5 Şubat 2018 Pazartesi

Yaşamın sırrı --2--

İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da yeni bir şey yaratabilmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere olmasa bile, en azından sembolik düzen tarafından nesneleştirilmeden önceki tekil öznelliğimize dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir edilen şey, yani kültürel bir varlık olarak insan oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli – ki buna insan doğası diyenler de vardır – doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza‘yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren transendental ampirizm (aşkınsal deneyimcilik) felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…

Aşılması gereken bir varlık olarak ölümlü insan kendisini neden ve nasıl aşması gerektiğini kavradığında hakiki özgürleşmeye doğru ilk adım da atılmış olur. Bu noktada akılda tutulması gereken husus mutlak özgürleşmenin ancak özgürlük kelimesi anlamını yitirdiğinde, yani özgürleşmeye gerek kalmadığında gerçekleşebileceğidir. Hayal gücü ve aklın yaratıcı senteziyle ortaya yeni anlam dünyalarının çıkması ise hem gerekli, hem de zaten kaçınılmazdır. Lâkin burada kaçınılmaz sözcüğünü kullanırken sakın ola determinist bir yaklaşımı benimsediğimiz sanılmasın, böyle bir gaflete düşülmesin. Zira bilâkis bizim maksadımız, determinizme ve idealizme karşı, sonsuzluğun içkin olduğu materyalist ve aşkınsal bir varoluş tarzını düşünümsel olarak hayata geçirmektir.

Ölümsüzlüğün neden pek de arzulanır bir şey olmadığını kavramak için dahi olmaya gerek yok aslında. Neticede hiçbir şeyin değişmediği, olayların başlayıp bitmediği, kazanç veya kayıp gibi kavramların anlamını yitirdiği, kısacası her şey elde edilebilir olduğu için her şeyin anlamsızlaştığı bir varoluş modunu kim arzular ki? İnsanlık ezelden beridir ölümsüzlüğü değil, ölümlülüğü arzulamıştı belli ki. İnsanın korktuğu şey ölüm değil, ölümsüzlüktü aslında. İşte bu yüzden de insanlık kendi gerçeğini ve doğayı inkâr üzerine kurmuştu insanlığını ve kültürünü. Kültür ve doğa arasında yaratılan bu yapay bölünme ise pek çok insanlık patolojisine rahimlik etmişti. Bunlardan en önemli ikisi ise din ve bilimdi hiç şüphesiz. Her iki durumda da insanlık ölümü alt etmek için zamana karşı bir mücadeleye girişmiş ve ileriye doğru atılmış her adımla kaçtığı şeye doğru yol almakta olduğunu bilmeksizin yanlış yönde ilerlemeye devam etmişti. Ölümden kaçtığını sandıkça ölüme yaklaşan bir yapıya sahip olan bu gidişata dur deyip çivisi çıkmış zamanın çivisini Nietzsche’nin çekiciyle çakmak ve sonsuzluğu ilelebet özgür kılmaksa Deleuze ve Badiou’ya düşecekti hâliyle.

Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan, çünkü sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki…

Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder