şeytandan, teenni (ihtiyatlı, akıllı davranma) Rahmandandır.” Hz. Muhammed(sav) 

Tüm bilinçli yapılan ibadetlerde (namaz, oruç, vb.) insanlar(alfa/elif frekansında huzurda kalırlar) dururlar. Durmak sureti ile frekans dalga devir sayısının düşmesi neticesi, zihin, günlük parçalanmış bilinç halinden, sakin, huşu halindeki, bütünsel, huzurlu bilinç haline geçer ve akıl devreye girerek, tefekkür(derin düşünme, analiz) başlar.

Huzurda kalmanın yolu, gündelik yaşam içerisinde, hızlı frekansa geçen beyin dalgalarının, belirli zaman dilimlerinde “ibadet” denilen çalışmalarla, huşu(huzur, sakinlik) hali olan “alfa/elif” frekansına düşürülüp, fabrika ayarlarına, Allah’a dönmesi ile mümkün olur.

Mesela; Bilinçli kılınan namaz (salat) sırasında ayet anlamlarının hissedilip, yaşanmaya başlanması ile “gündelik bilinç hallerinin” hakim olduğu beyindeki yoğun “beta” dalgaları, yerini huzur, huşu, teslimiyet gibi kişiyi dünyevi maddesel benliğinden uzaklaştırıp, bütünü fark ettiren, alfa/alef/elif (Allah) frekansına bırakır. “Onlar Salat (namaz)larında huşu(alfa, elif frekansı) içerisindedirler” (Mü’minun suresi/2)

Beyni, bu frekanstaki insan, durup, zihinsel olarak hakikati, yaratılıştaki mükemmeliyeti fark eder bu farkındalıkla o güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında, yanlış bilgiler sonucu, olmayan şeyleri var sanarak yaşadığını anlar. Şahadet (şahit olup, şükür) eder.

Basiret perdelerinin şuurundan kalkmasıyla hakikati görüp, yaratılıştaki mükemmeliyeti seyre dalan insan, hayretten hayrete düşer. -“Allâh’ım, hayretimi arttır!” Hz. Muhammed(sav) - Ve insan, ulaştığı hayret ile bilincini huzurda bulur. Huzurda olmak, şahit olunan “hazırda kinin” karşısında durmak (zihinsel olarak fark/şükür etmektir). 

Bu suretle kul, huzurda, hazır olur, hazır olduğunda da Hızır’ın geldiğini, kendisine açılan kapıların(nimetlerin) farkına varır. Yani kısaca, insan ağır okuduğunda(alfa/elif frekansında) zihni hazır, olduğunda kapıların açılacağının farkında olup, kendini, hazırdakinin huzurunda bulur. Bu sırada hazırda olanda imdada yetişirse, adı “Hızır” olur.

Aslında, yaşam her insana, bir takım kapılar açıyor. İlginçtir ki çoğu insan, açılan kapıların farkında olmadan, yaşam denilen yolculuğu bitiriyor. Çoğu kişi, kendisine açılmış kapıların farkında olmadan, açılsın diye bir ömür o kapıların önünde oturuyor. Oysa kapılar, kapıların açılacağının farkında, huzura girmeye hazır olan zihinlerde açılıyor. Yani, kısaca insan hazır olduğunda, huzurda oluyor ve kapıların açıldığının farkına varıyor.

"Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil! Ne zaman, bilmem! Yeter ki o kapıda durmayı bil!" (Hz.Mevlana)

25 Haziran 2018 Pazartesi

Marka ve duygular.

Her his ve düşünce duygu ve etkilenme boyutudur.Telkinlere maruz kalmak çoğu kişinin içinde bulunduğu ama fark etmediği bir durumdur. Aslında telkin altında kalmak zihnin doğal bir durumudur. Yaşamımızın birçok evresinde farkında olmadan bu durumu yaşarız.

İnsanın fark etmediği şey telkin altına girmek için, transda olmak gerekmez. İnsan uyanık durumda ikende farkında olmadan gelen telkinlere açık halde bulunmakta ve hipnotik halleri yaşamaktadır. 

Örneğin; Marka logosu ile zihinlerde oluşturulan zenginlik ve kalite algısı, spor veya siyasi parti taraftarlığı ile hissedilen aidiyet duygusu ve aşık olmak zihnin iç ve dış telkinlerle aldığı format ile oluşan algının yaşandığı hipnotik durumlardır.

Günlük hayatta farkında olmasak da sık sık bu halleri yaşarız. Çoğu zaman kendi iç dünyamızın duygularına odaklanıp, dış dünyaya kendimizi kapatır, farkında olmadan kendimize telkinler vererek, duyguların oluşturduğu bu telkinlerle oluşan algılar aleminde kendimizi buluruz.  

İnsanın kendine verdiği ve dışarıdan aldığı telkinler ve düşünceler alt bilincin inşasına katkıda bulunur. Bu şu demektir, telkinlerinin oluşturduğu etkilerle inanç sistemi bilinç altında şekillenir ve zaman ve mekan içerisinde açığa çıkarak insanın gelecek yaşam anlarını oluşturur.   

Aslında, kendimizi duygu ve düşüncelerimizle birlikte zannettiğimiz her an iç dünyamıza telkinler vererek hipnotik halleri oluştururuz. Yani, üzgünüm, sinirliyim, sıkıntılıyım dediğimizde veya duygusal bir film seyrederken kendimizi o duygular gibi algılar, kendimizi o duyguların sanal dünyasına kaptırır, algılanan o duygusal hal ile bütünleşip, bu duygular doğrultusunda hareket ederiz.  

Fakat gerçekte bu duygular sadece farkındalık alanına gelip giden soyut enerjilerdir. Duygular bir bulut gibidir. Gelir, etkiler ve geçer gider. Eğer insan bu süreçte duygularının oluşturduğu algılara bilincini kaptırır ve onları sahiplenirse bu duyguların esiri haline gelir ve kendisini bu duygularla bir hissedip, tanımlamaya başlar. 

Hipnotik durumun bir özelliğide sürekli kendimizi mükemmel yapmaya, ya da eksik hissettiğimiz taraflarımızı tamamlama arayışında bulunma durumudur.  

Çünkü, insan kendisini bedeni ile sınırlı zanneder. Çevre, medya, reklamlar gibi sürekli tekrarlardan oluşan telkinlerle insan zihni bu yönde hipnoz olur, şartlanır. İnsanın kendisini sadece zihin-bedenle sınırlı olarak görmesi ve zihnin bu yönde şartlanması aslında onun birçok yanılgıya girip, farkındalıktan uzaklaşmasına neden olur. 

Çünkü bu suretle insan “şimdi” den uzaklaşır. Ya geçmişin hatıralarında, keşkelerinde yada geleceğin kaygılarında, beklentilerinde yaşamaya başlar. Oysa an da olmak, şimdi olanı, yani gerçek olanı olduğu gibi görüp, fark etmek demektir.

Geçmişin keşkeleri, takıntıları, geleceğin kaygı ve beklentilerindeki, zihinsel hipnotik durum, insanı içinde bulunduğu şimdinin farkındalığından, yani nimeti görmekten (Şükürden) uzaklaştırıp, mutluluğun gelecekte bir yerlerde, örneğin, evleneceği bir eşte, kazanacağı bol parada, sahip olacağı bir evde, yükseleceği bir makamda, yapacağı bir seyahatte, vb. bir yerlerde olduğu hayaline, yanılgısına düşürüp, gerçekte, şimdi sahip olduklarının değerini fark edip, bu değerlere sahip olmanın mutluluğunu yaşayabilmekten onu mahrum bırakır.   

Aslında gelecekte aranan, mutluluk sağlayacağı zannedilen, beklentileri oluşturan, bütün unsurlar sadece geçici ve anlık hazlar sağlayan ama zaman geçtikçe sıradanlaşan şeylerdir. Mutlu olamamanın ana sebebi insanın içinde bulunduğu durumun farkındalığından uzak kalmasına yol açan geçmiş ve geleceğe dair düşünceleridir.  

İnsan mutluluğu bunlarda aradığında şimdi sahip olduklarının vereceği çoşku dolu hazdan, keyiften perdelenir. Nimete kör (Nan kör) olur. İçinde bulunduğu anın farkındalığından uzak kalır. Bu suretle mutluluk devamlı ertelenmiş olur. 

Çünkü, insan keyif aldığı, mutlu olduğu bir haldeyken, çevresel telkinlerle oluşmuş zihindeki hipnotik durum, onun bulunduğu an daki mutluluğunu örterek, gerçeği fark etmesine engel olur  ve içinde bulunduğu durumu hemen sıradanlaştırarak, onu keyif alacağı mutluluğun şu an da değil, gelecekte yeni bir beklentide olduğu inancı içine sokar.  

Mesela, satın almak istediğiniz bir elbise vardır. Onu almak için çaba gösterir, heyecan duyar, sevinir, mutlu olursunuz. Bir müddet sonra ona sahip olursunuz, fakat sahip olduktan sonra her şey sıradanlaşır, normal gelmeye başlar. Sahip olabilme sürecinde yaşanan heyecan kaybolup, büyü bozulur. İnsan onu unutup, başka arayışlara başlar. Başka şeylere bakmaya, onlara sahip olabilme arzusunu duymaya başlar.

Bu arayış hiç bitmez insan bilincinde kısır bir döngüye dönüşerek onu devamlı oyalar, hep “daha” çok, “daha” iyiyi bulabileceği beklentiler içine sokar. Fakat “dahası” olanın farkındalığı olmaz. Farkında olmayan ise mutlu olup hiç bir şeyden keyif alamaz. 

Çünkü mutluluk hep daha sonraki beklentilerde aranmakta, bu arayış, sahip olunan değerleri perdeleyerek, bilincin farkındalığını örttüğü için insan o an daki sahip olunan değerlerin hazzını, keyfini,  algılayıp, yaşamaktan (mutluluktan) kendisini farkında olmadan mahrum bırakmak zorunda kalır. 

Bu durum hayatın birçok deneyiminde aynıdır. Sonuç olarak daha güzel şeyler yaşamak ve hedeflemek tabii ki çok güzeldir ve bunu yapmak son derece doğaldır. Ama eğer mutluluğu, mükemmeli, hep “daha” sonrakinde arıyor, şimdideki mükemmeliyeti  göremiyorsanız, bekleyişiniz hiç bitmeyecektir. 

Çünkü,aradığınız gerçek mutluluk aslında bulunduğunuz şu anda, şimdi dedir. Çünkü mutluluk bir deneyimle sınırlı olmayan doğal bir haldir. Dışarıdan “daha” larla insanın kendisinee ekleyeceği bir şey değildir. İnsan içindeki güç ile ne kadar gerçekci, samimi bir ilişki kurarsa, hayatının o oranda farkında olup, sahip olduklarının değerini bilip, bundan haz ve keyif alarak yaşamı algılar.Kısaca mutlu olur. 

Bunun için yapılması gereken, şu an, sahip olduğun, sağlığın, eşin, işin, aşın, vb. saymakla bitmeyecek o kadar çok mükemmel şeye sahip olduğunun farkına vararak, bunların sıradan olamayacak kadar olağanüstü şeyler olduğunun bilinci ile bulunduğun her an dan, her durumdan keyif alabilmeyi başarabilmektir.    

Aslında, kainattaki mükemmel işleyen düzenin farkına varıp, her şeyin yerli yerince olduğunu idrak edebilen için şu “an”da kim olursanız olun, ne yapıyorsanız yapın, neye sahip olursanız olun tam ve mükemmelsiniz. Bunu fark (şükür) edin!...

“Allah’ın yarattıklarında hiçbir an çelişki ve uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) çevirip-gezdir; Herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra tekrar, tekrar yine bak; Sonunda göz, aradığı uyumsuzluğu bulamayıp güçsüz ve bitkin bir halde sana geri dönecektir.” (Mülk Suresi,3-4) 

Düşünce ve yaşam.

Düşüncelerimiz bizim kim olduğumuzu belirliyor.Ne düşünürsek oyuz biz.Düşünce, tahayyül dünyamıza davet ettiğimiz şeyler bir süre sonra bizi etkisi altına alır. Düşündüğümüz, inandığımız, o obje ile bütünleşmeye başlar. Onun halini giyiniriz.

Bu yüzden sorgulamadan, araştırmadan körü, körüne inanılan sentetik düşünce kalıpları (dedikodular, yalanlar, vb.) kişinin dünyasında bir süre sonra hoşnut olmadığı yaşamı olarak yerini alır.

Çünkü, atom altı boyutundaki enerji parçacıkları olan "kuantlar/melikler" kişinin bilincinde oluşturduğu inançlarını, istek ve arzularını “olumlu-olumsuz, iyi-kötü” gibi hiç bir ayırıma tabi tutmaksızın, hepsini bilincin "istek ve arzuları" olarak kabul edip, benzer dalgaları çekip kişinin dünya(sın)da fiilleri oluşturmak suretiyle tam "itaatlerini - kulluklarını" yerine getirirler. Bu da kişinin yaşamını oluşturur. “İyyake na’budu ve iyyake nesta’iyn” Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz. (Fatiha suresi/5) 
Bu yüzden insanın kendisine daha iyi bir gelecek, daha iyi bir yaşam dolu dünya inşa edebilmesi için bilgi ışığında tefekkür ederek, analitik düşünce yapısını geliştirmesi tahmin edemeyeceği kadar çok önemlidir.

Son yılların moda tabiri çekim yasası, benzer benzeri çeker. Düşünceler manyetik tir ve birer frekansları vardır. Böylece bir şey düşündüğünüzde ona benzeyen düşünceleri kendinize çekersiniz. Peki hakikaten düşündüklerimizi kendimize çekebiliyor muyuz.? 

Hakkında birçok kitap yazılıp, kişisel gelişim uzmanları tarafından uygulanabilmesi gayet kolaymış gibi anlatılan iyi şeyler düşündüğümüzde (sağlık, bol para, iyi iş, iyi eş, başarılı çocuklar) bunlara sahip olabileceğimiz gerçek mi?.. Gerçekse neden çoğumuz gerekli uygulamaları yapmamıza rağmen bu konuda başarılı olamıyoruz.

Birincisi bu söylenenler doğrudur. Bunu söyleyenlerin dahi bunu gerçekleştiremediklerine gelince, teşhis doğru, müdahalenin yapıldığı yer yanlıştır. Yani bir hazine var. Fakat aranılan yer ve yöntem yanlış olduğu için bu muazzam hazineyi çıkarıp istediğimiz gibi kullanamıyoruz. Bir kere hazineyi beş duyuyla kısıtlı, şartlanmalarla kendi bilincimizi sınırlandırdığımız “kozamızı” örüp içine kendimizi hapsettiğimiz bir şeyin olabilmesi için kuralların, yasaların, sebeplerin geçerli olduğu farkında olarak yaşadığımız küçük dünya(mız)da (üst beynimiz)de arıyoruz.

Halbuki isteklerimizin oluşabilmesi için sınırsız zaman ve mekan ile kayıtlı olmayan, şartlandırmalardan arınmış bir noktadan isteklerimizi açığa çıkarmamız gerekmekte.. İşte burada karşımıza alt beyin (mikro-kozmos) dediğimiz bilinçaltımız çıkıyor.

İçinde yaşadığımız evren, varlıklar ve fiziksel yasalar tamamen “algılayan bilincin mevcut veri tabanına” göre oluşmaktadır. Veri tabanını irrite eden evrenden gelen frekans dalgaları bulunduğu her boyutta (dünya, ölüm ötesi, rüya, vb.) veri tabanının sahip olduğu formata göre kişide “madde” algısını oluşturarak gerçeklik olgusunu yaratmaktadır.

Mesela siz diyorsunuz ki ben düşüncelerimi olmasını istediğim şey üzerinde yoğunlaştırmak suretiyle (beyinde soyut bir şekilde oluşturduğum isteğimi, dünyam da somut olarak açığa çıkartabilirim) yani enerjiyi maddeye çevirebilirim. Üst beyin (korteks)de kendinizi buna inandırıyorsunuz.

Fakat bunun olabilmesi düşüncenin fiiliyata dönüşebilmesi için bilinçaltımızın sahip olduğu veri tabanı tarafından bu isteğin olacağına kesin, en ufak bir tereddüt olmaksızın inanarak onaylanması gerekir. 

Alt beyin/bilinçaltımız da oluşmuş format (doğum anıyla birlikte beynimizin aldığı kozmik etkiler ve genetik mirasın eklenmesiyle oluşan veri tabanı) onay vermediği için soyut istekler, somut hal alıp beş duyuyla algılanabilecek, yaşanabilecek şekle gelemezler.

Düşüncelerimizin fiile dönüşüp dünya(mız)da açığa çıkabilmesi için, en ufak bir tereddüt olmaksızın inanmak(iman) gerekir.  Bir şeyi red etmek o şeye karşı kendini kapatmak, kilitlemek, ondan uzak kalmaya neden olmaktadır. "İman etmek= Amin demek"  o şeye karşı kendini açık hale getirmek demektir. 

Hz. İsa “Herkes dünyayı yener. Bize dünyaya karşı zafer kazandıran, imanımızdır. İman edin. Size doğrusunu söyleyeyim, kim şu dağa, `kalk, denize atla! der ve yüreğinde kuşku duymadan dediğinin olacağına inanırsa, dileği yerine gelecektir” diyerek iman (tereddütsüz inanma) konusunun önemini ifade etmiştir. (1Yu 5:4/Mar 11:22-23)

Bunun için yapılması gereken alt beynin (bu müthiş bilgisayarın) kendisini sınırlayan şartlanmalardan arınarak özgürce yeniden format atılmak suretiyle, programlanması, yeni bir veri tabanı oluşturulmasıdır. Beyni bir bilgisayar gibi düşünürsek hangi programı yüklediysek (korku, kin, nefret, sevgi, sahiplenme, vb.) o program doğrultusunda çıktı alırız. 

En önemlisi de biyolojik bedenin devre dışı kalması (ölüm sonrası) bilinçte oluşan veri tabanında oluşan formatın sabitlenerek en son haliyle sonsuza kadar bulunduğu her boyutta aynı senaryonun değişik versiyonlarını oluşturarak insana yaşatmasıdır. Bu gerçeği Hz. Muhammed(sav) "Her kişi öldüğü hal üzere dirilir. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz." Sözleri (hadis) ile ifade etmiştir.

Yani bu olay, veri tabanın oluşturduğu aynı senaryonun değişik zaman ve mekan algılamalarında defalarca tekrarlanarak yaşanması olayıdır.

Bu olayı Kur'an (Nisa suresi/56) ”Âyetlerimizi inkâr edenleri cehenneme sokacağız. Derileri kızarıp yandıkça, defalarca yerine taze deri yaratacağız, ta ki cezaları olan azabı iyice tatsınlar. Şüphesiz ki Allah azîz ve hakîmdir” şeklinde ifade etmiştir.

Akıllı insan, dünya yaşamında sahip olduğu beynini kullanarak akıl, düşünce ve muhakeme vasıtası ile programını yenileyerek gerekli formatlamayı yapar. Beyinde ki bu yenilenen format, bilinç vasıtası ile ışınsal bedene aynadaki görüntü misali yansır. Ve insan en son almış olduğu hal (program) ile enerji (ışınsal) bedenindeki yaşamına bu veri tabanı ile ebediyen devam ederek her daim cennetini yaşar.

Düşünce.

Kendini sorguladığın zaman yolculuk başlar.Düşünen her bilinçli varlık mutlaka belirli zamanlarda kendi, kendine soruyordur. Ben kimim? Neden buradayım?  İyi veya kötü sahip olduklarım da, yaşadıklarım da benim payım var mı? Seçtiklerim benim taleplerim'miydi ?..

Bu tür soruları herkes defalarca kendisine sormuştur. Ama yanıtlar çok kişiyi hiç bir zaman tatmin edici olmamıştır. Çünkü bu tür sorulara doğru cevabı bulabilmek için olaylara baktığımız yer önemlidir.

Biz beş duyuyla sınırlı şartlanmalardan oluşmuş bir noktadan  görebildiğimiz kadarı ile dünya-mıza bakıyor ve değerlendiriyorsak hiç bir zaman tatmin edici doğru cevabı bulmamız mümkün değildir. Peki ne yapmamız gerek!. dersek.

Gözün gördüğü kadar düşünebilen değil, düşündüğü kadar görebilen, sorgulayan şartlanmalardan beş duyuyla kayıtlı bir varlık algısından zihnini arındırmış olabilmenin idraki ile atom altı fiziği yasası gereği “her biri aynı şeyden meydana gelmiş değil tümümüz aynı şeyiz” bilincinin idraki ile olaylara baktığımız zaman göreceğiz ki !

İsteyen de benim, yapan da, yıkan da, seven de, sahip olanda! Çünkü  başka yok ! Hepsi de bende açığa çıkmayı bekleyen boyutlar halinde mevcut. Ya farkında olmadan şartlanmalarla sınırlandırdığımız dünya(mız)dan bakıp olayları değerlendirerek “kader”imizi yaşıyoruz diyeceğiz.

Ya da, beynimizi madde kavramından arındırmış olarak, sınırların, çokluğun olmadığı teklik boyutunda bilincimizi bulduğumuzda beynimize hükmetmeye  başlayarak kaderimizi yazan olmanın farkında lığına ulaşmış olarak olaylara yön verecek ve diyeceğiz ki!.. 

Yapanda ben! Yıkan da! tüm güç bende! önemli olan böylesine muazzam bir gücü/enerjiyi farkında olarak Evrenin (makro- kozmos) hayrına kullanabilmekte çünkü oradaki her şey bende (mikro- kozmos) mevcut...

Aslında insan yaptığı her şeyi başkasına yapıyorum dese de, sonuçta kendine yapıyor. Ben dediğimiz bu varlığın derinliklerinde “kozmik bilincin” tüm ilmi ve sırları mevcut, hepsi de insanoğlu tarafından açığa çıkarılmayı beklemekte, farkında olarak kontrol altında veya farkında olmadan kontrolden uzak, yakıcı ve yıkıcı olabilecek etki altında...

Kaderimizi  yazmanın ölçütü, zaman ve mekanı dilediğimiz gibi değiştirebilmemiz kendimizi daha derin boyutlardaki içsel yaşamlarda bulabilmemiz oranında mümkün olacaktır.