HEPIMIZ ÖLÜMSÜZÜZ DESEK ÇOKMU ILERI GITMIŞ OLURUZ ACABA? Gilles Deleuze
Ölüm Dürtüsünün Ötesinde
Deleuze ilk kez Fark ve Tekrar adlı kitabında öne sürdüğü “varlığın tek-sesliliği” (univocity of being) kavramıyla Nietzsche’nin “ebedi döngü” (eternal return) mitine atıfta bulunarak, oluş sürecinde farklılaşmanın aynı kalan tek şey olduğuna vurgu yapar. Varlığın tek-sesliliği farklılaşmaya doğru yol alan akışın ta kendisidir. Deleuze’ün tek-seslilik mefhumu aynı sesin farklı formlarda tezahürünü dile getirir.
Süreklilik arz eden bir oluş süreci ve kopukluklar barındıran bir başka oluş biçimini alan iki farklı zamansal oluş modu diye tarif edebileceğimiz Chronos ve Aeon’u ayırıcı-sentez (disjunctive-synthesis) işlemine tabi tutan Deleuze’ün ayırıcı-sentezi, Hegel’in birleştirici sentezinden farklı olarak iki şeyi bir üçüncü şeyde birleştirmek yerine, iki şeyi birbirinden ayrı tutup aralarındaki diyalektik sürecin kendisini merkeze alıyordu. Her ne kadar Hegel’e göre öznenin bu diyalektik sürecin kendisi olduğu su götürmez bir gerçek olsa da, Deleuze’ü bu noktada Hegel’den ayıran, felsefesini biyolojik bir temele dayandırmasının yanı sıra, Hegel’in Mutlak Bilgi kavramına da şiddetle karşı çıkmasıdır. Nietzsche’nin izinden giden Deleuze’e göre mühim olan hakikat değil, anlamdır. Daha da mühim olansa mümkün mertebe doğruyu söylemek değil, yeni, farklı ve ilginç olmaktır. Bizce ise en doğrusu hem mümkün mertebe doğruyu söylemek, hem de bunu mümkün mertebe yeni, ilginç ve farklı şekilde yapmaktır. Çünkü artık hepimizin bildiği gibi her yenilik iyi olmayabileceği gibi, her eski şey de bir kötülük tohumu ihtiva etmiyor olabilir.
Aşkınsal deneyimcilik (transcendental empiricism) öğretisini hayata geçirmeye cüret ve teşebbüs eden ilk filozof oluşu gerçeğinin idrakinden kuvvet alarak düşünmeye devam edecek olursak diyebiliriz ki Deleuze’ün intiharı felsefesiyle çok derin ve bir o kadar da yakın bir ilişki içerisindedir. İki farklı ölüm olduğunu dile getiren düşünür sayısı ise hiç de az değildir. Bunlardan başlıcaları olan Lacan, Blanchot ve Zizek arasından birini seçip iki ölüm, daha doğrusu ölümün iki farklı boyutu arasındaki farkı görebilmemiz içinse doğrudan Deleuze’ün yaşadığı ve öldüğü zamanda düşünmüş olan Blanchot’ya konsantre olmamız gerekir. Söz konusu konsantrasyonu hayata geçirdiğimiz takdirde zihnimizde zuhur edeceği üzere görürüz ki Deleuze’ün eyleminin ve söyleminin amacı doğrudan iki ölüm arasındaki farkı ortadan kaldırmak, yani pratik ve teori, özne ve nesne, beden ve zihin, eylem ve söylem arasında farka dayanmayan yeni bir ilişki kurmaktır. Farklılığın ve içkinliğin filozofu olarak bilinen Deleuze birincil ölüm olan fiziksel ölüme karşı, zaman ve uzama hapsolmuş fiziksel düzlemi aşan içkin bir alana konumlandırdığı sanal ölümü tanımlarken Blanchot’yla aynı şeyi düşünmektedir. Ne var ki iş bu iki ölüm arasındaki boşluğu ortadan kaldırmaya gelince Blanchot’ya ters düşer. Zira Deleuze için hakikat tek bir ölümün çeşitli suretlerle kendini göstermesinden ibarettir. Sanal ölümün kendisi fiziksel ölüme sebebiyet verebilmekte ve iki ölüm arasındaki ayrımı anlamsız kılabilmektedir. Bir eylem biçimi olarak bilinçli bir şekilde kendi ölümüne sebep olmak öznenin kendisini aşabileceği noktalardan sadece biridir. Hayat ancak özneye içkin sonsuz bir boşluğun sonlu yansımalarından ibaret olabilir. Bu bağlamda ölüm her zaman ve her yerdedir. Ölümden arınmış bir yaşam namümkün olsa bile, sonsuzluğu barındırabilecek sonlu varlıklar son derece mümkündür. Belki de Badiou’nun The Clamor of Being adlı kitabında Deleuze’ü sonsuz çoğulluğu tekilliğe hapsetmekle itham etmesinin sebebi de budur, kim bilir…
Bilen bilir, bilmeyen öğrenir şeklinde düşünecek olursak diyebiliriz ki Deleuze‘ün tüm felsefesi insanın yaşayabileceklerini çoğaltmaya yönelikti. Buna insan bilincini genişletme çabası da diyebiliriz aslında. Ama Deleuze’ün kendinden öncekilerden farkı, genişleme için öncelikle kasılmak gerektiği yönündeki saptamasından ileri gelmektedir. O, Schelling‘e dayanan doğa felsefesinin merkezine genleşip-daralan bir madde yerleştirmişti. Böylelikle statik merkez kavramını akışkan bir şeyle doldurarak içten çökertmek suretiyle ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Beş duyumuzun algılayabileceklerinin sonsuz olduğunu ve bizim yapmamız gerekenin de işte bu sonsuzluğun akışı önüne çıkan engelleri aşmak olduğunu söylüyordu. Buna ilâveten ise bu engelleri koyanın bizzat biz olduğumuzu, çünkü kendimizi kısıtlamaya yönelik olarak özneleştirildiğimizi öne sürüyordu. Bizi kısıtlayan en önemli unsursa temsile meyilli bir yaratıcılık anlayışına sahip olmamızdı. Deleuze’e göre nitelikli ve nicelikli sanat, edebiyat veya felsefe temsilin, sembolik düzenin içinde çatlaklar, yarıklar, gedikler veya boşluklar oluşturarak sonsuzluğun hayata sızmasını sağlamayı başarabilen yaratıcıların ürünü olabilirdi ancak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder